Paylaş
Bir tür bitkinlik ümüğünüzü sıkmış bırakmıyor.
Görmek istemiyorsunuz, duymak istemiyorsunuz, okumak istemiyorsunuz...
Çok iyi anlıyorum.
Çünkü ben de öyleyim.
***
Teşhisi şu...
Seçim yorgunluğu... Atipik kaybetmişlik sendromu...
Merak etmeyin, tedavisi de kolay... Üç hafta siyasi detoks.
Yapacağınız şunlardan ibaret:
Haber kanallarından uzak durun.
Bağırış çağırış, küfür kıyamet tartışma programları, hele hele o sinirinizi bozan borazanlar...
Aman ha... Size uzak dursun...
Haşa o size uzak dursun, siz onun mahallesine bile uğramayın.
Erkekseniz, kadınlardan uzak durun. Kadınlar daha fanatik... Yenilmişlik duygusu daha baskın.
Evde, arkadaş grubunda, işyerinde konu açıldı mı dalga boyu değiştirin, başka konuya geçin.
Yok ötekiler geçmiyorsa kaçın oradan...
Siyasi detoks yapın...
Kitap okuyun, gazetelerin magazin sayfalarına bakın...
İlle bir şeye üzülmek istiyorsanız, gözyaşı kontenjanınızı başka acılara kullanın.
Serdar Ortaç’ın sağlığı sizin için memleketin halinden daha önemli olsun.
Gülün... Durduk yerde gülün... Deli deseler bile aldırmayın... Kahkaha atın...
Komik selfie’ler yapın...
Memleketin haline gülemiyorsanız, palyaço veya tavşan kardeş kılığına girip kendi halinize gülün...
Tam mizah dergileri zamanıdır...
Yazı uzatmaya bakın...
Hava durumu sizi memleketin siyasi durumundan çok daha fazla ilgilendirsin...
Kısaca arkadaş, madem ülkeniz yapamıyor, siz kendiniz yapın.
***
Şimdi hazırlanın... Hep birlikte siyasi detoksa giriyoruz.
Depolitize olacağız. Bir süre başka şeyler konuşacağız.
Ve çok iyi olacak...
En mutlu kuşaklar 80’lerin çocuklarıydı
BİLİYORUM diyeceksiniz ki, “Depolitize olmak adaba ve vatandaşlık bilincine aykırıdır...”
Hiç öyle düşünme arkadaş... Bizim nesillerimize depolitize olmanın en büyük ayıp olduğunu söylediler. Bakın size çok samimi bir şey söyleyeceğim. Bütün tarihi boyunca Türkiye’de en mutlu kuşak 80’ler kuşağı oldu.
Çünkü 12 Eylül’de bizim kuşağımız, yani rızkını sadece siyasetten çıkaran ağır abiler kendi derdine düştü. Onlar dillerindeki ve ellerindeki Kalaşnikofları gömünce, memlekete sükûnet geldi.
‘Durgun Akardı Don’, ‘Tütün’, ‘Kızıl Süvariler’ gibi sıradan kitapları okuma mecburiyeti kalktı.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ı yeniden keşfettiler. Oğuz Atay gönderildiği postmortem sürgünden döndü.
Yusuf Atılgan’ı başka türlü okudular.
Şiir yine yükseldi.
Çeviri kitaplar hayatımıza girdi.
O ağır abiler çok küçümsediler
80 çocuklarını...
1950’lerden beri ilk defa bir nesil onların elinden çıkıyor, onların istediği kitapları okumuyordu.
Dernek cemaatçiliği bitmiş, konsantrasyon kampusları yeniden dünyaya açılmıştı. O kuşak ilk defa üniversite kampuslarında özgürce yaşamanın keyfini çıkardı.
El ele gezdiler rahatça...
İktidarda tonton bir Özal vardı...
Bugün bakın, etrafta hâlâ özgür kafalı işadamları, yazarlar, sinemacılar varsa...
80 kuşağının çocuklarıdır.
Ağır abiler çok hor gördüler onları... Küçümsediler...
Ne yazık ki, döndüler ve yine beyinlerimizin içine ettiler...
Oysa ne ‘What a wonderful world’dü
HER gece yatağa, ertesi gün kalkamamak duygusuyla giren insanları “Günaydııınn” diyerek uyandırmanın insani bir sanatı varsa... Her sabah güne öldürmek veya ölmek için başlayan askerlere “Ne harika bir dünya” diyerek hayatı anlatmanın bir usulü adabı ve güzelliği varsa... O adam “Vietnam” gibi bir Amerikan neslini heba eden ülkenin başına “Good morning” kelimesini koyarak, savaşa karşı olmaya umutlu bir estetik katabilmişse...
“What a wonderful world” şarkısını kim bilir kaç neslin umut ve mutluluk haykırışı haline getirmişse... Ve o adam bir gece kendini asarak bu dünyaya veda etmişse... O adamın arkasından ağlanır arkadaş...
Bizler gibi cemaat evlerinde, her gün ne idüğü belirsiz davalar için iman tazelemen gereken derneklerde, “Duvardaki alelade bir tuğla olmayı” kabullenirken... Çocuklarımız “Ölü Ozanlar Derneği”nin sahip çıkıcı dayanışması ile büyümüşlerse... Ve bütün bu hayranlığın arkasında, bugün artık ‘ölü ozan’ haline gelmiş bir sanatçı varsa...
O sanatçı Robin Williams ise...
O adamın arkasından ağıt da yakılır arkadaş...
Hak etmiştir...
Gani gani hak etmiştir...
Hıristiyan duasını da, Yahudi duasını da, Müslüman duasını da... Budist duasını da...
Ateist ağıdını da...
1980’lerin sonunda duvarlar yıkılırken hep birlikte “What a wonderful world” şarkısını söylüyorduk.
Umutluyduk, birbirimize sarılıyorduk.
Oysa şu halimize bakın...
Ozanlar ölürken, cellatlar Gılgamış kadar ihtirasla ölümsüzlüğün peşindeler...
Siyasi detoksa girenler için kaçış repertuvarı
MILKY CHANCE Stolen Dance... Bugünlerde hayat dansının çalınmış olduğunu hissedenlere harika bir şarkı.
Biraz bezgin bir ses, ama olağanüstü bir ritim...
CALVIN HARRIS Summer... Bu yazın patlayan şarkısıydı... Yazı uzatmak isteyenlerin milli marşı... Aman yüksek volüm...
PATRICK WILSON Lighthouse... Yves Saint Laurent’nin hayatını anlatan filmde dinledim.
Kaçıp, her şeyi unuttuğunuz yalnız bir gecenin fon müziği...
Paylaş