Paylaş
Çevreden hatırladığı tek önemli bina bir müzeydi.
Adı “Metropolitan”dı ve şehrin en büyük müzesiydi.
Babası gazete sahibiydi.
İmkânları iyiydi.
Onu özel bir okula verdiler.
Pek haylaz değildi, ama öğretmenlerinin deyişi ile “İlgisiz bir öğrenciydi.”
O zamanlar etkili ailelerin çocuklarına “Tembel” dememek için bulunan en zarif ifade bu olmalıydı.
“İlgisiz öğrenci...”
17 YAŞINDA OKULU BIRAKIP ORDUYA GİRDİ
İlgisizliği lafta kalmadı.
17 yaşındayken okulu terk etti ve ailesinin belki de isteyeceği son şeyi yaptı.
Deniz Kuvvetleri’ne asker olarak yazıldı.
Herhangi bir zamanda olsa, “Geçici bir gençlik hevesi” diye idare edilebilecek bir karardı.
Ama iş o kadar basit değildi.
İkinci Dünya Savaşı başlamıştı...
Binlerce genç, hevesinin geçici olup olmadığı anlaşılmadan bir obüs mermisinin parçasıyla can veriyordu.
O günlerde annesine şunu söylemişti:
“Deniz kuvvetleri gözlerimi açtı...”
GAZETECİLİĞE ÖLÜM İLANLARI İLE GİRDİ
Gözünü açan çocuk ne yapar?
Babasının işine döner.
O da öyle yaptı ve gazeteci oldu.
Babası patrondu ama, aile geleneği kimseyi bir koltuğa tepeden oturtmuyordu.
Aşağıdan başladı.
Yıllar sonra “Six feet under” dizisine konu olacak bir bölümden girdi işe.
Yani cenazelerden.
Gazetecilikteki ilk işi, “Obituary” gazeteciliğiydi.
Ölen ünlü kişilerin hayat hikâyelerini yazıyordu.
Siz buna bir tür “Ölüm ilanı yazarlığı” da diyebilirsiniz.
Tabii hemen en büyük gazeteden değil, ailenin sahibi olduğu küçük bir taşra gazetesinde bu işe başladı.
PATRONUN OĞLU HABER ATLARSA
Sonra yükseldi.
Gazetenin Paris bürosuna gönderildi.
İlginç bir gazetecilik anlayışı vardı.
Mesela başından şöyle bir olay geçti.
Büro şefi onu dünyaca ünlü “Le Mans” otomobil yarışlarını yazmaya gönderdi.
Hani şu Steve McQueen’in filmini yaptığı yarışlar.
Yarış sırasında bir araba seyircilerin üzerine uçtu.
Pilot öldü.
Hadi o neyse, meslek kazası ama, yarışı seyredenlerden 80’i de hayatını kaybetti.
O, büroya telefon edip bu olayı bildirmedi. Üzerine bir haber de yazmadı.
Herhalde “Ben sadece yarışı izlemekle görevlendirildim” diye düşündü.
Diyorum ya, ilginç bir gazetecilik ve haber anlayışı vardı.
Haber müdürleri hesap sorar, ama patron çocuğu olunca, daha az hesap sorar...
Olay geçti gitti, ama unutulmadı...
Bir gün geldi, bir başkası onun ölüm haberini yazarken, Le Mans’taki bu ilginç olayı da, onun hayatına bir renk olarak ekledi.
Neyse hayat devam etti...
Dikkat et bu devlet seni batırır, bir de hapse atar
Patron çocuklarının başarısı onlara yükselmenin hızlı yollarını açar.
Ama acelesi olmayan başarısız çocukların da yolu kapanmaz...
Ülkesine dönünce, onu şirketin “Başkan yardımcılığına” tayin ettiler.
Çok yüksek, ama yüksekliği kadar ilginç bir mevkiydi.
Yıllar sonra verdiği bir mülakatta bu görevini şöyle tarif edecekti:
“Vice president in charge of nothing...”
Yani, “Hiçbir şeyden sorumlu olmayan başkan yardımcısı...”
Başarısız bir patron çocuğuna daha güzel bir mevki bulunabilir mi...
KUZEN ÖLÜNCE ANNESİ NE DEDİ
O, hiç görevi olmayan başkan yardımcılığı makamında otururken, görevi her şey olan başkanlık koltuğunda kuzeni oturuyordu.
Kuzeni 1963 yılında aniden öldü...
Ölüm ilanını yazmak ona düşmedi ama, koltuğuna oturmak ona nasip oldu.
Şaka gibiydi...
Annesi bile inanamamış, “Kumarda kazanmak gibi bir şey“ demişti.
Kumarda kazanılan kumarda kaybedilir...
O kaybetmedi.
İşler kimsenin ne beklediği ne umut ettiği biçimde gelişti.
Gazete finansman zorlukları çekiyordu.
Öteki gazeteler sendikalar yüzünden kapanıyordu.
O mücadele etti. Kazandı.
Gazete finansal açıdan çok güçlendi.
İki bölümlük gazeteyi, 4 bölüme çıkardı. Hayatla, sporla, gustoyla, sanatla ilgili yazıları çoğalttı.
1969 yılında gazetenin hisselerini New York borsasında arz etti.
Sıradan hisse sahiplerine az oy hakkı veren, ailenin karar mekanizmasındaki gücünü devam ettiren bir sistem buldu.
Ölüm ilanı yazarlığı ile başlayan bir patronluk kariyeri, dünyanın en büyük ve en güçlü gazete markasını yaratarak tamamlandı.
New York Metropolitan Müzesi’nin yakınındaki o taş evden çıkan çocuk, geçen hafta hayata gözlerini yuman, New York Times’ın eski patronu Arthur Ochs Sulzberger’di.
Yani dostum Arthur Sulzberger Jr.’ın babası, namı diğer “Punch...”
Finansal açıdan güçlü olmak, bir medya patronunun en büyük mutluluğudur.
Bu mutluluk, gazeteciye bağımsızlık getirir; bağımsızlık da gazeteciliğe en büyük ödülü veren başarıların garantisidir.
BİR DAKİKA DEYİP BİR ŞİŞE ŞARAP ÇIKARDI
Patronluğun demirle imtihanı günleri geldi.
Punch en iyi ve en kötü günlerini, dünya gazetecilik tarihine “Pentagon kağıtları” olarak giren haberlerin yayınlanması sırasında yaşadı.
Amerika’nın Vietnam Savaşı’nda yaptığı kirli işleri anlatıyordu.
Amerikan devleti, hükümeti ve ordusu bütün gücüyle üzerine geldi.
“Yayınlarsan, seni batırırız ve hapse atarız” tehditleri geldi.
Çünkü ülkenin milli güvenliği söz konusuydu.
Ülkenin en ünlü medya avukatı onu savunmayı reddetti.
Gazeteciler bile çekiniyordu. Ama o günleri hatırlayan biri şunu diyecekti:
“Yazı işlerinin en cesur ve serinkanlı insanı oydu...”
O günlerde gazetenin yöneticileri heyecan ve stres içinde odasına girip, “Sizinle bu konuyu konuşmak istiyoruz” dediklerinde tuhaf bir şey yapmıştı.
“Bir dakika” deyip çantasını açmış, bir şişe şarap çıkarmıştı.
Sonrası...
New York Times’ın Genel Yayın Yönetmeni o günü şu cümleyle anlatacaktı:
“Şarap içtik ve haberi konuştuk...”
Amerikan derin devletini sarsan “Pentagon haberleri” işte böyle yayınlanmıştı.
1992’de yönetimi devrederken gazete çalışanları önünde yaptığı konuşmasını, oğluna seslendiği şu cümleyle bitirdi:
“Artık kafeteryada görüşürüz...”
NOT: Yazıdaki bilgilerin bir bölümünü, onun hakkında Wall Street Journal’da çıkan haberden aktardım.
Paylaş