Paylaş
O sırada seçimi kazanan Başkan Obama balkon konuşmasını yapıyordu.
O konuşuyor, bense ağlıyordum.
Hani şu bazen hepimize gelen, nedenini tam çıkaramadığımız türden bir ağlama...
Sevinçten mi, yoksa hüzünden mi ağladığınızı anlamadığınız tuhaf bir ruh hali.
O duygularla hemen yazmaya başladım.
Çünkü araya zaman koyup, makulleşmek, duygularımı zapturapt altına almak, şurama kadar gelip de söylemek istediğim şeyleri şu veya bu nedenle sansürlememek için hemen yazdım.
Bayanlar ve baylar, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı
Obama konuşurken içimden şu duygu geçti:
Acaba, hak ettiğimiz huzura kavuşmak için, Türkiye’ye de Alevi Kürt bir siyasi mehdinin mi gelmesi gerekir?
* * *
Aldığı oy yüzde 50
Rakibininki de yüzde 48.
Her ülkede olduğu gibi, seçim sisteminin çözüm sağlayıcı matematiği onu 97 delege farkı ile dünyanın bir numaralı süper gücünün başkanı yapmış.
Demokrasinin kuralı emredici kural olmaktan çıkmış, siyasetçiyi bağlayıcı bir kültür, bir karakter haline dönüşmüş.
Kendisine oy veren yüzde 50’ye değil; “aile” diye tanımladığı, samimi olarak inandığı, “tek ve bir” topluma sesleniyor.
Ona “Amerika Ailesi” diyor...
* * *
Yüzde 49 oy almış rakibinden söz ederken, “Amerikan ailesine büyük hizmet verdi” diyor.
Yani ne kendisi bir “kutup ayısı”, ne rakibi “bahtsız bir bedevi”...
Büyük Amerikan ailesinin iki insanı var karşımızda...
* * *
Bütün Amerika’nın önünde karısına “Michelle seni hiç bu kadar sevmemiştim” diyecek kadar âşık bir erkek...
En derin insani duygusunu, hüzünlü bir mahremiyet mezarına gömmeyecek kadar da cesur.
Sonuçlar alındıktan sonra Amerika’ya verdiği ilk mesaj,
Twitter hesabından geçilen bir fotoğraf.
Karısına sarılmış.
Ama sadece karısının sırtını ve o sırta bütün sevgisi ve şefkati ile dokunan bir el görüyoruz. Sevgiyi, aşkı göstermenin ille de mahrem bir şey olmadığını anlatan bir ikona...
* * *
Kendisine oy veren Amerika’ya “Siz fark yarattınız” diyor. Ama fark yaratma dediği meziyeti, kendisine oy vermeyen Amerika’dan da esirgemiyor.
Hem kendisine, hem rakibine oy veren insanların katılımını, “fark yaratmak” olarak alkışlıyor.
* * *
Yüzüne bakıyorum...
Ne zaferin verdiği irkiltici bir mağruriyet ne de başkasını hezimete uğratmanın yapıştırdığı tiksindirici bir keyif ifadesi var...
Ses ve üslup desen, huzurlu mu huzurlu, kendisiyle barışık mı barışık... Döven değil, okşayan bir ses...
Huzurlu bir insanın sükûnet desibelini bir milim aşmayan bir zen müziği...
Yüzünde tekallus etmiş, gerilmiş ne bir kas ne bir sinir, ne de bir santimetrekare sima parçası...
Belagatin, öfkeye ithaf edilmiş bir mersiyeden ibaret olmadığını anlatan siyasetçi var karşımızda...
Son 4 yılda hakkında denilmemiş laf kalmamış, ama onda en küçücük bir mağduriyet böbürlenmesi, rövanş ihtirası yok.
* * *
Ve geliyor en önemli mesajına...
“Amerika’nın sorunları hiçbirimizin tek başına çözebileceği sorunlar değil...”
Önümüzdeki aylarda Demokrat Parti’nin ve Cumhuriyetçi Parti’nin liderleri ile konuşup birlikte çözüm arayacak.
* * *
O cümleyi dinlerken ister istemez düşünüyorum...
Acaba Amerika’nın bizim Kürt sorunumuz kadar çözümsüzlüğe emanet edilmiş hangi büyük sorunu vardır?
Ve Allah kahretsin mi, yoksa iyi ki mi demem gerektiğini bilemediğim şu kışkırtıcı duygu genzimi yakıyor:
Acaba büyük demokrasiler kulübüne girebilmek, toplumsal bir huzura kavuşabilmek ve büyük bir Türkiye ailesi olabilmek için...
Bizim de siyah bir lidere mi ihtiyacımız var?...
Hadi burası Türkiye, acaba Alevi Kürt kimliğine sahip bir Obama mı hayal etmeliyiz... Yani toplum olarak böyle bir siyasi mehdi mi bekliyoruz...
Yani yıllar boyunca acılar çekmiş, haksızlığa uğramış, ama aynı acıları ve haksızlıkları başkasına çektirmek istemeyen, yani çekmiş ama çektirmeyecek...
Küsmemiş, küstürmeyecek bir siyasetçi...
* * *
İşte o an karar veriyorum.
Bundan böyle her salı, o kâbus saatinde televizyonumu kapatıp, Obama’nın balkon konuşmasını dinleyeceğim.
Sırf demokrasiye olan imanımı tazelemek için böyle yapacağım...
Paylaş