Paylaş
Via Veneto'dan yukarı doğru çıkıp, Federico Fellini Meydanı'na geliyorum.
Marcello Mastroianni'nin o harika güneş gözlüğüyle, ölümsüz bir ikona gibi dolaştığı sokaktayım.
Olağanüstü kadınların ve erkeklerin malta’sı burası.
Onların havalandırmaya çıkarılmış hayaletlerinin volta attığı yerler...
Atılan her adımın kendi ayak izini anında sildiği kaldırımlardayım...
VERİLMEMİŞ BİR RANDEVUYA GİDİYORUM
Meydanı geçip, ormanı andıran bir parka giriyorum.
Burası bir zamanlar İtalya’ya ve Vatikan’a hükmeden Borgia ailesinin villası...
Villa Borghese'de hiçbir zaman verilmemiş bir randevuya gidiyorum.
Mehmet Ergüven'in 'Pusudaki Ten' kitabının kafama bıçak gibi sapladığı, 'Meyva sepetli erkek çocuğu' ile buluşacağım.
Artık Rönesans’ın en büyüğü kabul edilen Caravaggio'nun 12 tablosunu seyredeceğim.
Bütün erkeklik yıllarımda, tapınmanın en nirvana haline çevirdiği 'seyretmek' fiilini, hayatımın eylemine çevireceğim bir randevu bekliyor beni.
Dünyada beni en çok etkileyen müzeyi; Borghese Müzesi'ni tavaf edeceğim.
MEĞER HAYAL KIRIKLIĞI İLE RANDEVUM VARMIŞ
Kapıdan içeri girerken, kaderin yıllardır hayal edip de bir türlü gerçekleştiremediği bu kavuşmayı alnıma yazmadığını bilmiyordum.
Öylesine gitmiştim...
Kendimden emin, bilet gişesine doğru yürüdüm.
Gözümde, Tansu'nun dedesinden miras kalan vintage bir güneş gözlüğü var.
Siz istediğiniz kadar gülün, ben kendimi Dolce Vita'daki Marcello gibi hissediyorum.
Bilmiyordum, meğer bir hayal kırıklığıyla randevulaşmışım.
Kapıdaki bilet satan kız, İngilizce “Pazartesiye kadar bilet yok” diyor.
Günlerden perşembe ve ben hayatımda ilk defa bir müzede, bir hafta boyunca bütün biletlerin satıldığına tanık oluyorum.
New York’ta aynı gün hem Gugenheim’ı, hem MoMA’yı, hem Neue Museum’a gitmişim, anında bilet almışım.
Louvre’a kaç kere gittiysem, o an girmişim...
O an, hayatımda belki de hiç yapmadığım bir imtiyazı kullanmak istiyorum.
“Ben gazeteciyim” diyorum ve cüzdanımın artık neresinde olduğunu unuttuğum basın kartımı bulup göstermeye çalışıyorum.
Kız, umursamaz bir ifadeyle yüzüme bakıyor ve “Yapacak hiçbir şey yok” diyor.
“Ama yarın dönüyorum” diyorum, yüzüme mümkün olan en sempatik ifadeyi oturtmaya çalışıyorum.
SONUNDA TORPİLLE MÜZEYE GİRİYORUM
Umut yok ve kös kös dönüyorum...
Ama Allah'tan, Türkiye’nin Roma Büyükelçisi Hakkı Akil var.
Önce Ferzan Özpetek'i, sonra Cem Yılmaz'ı ve Roma’ya giden herkesi kendine hayran bırakan Büyükelçi, kısa zamanda kurduğu harika ilişkileri sayesinde sorunumu hallediyor.
Ertesi gün saat 15.30’da Borghese Müzesi'nin kapısından giriyorum.
Çok yoğun ilgi nedeniyle bütün ziyaretçiler için kalış süresi sadece iki saat.
Kapıdan daha girerken, kendimi bir Visconti filminin harikulade dekorunda buluyorum.
Ve 'seyretmek' fiili, gerçek bir sanatsal ibadete dönüşüyor.
Biraz sonra sanat da gidiyor ve geriye, bütün hayatım boyunca aradığım bir estetik vahası kalıyor.
Artık ruhumun ve bedenimin, seyrettiğim güzelliklerle tekleşip, hayatıma mana verdiği bir hakikatin arafındayım.
İnanç, estetik, erkek ve kadın bedeni, hareket, efsane, yüceltme, arzu, tutku, kıskançlık ve insana ait bütün hasletler birleşip, kainata dönüşüyor.
İşte orada ilk defa başka bir erkeğin karısını seyretmeye başlıyorum.
ÇİFT’LEŞMEK SEN VE BEN OLMAK TEK’LEŞMEK
Salonun ortasında bir kadın sere serpe yatıyor.
Sere serpe ama kendini bırakmamış. Görünmeyen bir aynaya bakıyor sanki.
Kendine hayran ve hayran olmakta haklı.
Adı Pauline Bonaparte.
Borgia sülalesinin ünlü isimlerinden Camillo Borghese'nin karısı.
Başkasının karısı yani ve ben onu, en az kendiminki kadar büyük bir hayranlıkla seyretmeye başlıyorum.
O bir heykel. Antonio Canova'nın mermerden yonttuğu bir beden yatıyor karşımda.
Ama mermer çoktan taşın en katı halinden kurtulup, tenin en yumuşak sıcaklığına terfi etmiş.
Çünkü hiçbir taş, bu kadar güzel bir kadının kıvrımları karşısında taş kesilemez.
HEYKELTIRAŞINI ÇOKTAN FETHETMİŞ
Divana taammüden uzanmış. Önce kendini baştan çıkarmaya azmetmiş. Heykeltıraşını deseniz, onu çoktan fethetmiş.
Hemen anlıyorsunuz ki; hiçbir fani göz, onu tatmin edemez. Bedenini, ebedi bir temaşanın şehveti sarmış.
Tatmini ancak sonsuz bakışlarda aradığı her halinden belli.
Saçları, özenle yapılmış. Tabii ki, her sere serpe kadının en bırakmış halindeki gibi hafifçe arkaya toplanmış.
Sol bacağını hafifçe kıvırmış. Umursamıyor. Belli ki asırlar boyu da umursamayacak.
Üzerindeki örtü, saklamanın değil, teşhirin aksesuvarı haline dönüşmüş.
Bedeninin her çizgisi, kadınlık bölgelerinin her santimetrekaresi, 200 yıl sonra kendini seyredecek bir erkeği baştan çıkarmak üzere uzanmış.
SANKİ O ELMAYI BEN VERMİŞİM
Elindeyse o elma duruyor...
Paris'in alınyazısını yazacak olan elma var elinde.
Delikanlılığın en delikanlı yaşında karşısına çıkan üç kadına bakıyor.
Afrodit, Atena ve Hera...
“Hangimizi seçersen elmayı ona ver” diyorlar.
Paris, Afrodit'i seçiyor ve o da ona, 'dünyanın en güzel kadınını' veriyor.
Helen'i... Troya Savaşı'na mal olan kadını... Yani alın yazısını...
Elma, Pauline Bonaparte'ın elinde... Karşısında ben varım.
Sanki o elmayı ben vermişim ve o da bütün estetik duygularımın alın yazısını yazmaya hazır bir hat ustası gibi karşımda sere serpe yatıyor.
RUHUMA RAHMET ÇİSELİYOR
Ağır bir ihbar furyasının ortasında yapayalnız kalmış, çoraklaşmış ruhumun üzerine rahmet çiseliyor.
Anlıyorum ki; sanat sadece bir taşı yontmak değildir.
'Taşa hayat vermek' ifadesi, hissettiğim bu hayatiyet karşısında biçare kalıyor.
Anlıyorum ki; sanat bir tür çift’leşmektir.
Sonra 'sen' ve 'ben' haline gelip, 'tek’leşmektir.
Pusuda bekleyen 'ten’in, mermerle imtihanıdır.
VERDİĞİMİZ HAZLARDAN BIKMAYIZ
O, fark etmesin, istifini bozmasın diye sessizce ayrılıyorum.
Biraz sonra tek kişilik Caravaggio hanedanının mahrem koynuna gireceğim.
Goliath'ın kesik başına, hiçbirimizin anlayamayacağı bir ifadeyle bakan Davut’un karşısında dakikalarca saygı duruşunda bulunacağım.
Tabii asıl zamanımı, bana melankolik gözler ve gülücüğe dönüşememiş müstehzi bir ifadeyle bakan genç Baküs'e ayıracağım.
Ve orada Mehmet Ergüven’in o sözünü bir kere daha hatırlayacağım.
"Aldığımız hazlardan bıkarız ama verdiklerimizden asla..."
Paylaş