Ertuğrul Özkök: Ada iskelesindeki mareşaller

Ertuğrul ÖZKÖK
Haberin Devamı

Bu fotoğrafı ilk defa görüyorum. Yer Büyükada... Adanın vapur iskelesinden çıkarılan bir tabut omuzlarda taşınıyor.

‘‘Yol arkadaşları’’, rahmetli Doğan Avcıoğlu'nun cenazesini taşıyorlar.

Taşıyanlar hepsi tanıdık simalar.

Sağ tarafta Mümtaz Soysal var.

Solda Yaşar Kemal.

Onun hemen arkasında ise beni şaşırtan bir başka sima.

Çocukluğumun efsanevi futbolcusu Lefter Küçükandonyadis.

İster istemez onun orada ne işi var diye düşünüyorum.

Acaba sadece Adalı olduğu için mi?

Tabii bir başka hınzır soru da aklıma takılmıyor değil.

Yoksa Lefter'in Doğan Avcıoğlu'yla bir fikir akrabalığı mı vardı?

* * *

Bu hafta Hikmet Özdemir'in yeni çıkan kitabı ‘‘Doğan Avcıoğlu’’nu okudum.

Benim kuşağım için Doğan Avcıoğlu'nun çok özel bir yeri vardır.

‘‘Yön Bildirisi’’yle başlayan, ‘‘Devrim’’ Gazetesi'yle devam eden, bir ‘‘Türk Bonapartisti'nin’’ hayatı şimdi bize çok uzak.

Ama bütün uzaklığına rağmen bu hayatta beni çok etkileyen duraklar var.

Yine o güne, o cenazenin Büyükada İskelesi'nden çıktığı güne dönüyorum.

O küçük, tenha kalabalık yavaş yavaş ada yokuşunu tırmanır.

Doğan Avcıoğlu'nun tabutu, bir faytonun içindedir.

Yukardaki mezarlığa varan kalabalıkta başka tanıdık simalar vardır.

Mesela Uğur Mumcu.

Hemen yanında Hasan Cemal, Uluç Gürkan, İlhan Selçuk, Turgut Kazan.

Ve iki ünlü asker: Muhsin Batur ve Cemal Madanoğlu.

Kimdir bu insanlar?

Doğan Avcıoğlu'nun ‘‘yol arkadaşları’’.

Oysa ölümünden bir hafta önce eşine, ‘‘Sakın onlara haber verme’’ diyerek, artık küntleşmeye başlamış bir kırgınlığını ifade etmişti.

Onları parlamenter demokrasiye boyun eğmişlikle suçlamıştı.

Çünkü Doğan Avcıoğlu'nun gözünde onların her biri ‘‘Mareşal’’di.

* * *

İlhami Soysal, 1984 yılında Hikmet Özdemir'e yazdığı bir mektubun dibine şöyle bir not düşmüştü:

‘‘Bilmem Doğan'la konuşurken, Mümtaz'la konuşurken hiç geçti mi? Bir anı olarak sende kalsın. Biz Kurucu Meclis döneminden başlayarak bir grup birbirimize sürekli olarak ‘Mareşal' diye seslenirdik.’’

Arkasından o ‘‘Mareşallerin’’ listesini verir:

‘‘Mümtaz, Doğan, ben, Altan Öymen, Coşkun Kırca olarak sanırım beş kişiydik.’’

En büyük mareşal Doğan Avcıoğlu’ydu.

* * *

Evlendiği gün eşine şunu söylemişti:

‘‘Ya başbakan olurum, ya da asılırım.’’

Hayret, ben bu sözü bir başka yerden daha hatırlıyorum.

Siyaset atıldığı gün şu sözü söyleyen Özal'dan:

‘‘Benim iki gömleğim vardır. Biri bayramlık, öteki idamlık.’’

Ama ikisi arasında büyük bir fark vardı.

Doğan Avcıoğlu, demokrasiye hiç inanmıyordu.

O, sadece ve sadece en büyük devrimci güç olarak gördüğü Türk Silahlı Kuvvetleri'ne güveniyordu.

Onun gözünde bu radikal askerler, birer ‘‘silahlı entelektüeldi’’.

Erken ve zamansız biten hayatının son projesi, işte bu ‘‘silahlı entelektüellere’’ bir ‘‘iktidar programı’’ yazmaktı.

‘‘Son Jöntürk'ün’’ işte bu projesi yarım kalmıştı.

‘‘Kopenhag kriterlerine’’ doğru yürümek isteyen Türkiye'ye sanki bir siyasi prehistorya gibi gelen bu fikirler, bundan sadece 20 yıl önce telaffuz ediliyordu.

O düş kırıklığı içinde, 25 Ekim 1981 günü İstanbul Çamlıca'daki evine gelen Hasan Cemal'e, ‘‘Türkiye'de çok partili oyun tümüyle sona ermiştir. Demirel ve Ecevit bitmiştir’’ diyordu.

Oysa biri başbakan, öteki cumhurbaşkanı oldular.

Ya yol arkadaşları...

Uğur Mumcu öldürüldü. İlhami Soysal'ı bir kazada kaybettik.

Uluç Gürkan, onun ‘‘zaman kaybı’’ olarak gördüğü sosyal demokrat bir partiden milletvekili.

Hasan Cemal, liberal ve demokrat görüşleri savunan bir yazar.

Lefter hálá adasındaki o yalnızlığın ve tenhalığın içinde.

İlhan Selçuk hálá o inançlı yazar.

Muhsin Batur ve Cemal Madanoğlu dürüst birer asker emeklisi olarak aramızdan ayrıldılar.

* * *

Peki ama biz Kopenhag kriterlerine bu kadar uzak, bu kadar aksi istikametteki hayatlardan niye böylesine etkilendik?

Galiba yine benim o eski tezime dönüyoruz.

Her Türk erkeğinin içinde bir Enver, her Türk kızının içinde bir Çalıkuşu Feride yatar.

Bize bu aykırı hayatları sevdiren de, işte içimizdeki bu hiç sönmeyen ateş olsa gerekir.

Yazarın Tüm Yazıları