İki büyük vitrinin içinden salonları görüyorum. Modernite ve sanatın ışığı dışarılara kadar taşmış. Bu gece, Türk sanat dünyası açısından çok önemli bir olaya tanık olacağım. Sadece sanat olayı da değil. Mavi Jeans’in herkesin kafasına taktığı “Bu Türkler artık çok oluyor” sloganı bir kere daha hakkını verecek. Ama binadan içeri girmeden, gerilere, 90’lı yıllara dönüyorum. İki genç insanın yüzü gözümün önüne geliyor...
Maide’yi gazetelerden tanımıştım.
Magazin sayfaları onu giydiği tranparan elbiseyle tanıtıyordu.
Bana göreyse, terziliği tasarım haline getiren, Türk defile çağının ilk modern yüzlerinden biriydi.
Bir güzellik yarışmasında birinci olmuştu. Audrey Hepburn’e Akdeniz çizgileri vermiş bir genç kızdı.
Emre’yi ise 1990’lı yılların başında, Özal’ın getirdiği yeni Türkiye’ye hazırlanan işadamı kuşağının temsilcisi olarak tanımıştım.
O da herkesin dikkatini çekecek kadar yakışıklı bir gençti.
Sonra tanıştılar ve evlendiler.
Maide, podyumlardan ayrıldı. Emre, varlıklı bir ailenin çocuğuydu ama kendi başına, Türkiye’nin en başarılı internet sitelerinden birini kurdu. Büyüttü.
Onları bazen uzaktan, bazen yakından hep takip ettim. İçimi açan bir çifttiler.
JÖN TÜRK’LERİN ÇİFTE HİLALİ CHELSEA SEMALARINDA O akşam, New York’un sanat galerilerinin yükselen mahallesi Chelsea’de çok farklı bir galerinin açılışı vardı.
Galeriyi beş Türk açıyordu.
Maide-Emre Kurttepeli, Aslı-Erkut Soyak ve Mel Doğan.
Bu açılışla Türkler, New York’un sanat işine ilk defa giriyorlardı. Hem de şehrin yükselen semti Chelsea’de.
Açılışta büyük bir kalabalık var. O gece bütün New York, 11 Eylül’ün anma törenlerine hazırlanıyor.
Ama daha önemlisi, New York Moda Günleri var.
Bazıları “Kimse gelmez” demiş.
Fena halde yanılmışlar.
Aynı sokakta iki ayrı galerinin daha açılışı var. Onların davetlileri de sokaklara taşmış. Böylece 24’üncü cadde Asmalımescit’e dönmüş.
900 metrekarelik çok güzel bir sanat galerisi. O bölgede kiraların ne kadar yüksek olduğunu dikkate alırsanız, yapılan işin boyutunu da anlayabilirsiniz.
Galerinin adı ‘C 24’...
İlk sergi çok ilginç bir konsept üzerine kurulmuş:
‘Çifte hilal: İstanbul ve New Orleans sanatı’
BEN YEMEK YİYORUM KARŞIMDA BİR MEMUR DURMADAN TAMPON BASIYORİki şehrin de yakın geçmişte ortak acıları var. İstanbul ve geniş çevresi büyük depremi yaşamış. New Orleans da Catherine kasırgasını.
Her iki şehir de büyük travmanın ve enkazının altında büyük bir sanat hareketini doğuruyor.
İstanbul’dan beş, New Orleans’tan dört sanatçı ve bir de sanat grubunun eserleri sergileniyor.
Bir akşam önce, şehrin önde gelen sanat uzmanlarına verilen yemeğe katılmıştım. Oturduğum masanın tam karşısında Ali Kazma’nın olağanüstü video tasarımını dakikalarca seyretmiştim.
Beş ayrı televizyon ekranında, önünden geçen evraka durmadan tampon basan bir el görüyordunuz.
Hayatımda bürokrasiyi böylesine etkili anlatan bir tasarım hiç görmemiştim. Bana Kafka romanlarını hatırlattı.
Sergi aslında küçük çapta ama olağanüstü bir bienal gibiydi.
NUH’UN GEMİSİ KALKIYORDU VE SON ANDA BEN DE BİNDİM Ama sergide en çok dikkatimi çeken eser, girişte sol tarafta duvarın neredeyse tamamını kaplayan bir çalışma oldu.
New Orleanslı, ‘Generic Art Solutions’ adlı bir sanatçılar topluluğunun üyelerinden biri tarafından yapılmıştı.
‘The Raft’ adını taşıyan tabloda büyük bir sal üzerinde bitkin vaziyette yatmış insanlar görünüyordu.
O gece yanı başımda bir tufan vardı. Üç adım ötemde, bir bitkin insanlar rıhtımı uzanıyordu. Bir Nuh’un gemisi ise, kazazedelerini bekliyordu.
O an anladım ki, her insanın altında kalacağı bir deprem, üzerine basacak bir tsunami vardır. Her insanın içinde bir tufanzede yatar. Tabloya baktım ve ben de Nuh’un bu zamane gemisine atladım.
Bir Rönesans tablosunu hatırlatıyordu. Dünyanın en büyük tufanlarından birini yaşayan New Orleans’ın trajedisini daha güzel anlatan bir sanat eseri olabilir mi, diye düşündüm.
Grup, anonim bir isim altında çalışıyor. Kendilerini Dire Straits’in harika şarkısı, ‘Brothers in Arms’ı hatırlatan bir ifadeyle ‘Brothers in Art’ yani sanat arkadaşları, olarak adlandırıyorlar.
Hepsi aynı elbiseleri giyiyorlar. Sanatın ‘Ben’ diye yükseldiği bir yüzyılda, ‘Biz’ kavramıyla meydan okuyorlar.
Rönesans’ın değeri her geçen gün daha da anlaşılan dahi sanatçısı Caravaggio’nun eserlerinden çok ilginç uyarlamalar yapıyorlar.
Çıktığımda hafif yağmur yağıyordu. Kendimi eski bir Mayk Hammer romanında gibi hissettim.
Yakamı kaldırdım ve konuşmaya başladım:
“Bu Türkler gerçekten çok olmaya başladılar.”