Paylaş
Çocuk doğduktan sonra annesine getirdiler.
Annesi başını çevirdi, görmek istemedi.
O an annenin hareketini görenler çok şaşırdı.
Oysa, annenin yeni doğan çocuğuna başını çevirdiği o an, 20’nci yüzyılın en dramatik hayat hikâyelerinden biri başlıyordu.
Bir “Külkedisi” masalı.
Sonu mutlu değil, mutsuz, çok mutsuz biten bir “Külkedisi” masalı.
Bu hikâye New York’ta değil, çok uzaklarda, Yunanistan’da başlamıştı
* * *
Evangelia Kalogeropulos, tipik bir Yunanlı kadındı.
Genç yaşta George adlı bir adamla evlenmişti.
Önce Jackie adını koydukları bir kızları olmuş, o 6 yaşına geldiğinde Vasily adını koydukları bir oğlu dünyaya gelmişti.
Her Yunanlı gibi o da bir erkek çocuğu bekliyordu ve sonunda muradına ermişti.
Ancak Vasily tifüse yakalanıp öldü.
Evangelia bu ölümden kocasını sorumlu tuttu.
Çünkü kocası eczacıydı ve çocuğunun ölümünü engelleyememişti.
Çocuğunun bir katili de, ülkesinin sefaleti ve yoksulluğuydu.
Karar verdi.
İkinci bir erkek çocuk doğuracaktı ve onu sağlık imkânları çok daha iyi olan bir ülkede dünyaya getirecekti.
New York’a göç ettiler.
İkinci çocuk doğdu.
Hemşireler onu annesinin yanına getirdiler.
Ama doğurduğu çocuk erkek değil, kızdı.
Evangelia çocuğa baktı ve başını çevirdi.
* * *
İlk kızları Jackie, çok güzeldi.
Annenin istediği bütün vasıflar onda mevcuttu.
Anna Maria ise çirkin bir kızdı.
Yüzü ergenlik sivilcesi ile doluydu.
Üstelik tiroid bozukluğu olduğu için durmadan şişmanlıyordu.
Anne bütün ilgisini Jackie’ye verdi.
Onu şan derslerine gönderdi.
Bütçesinin imkân verdiği en güzel elbiseleri aldı.
Oysa Anna Maria’nın sesi çok daha güzeldi.
Ona özel hocalar tutulmadı. Mahalledeki parasız şan derslerine gitti.
Radyoda kendine iş buldu.
Ama ne yapsa, annesinin gözünde hiçbir şey değişmiyordu.
O, evin “Külkedisi”ydi.
Ve ne yazık ki, beklediği şarmant prens de hiç gelmiyordu.
* * *
Prens gelmedi ama, yeteneği ona hayatın kapılarını açtı.
Annesinin, güzel kız kardeşinin adını, yakınlarından başka kimse öğrenemedi...
Ama Cecilia Sophia Anna Maria’nın soyadı, bütün dünyada tanındı.
Çünkü o soyadı “Callas”tı.
Benim idolüm, paparazzilerin yakalayamadığı aşkım, dünyanın tanıdığı en büyük diva Maria Callas.
Şöhret geldi, ama beklediği prens gelmedi.
Mutsuz doğdu, daha mutsuz öldü.
La Callas’a sığmayan bir mutsuzlukla öldü.
Belki de mutsuzluk ona en yakışan elbiseydi.
Çünkü ben onu hüzünlü bir olağanüstü kadın olarak tanıdım.
Üzerinden hiç eksiltmediği hüznüyle sevdim.
Ve o hüzünle hatırlamaya devam ediyorum.
* * *
Reha Muhtar geçen pazar onun için çok güzel bir yazı yayınladı.
En büyük aşkının Onasis olduğunu yazdı.
İtirazım var.
En büyük aşk, en büyük mutsuzluğu getiren aşksa belki evet.
Ama bu ay başında Fransa’da yayınlanan bir kitap, onun en büyük aşkının, herkesin sandığının aksine, İtalyan işadamı Meneghini olduğunu iddia ediyor.(*)
Bu kitapta Maria Callas’ın, Meneghini’ye yazdığı 63 mektup yayınlandı.
Her biri tutkuyla yazılmış 63 mektup.
İnsan o mektuplara bakınca, düşünüyor.
Bir kadının en büyük aşkı kimdir?
Ona en büyük ıstırapları çektiren mi?
Yoksa onun başka tutkularına katlanabilen bir erkek mi?
Kayahan’ın en sevdiğim şarkılarından biri “Büyük Aşkım”dır.
Bir erkeğin büyük aşkını bilebilirim.
Bir kadının büyük aşkını ise, ancak onun ölümünden sonra anlayabiliriz.
Bir de geriye kalan mektuplardan...
(*) Rezo Allegri: “Maria Callas; Lettres d’Amour”, Robert Laffont, 2010
Paylaş