Paylaş
Çok tuhaf bir gün...
Gündem çok kalabalıktı...
Siyasette izdiham vardı...
Lakin benim için çok tenhaydı... Issızdı...
*
Bir gece önce bütün Türkiye o malum televizyon tartışmasını izliyor, konuşuyordu...
Dört gazeteci soruyor, İçişleri Bakanı da konuşuyordu...
Her taraftan mesaj akıyordu cep telefonuma...
Bir o programdan, bir Twitter hesaplarından...
*
Bense “Fargo” filminin o harika son sahnesindeki katil Gaear Grimsrud gibiydim...
Elimde zap aleti, ağzım hafif açılmış, manasız bir ifadeyle ekrana bakıyordum.
Yani biraz sonra kalkıp, kapıda durmadan bağıran o görünmeyen suç ortağımı alıp, tepetaklak hızarın içine sokacak gibi bir haldeydim.
Halimin hülasası şöyleydi:
Konuşulan çok konu vardı, yazacak konu bulamıyordum.
Memleketin çok meselesi vardı ama kendi meselelerim daha fazlaydı.
Herkes birbirine konuşuyor, bense kendime bile seslenemiyordum.
Programı izleyen kız kardeş ve yeğenlerin WhatsApp gruplarında müthiş bir geyik sürüyordu...
Programı seyredip seyredip çok eğleniyorlardı.
Oturup onları yazsam herhalde günün en eğlenceli yazısı olurdu...
Lakin ona bile üşendim, vazgeçtim.
*
Programın ilk 40 dakikasının sonunda televizyon karşısındaki Fargo katili gitmiş, yerine bezgin bir Bekir gelmişti.
Hadi biraz streaming platformlarda dalayım dedim...
Beyhude...
1960’ların vintage İtalyan filmlerini tüketmişim.
“True Crime”, gerçek polisiyeler desen ikinci seyredişleri bile çoktan bitmiş.
Belgesellerden kala kala Antarktika boğazını kürekle geçen kayıkçılar kalmış...
O da yarısına gelmeden beni bezdirmiş.
Long Island seri katilini anlatan belgesele daldım...
Çözülemeyen seri cinayetleri daha da çözümsüz hale getiren bir kaos...
Maçlar desen Fransa’da belli olmuş, heyecan yok...
Tek umut La Liga’nın son gününde...
Eeee işte böyle bir ortamda sürüne sürüne uyumaya çalıştım...
Uyuyamadım tabii...
*
Sabah uyandım, akşamdan kalmayım...
Ama hiç böyle bir akşamdan kalmalık görmedim.
Hayatımda ilk defa içki dışında bir şeyle akşamdan kalmayı yaşıyorum...
Nedir bu diye düşünürken saat oldu öğleden sonra 3...
İşte tam o sırada Hızır yetişti...
*
Hızır dediğim Sedat Ergin...
“Soli Özel’le Cengiz Çandar’ın YouTube’daki söyleşisini mutlaka izle” dedi...
Başladım ve takılıp kaldım...
Bir akşam önceki programın damağımda bıraktığı o bütün “bitter” tat gitti.
Günlerdir şu İsrail’de Filistin’de ne oluyor...
Cengiz Çandar hâlâ yazsaydı da bize şunları anlatsaydı diye düşünüyordum.
Soli Özel de benim gibi düşünüyormuş. “Hadi bize ne olup bittiğini anlat” dedi.
Cengiz anlatmaya başladı.
Ama tam bir sürpriz...
*
İlk cümlesi şu oldu:
“Bundan 40 yıl önce militan olarak Filistin’e gittim.
Sonra gazeteci olarak gittim.
Netanyahu daha dışişleri bakan yardımcısıyken onunla kahvaltı ettim.
Sonra arkadaşlıklar vesaire için gittim.
Kırk yılda bu bölge hakkında çok şey öğrendim. Her şeyi biliyordum.
Ama bugün bütün o bilgilerin artık hiçbir anlamı kalmadı.
Bugün artık bambaşka bir İsrail ve bambaşka bir Filistin var...”
*
Evet Türkiye’nin hiç şüphesiz en büyük Filistin uzmanı Cengiz Çandar epeydir girdiği sessizliğini böyle bozdu ve ilk cümlesi de bu oldu.
Hepinize tavsiye ederim bu konuşmayı...
*
O video konuşmasını izlerken gözüm, Soli Özel’in yan tarafındaki duvarda asılı afişe takıldı.
Bizim kuşağımızı en çok etkileyen filmlerden birinin afişiydi...
“Butch Cassidy and Sundance Kid...”
Afişte filmin son sahnesi vardı.
İki kanun kaçağının sıkıştırıldıkları evden fırlayarak çıkışlarını anlatan o şahane sahne...
Ne yazık ki, bir tür intihar çıkışıydı...
İki kahramanımızı da artık ölüm bekliyordu...
*
Ne tuhaf...
Aslında ikisi de kanuna karşı gelen iki haydut...
Ama ikisi de mecbur kalmadıkça öldürmüyordu...
En güzeli de ölüme giderken bile gülüyorlardı...
Salonda seyreden herkes o iki kanun kaçağından yanaydı...
1971 yılıydı...
12 Mart hepimizi darmadağın etmişti...
Cengiz, Filistin’de kafasında poşuyla dolaşıyordu.
Ben Paris’te uzun mantomla St. Germain kafelerinde çocukluğumun kayıp varoluşçuluğunu arıyordum.
Bir süre sonra Cengiz, askeri rejimden kaçıp, takma isimle Paris’e gelecek...
Ve hayat devam edecekti...
*
Evet Soli Özel ve Cengiz Çandar’ın Filistin üzerine yaptığı bu YouTube sohbetini sonuna kadar seyrettim...
Sonra Spotify’a girip filmin şahane şarkısını üç kere üst üste dinledim.
“Raindrops keep falling on my head...”
Tıpkı Snoopy’nin hiç hafızamdan çıkmayan o dünyanın en naif karesi gibi...
“It always rains on my generation...”
O yağmurlar hep bizim neslimizin üzerine yağar....
*
Ülkemde hayat böyle gelip geçti işte...
Bizim neslimizin tepesine yağan yağmurlardan, çakan şimşeklerden...
“Birlikte ıslandık biz bu yağmurda” şarkılarına...
Beethoven dinleyen İslami aydınlardan...
Nargile kafe köşe yazarlarına....
*
Önceki gece ve dün tuhaf bir gündü...
Türkiye’nin konuştuğu çok şey vardı...
Gündem çok kalabalıktı...
Benim içim ise çok tenha...
*
Gece o programı seyrederken fark ettim ki...
Bu hayat Cengiz’e, bana, benim kuşağıma çok fazla şey öğretmiş...
Ama galiba şimdi bütün o bildiklerimizi unutma zamanı geldi...
“Eski Türkiye” denilen o masum yıllar için de...
Yeni Türkiye denilen bugün için de...
Unutma zamanı...
Veya...
En azından Yılmaz Erdoğan’ın “Kelebeğin Rüyası” filminde dediği gibi:
Unutamıyorsak bile hatırlamama zamanı...
*
Teşekkürler Soli...
Teşekkürler Cengiz...
Çok özlemişim sizi...
Ve Türkiye’nin masum yıllarının sohbetlerini...
İdeallerini...
Tabii ki hayal kırıklıklarını...
Paylaş