Paylaş
Ne bendini aşan nutuklar, ne şehvetten başı dönmüş belagat, ne ateşli sözler, ne şu, ne bu...
Son günlerde hiçbir söz beni bu kadar etkilemedi.
“Bir gün bir başka hayatta, ikimiz de kedi olduğumuzda sana anlatırım...”
Ne anlatırım?
Belki hiç önemli bir şeyi değil...
Belki çok önemli bir şeyi...
Ama bugün anlatamadığım bir şeyi...
Eski bir sevgiliye, bir arkadaşa...
İntikam ateşiyle cayır cayır yanan eski bir kindara...
Kinini sürdüren bir neslin ahvadına...
Hayatını, bitip tükenmek bilmeyen bir kan davasına adamış aşiret mensubuna, ne bileyim bir arkadaşa, hatta dosta...
Yani artık aynı dili konuşmadığımız, anadilimizi bile ecnebileştirdiğimiz ötekiye...
Söyleyebileceğim tek ve yegane şey işte bu: “Bir gün bir başka hayatta ikimiz de kedi olduğumuzda anlatırım...”
Bu demektir ki...
Ben anlatırım...
Belki sen de anlarsın...
Çünkü bir gün o gün gelirse, ikimiz de artık kedi dili konuşuyoruz demektir.
Nereden çıktı bu kedi dili derseniz, onu da anlatayım.
* * *
Beş gündür münzevi bir akıştayım.
Issız bir koyda müzik dinliyorum.
“İnsanlığın gizli tarihi” üzerine bir kitap okuyorum.
Hiç kimseyle, ama en fazla da kendimle inatlaşmadığım, serbest dalgalanmaya bırakılmış bir ruh halindeyim. Anlıyorum ki, şahsiyetin en güçlü, en yıkılmaz olduğu anlar bunlarmış.
Kendinizi tevekkülün akışına bıraktığınız zaman “üçüncü gözünüz” faltaşı gibi açılıyor.
* * *
Bir arkadaşım var.
Başına gelen her olayı, bir işaret, bir “sign” olarak görüyor ve bunu hayatında yeni bir şeylerin başlangıcı olarak kabul ediyor.
Benim başıma gelen de “Vanilla Sky” filmi oldu.
Bir hafta içinde üç gece yarısı, filmi yeniden baştan sona seyrettim.
Birçok sahneyi unutmuşum.
Seyrettikçe filmi daha çok sevdim.
İşte o filmin bir sahnesinde, Tom Cruise, Penelope Cruz’a geçmişlerine ait bir şeyi anlatmasını istiyor.
Penelope Cruz işte bu cevabı veriyor:
“Bir gün bir başka hayatta, ikimiz de kedi olursak anlatırım...”
* * *
Issız koyda hep düşündüm.
Birbirimize anlatamadığımız, oysa anlatmamız gereken ne kadar çok şey var...
Ne yapalım...
Kader...
Belki bir başka hayatta, yine hep birlikte kedi olduğumuzda belki...
Yani yeniden bir millet, bir toplum olduğumuzda...
Hepimiz aynı dilli konuştuğumuz, hepimiz aynı Allah’ın çocukları olduğumuz, hiçbirimiz Allah’ın sadece bizim Allahımız olamayacağına inandığımız bir gün, bir başka hayatta...
SOKAK BİENALİ yasaklandıysa ben de ev bienalimi açıyorum
İSTANBUL bugünlerde harika...
Bienal bütün yaratıcılığıyla devam ediyor.
İstanbulart harika...
Modern sanatın kalbi şehrimizde, bizim kalbimizde atıyor.
* * *
Tek üzüntüm, bienalin sokak etkinliklerinin yasaklanması.
Halbuki Türkiye bir Akdeniz ülkesi...
Sokak bu ülkeye, bu ülke sokağa çok yakışıyor.
Gezi’nin en güzel, en yaratıcı tarafı buydu.
Sokak kendi diline, kendi mizahına, kendi modernitesine kavuşmuştu.
Gezi bana göre yeni Türk gençliğinin zekâ bienaliydi.
Sokak yasaklanınca hüzünlendim.
Tabii isyan da ettim...
Sonunda, bienali sokağa çıkaramıyorsam, sokağı evime sokayım dedim.
* * *
Bundan 3 ay evvel Disney Türkiye’den beni aramışlardı.
“Bir Dilek Tut Derneği” için kampanya düzenliyorlardı.
Bunun için de size bembeyaz bir Mickey veriyorlar ve bunu tasarlamanızı, boyamanızı istiyorlardı.
Ben de kendi Mickey’imi tasarladım.
Disney’in bir sanatçısı da boyadı ve bunlar satışa çıktı.
Benim
Mickey’im “Spiderman”di, yani Örümcek Adam.
Dün aklıma geldi, yaptığım işi Instagram’a koydum ve anında büyük ilgi gördü. Size de tavsiye ederim.
Kendi kendinize bir “House Bienali” düzenleyin.
Hayatta her şey tasarımdır.
Bir objeyi boyayın.
Obje bulamazsanız kendi yüzünüzü, kolunuzu, bedeninizi boyayın.
Evinizde her gün elinize aldığınız bir objenin ayrıntılı fotoğrafını çekin.
Bunu arkadaşlarınızla paylaşın.
Madem sokak sanata kapandı, evimiz sanata açılsın.
İnanın insana çok iyi geliyor.
Yaşasın sanat... Yaşasın sokak.. Yaşasın “House Bienalimiz...”
İşte onu yasaklamaya kimsenin gücü yetmez...
Paylaş