Paylaş
Onu Türk magazin tarihine geçiren olaylarından biri “bir gün” süren evliliğiydi. Geçen gün Jülide Ateş’in programında o bir günlük evliliğini anlattı.
Bozulmasının arkasında bir evlilik sözleşmesi hikâyesi varmış.
Tesadüf dün bunu okuduğumda, Tansu ile benim evliliğimizin 50’nci yıldönümüydü.
*
Tansu’yla 24 Ekim 1970 günü İzmir’de evlendik.
Ertesi gün, yani 25 Ekim 1970 günü Türkiye’de insanların evlerine kapatılarak yapılan son nüfus sayımı günüydü.
İlk günümüzü, bugün Swissotel olan, Büyük Efes Oteli’nin Kordon’a bakan bir odasında geçirdik...
Hande’nin evlilik sözleşmesi hikâyesini okuyunca o güne, o odaya döndüm.
Ve bir şeyi hatırladım...
Tansu’yla benim de bir evlilik sözleşmemiz vardı...
Bu sözleşmeyi Büyük Efes Oteli’nin odasındaki o günümüzden bir yıl sonra Paris’te yapmıştık...
Muhtemelen Türkiye’nin ilk evlilik sözleşmesiydi...
*
Bir pazar sabahıydı...
Parislilerin “Chambre de bonne” dedikleri, evde çalışan kadınlara verilen küçücük bir odada yaşıyorduk...
Yataktaydım...
Radyoda harika bir şarkı çalıyordu...
Birazdan Fransız Komünist Partisi’nin pazaryeri eyleminde bildiri dağıtmaya gidecektik.
*
Tansu üzerinde bir şortla bana kahve yapıyordu...
Kahveyi getirdiğinde ona baktım ve şunu söyledim:
“Gel seninle tek maddelik bir evlilik sözleşmesi yapalım”...
Biraz şaşkınlıkla bana baktı ve “Evlenirken imza attık ya” dedi...
“Hayır, bu orada yazılmayan bir madde” dedim...
Aynı hayretle yüzüme bakarken sözleşmenin maddesini söyledim:
“Sen hayatımız boyunca sabahları bana kahvemi getir. Ben de hayatım boyunca ne kazanırsam sana vereyim...”
Yüzündeki şaşkınlığın yerini hiç unutamadığım sevecen bir gülümseme aldı...
“Hadi kalk, pazarda kamaradlar (yoldaşlar) bizi bekliyor” dedi...
*
Ben de gülmeye başladım...
O Denizlili varlıklı bir ailenin kızıydı...
Bense İzmirli orta halli bir matbaacının oğlu...
İkimiz de sosyalisttik...
En büyük hayalimiz zengin olmak değildi...
“Karayip Korsanları”nın kaptanı Jack Sparrow gibi sadece ufka bakıyorduk...
Ve o ufukta paylaşacak bir servet değil, sadece idealler görünüyordu...
*
Giyinip pazaryerine gittik...
Yan bulanjeriden mis gibi baget kokusu geliyordu.
Pazarın orta yerinde “L’Humanite” gazetesi satan uzun saçlı bir gencin yanına durduk ve mahalle hücremizin hazırladığı bildirileri dağıtmaya başladık.
O gün dünyayı değiştirmek için yapabileceğimiz tek eylem oydu...
*
Dün Tansu ile evliliğimizin 50’nci yıldönümünü kutladık.
Pandemi şartları tabii...
Evde kızımız ve iki torunumuzla güzel bir yemek yedik...
Sonra Tansu’ya baktım...
Hâlâ Paris’teki o güzel kızdı...
*
Tansu 50 yıl boyunca bana hep çok güzel sabah kahveleri yaptı...
Bana gelince...
Hiç hayalim ve umudum yoktu ama bu 50 yıl boyunca manevi tarafı çok büyük, maddi tarafı ise kimine göre çok küçük, bana göre ise çok büyük bir servetim oldu.
Sözümü tuttum, hepsini Tansu’ya verdim...
O ise hepsini almadı...
Benimle paylaştı...
*
Sonra yıllar geçti ve bu evlilik sözleşmesine bir madde daha ekledik.
Birbirimizi çok kıskandık, ama hep şuna inandık.
“Evlilikte de mahremiyet vardır.”
Birbirimizin mektuplarını hiç açmadık, telefonlarına hiç bakmadık...
Evlilikte beraberliğin büyük keyfini de yaşadık, tek başınalığın büyük özgürlüğünü de...
Siyasi düşüncelerimiz ayrıldı, ama sevgimiz hep el ele yürüdü...
O Pink Floyd’cuydu, ben Rolling Stones’çu...
U2’cu bir kızımız, Metallica’cı torunlarımız oldu...
*
Hande Ataizi o mülakatta çok güzel bir şey söylemiş.
Diyor ki: “Önemli olan Paris’e gitmek değil, Paris’e kiminle gittiğindir...”
*
Ben Paris’e şahane bir kızla gittim... Elli yıldır hâlâ o kızla el ele gidiyorum...
Ve bu 50 yıldır bizi bir arada tutan attığımız resmi imza değil, atmadığımız imza oldu...
Sadece üç maddelik imzasız bir gönül sözleşmesi...
KOCALARIN SIRLARI MEZARA MI GİTMELİ
Alfred Hitchcock’un 1940’da yaptığı ilk “Rebecca” filmini seyrederken bu soru hiç aklıma gelmemişti...
Hatta o filmde böyle bir cümle geçiyor muydu hiç hatırlamıyorum.
Ama geçen hafta Daphne du Maurier’nin romanından yapılan bu İngiliz thriller’ın yeni versiyonunu seyrederken takıldım.
*
“Rebecca” filmde hiç görmediğimiz ölmüş bir kadının adı...
Kocası çok zengin bir İngiliz dükü...
Karısının ölümünden sonra Monte Carlo’da tanıştığı fakir bir kızla evlenip onu İngiltere’deki malikânesine getirince büyük bir sır ortaya çıkıyor.
*
İşte orada İngiliz dükü ile yeni karısı arasında şu konuşma geçiyor:
- Yeni eş: Hayatına ait hiçbir şeyi benden saklamazsın değil mi?
İngiliz dük: Evlilikte de sırlar vardır...
*
Var mıdır?
Olabilir ama asıl soru şu:
Bu sırlar eşlerden saklanmalı mı?
*
Benim cevabım şu:
Evlilikte bu soru hiç sorulmamalı...
Çünkü evlilikte de mahremiyet vardır...
Ve eşlerin de mezara götürebileceği sırları olabilir...
NİŞANTAŞI SOKAĞINI DA ‘ALLAH KORKUSU’ SARAR MI
“NEW Americana...”
“Post pandemi” dönemi Amerika’sını anlatacak olan kavramlardan biri bu olacak...
Yeni Amerikan tarzı...
Bunun en önemli sonuçlarından biri giyim tarzlarında olacak...
Amerika’da şu günlerde “lüks sokak giyim tarzının” en hızlı yükselen yeni markasının çok ilginç bir adı var:
“Fear of God”...
Yani “Allah korkusu”...
*
Böyle marka mı olur diyeceksiniz...
Oldu bile ve şu an Jay Z’sinden, Rihanna’sına birçok ünlünün sırtında bu marka var.
Kurucusu Jerry Lorenzo isimli İspanyol Afrika kökenli bir tasarımcı.
Tasarımlarına baktığınızda, “Ne var bunda ben de yaparım” diyebileceğiniz türden bir çizgi...
Basit...
Daha çok siyah ve gri üzerine kurulu...
Özellikle pantolonlar bizim eşofman altı dediğimiz sweatpant...
Rahatlık ve sadelik ön planda...
*
Ama en önemlisi giyimde yeni bir anlayış geliyor:
Giydiren kadar giyen de önemli...
BİR TÜRK MARKASININ SOKAK GERİLLA SAVAŞI
TÜRKİYE’de “New Casual” yani yeni rahatlık anlayışının kurucu babalarından olan Mustafa Taviloğlu son 10 yıldır merkez medyanın magazin sayfalarını yönetenlerine karşı büyük bir mücadele veriyor.
Bu gazetelerin özellikle hafta sonu eklerinde “Türk elitinin cumartesi-pazar sokak kıyafetlerini” fotoğraflayan bir sayfa var.
Bu elitin neredeyse tamamı hafta sonu sokağa pahalı yabancı tasarımcı ve markalarının ürünleriyle çıkıyor.
*
Oysa günlük sokak kıyafetinde Türk markaları harikalar yaratıyor...
Ama nedense hemen hiçbirinin üzerinde bunları görmüyoruz.
Kendi payıma son 10 yıldır Türk markalarını büyük bir keyif ve gururla giyiyorum ve kim ne der diye bakmadan, hepsinin reklamını yapıyorum.
*
Bu mücadelesinde Mudo’yu bütün kalbimle destekliyorum.
Bana göre sokak savaşını yanlış insanlara veriyor.
Asıl sorumlu bu elitin giydiklerini fotoğraflayan magazinciler değil, yerli giymeyen Türk eliti...
*
İşte o nedenle biraz da espriyle soruyorum:
“Nişantaşı’nı da Allah korkusu saracak mı?”
Belki de birisi çıkar ve “Allah sevgisi” diye bir marka yaratır ve Nişantaşı da giyer...
K SOPRANO’NUN FİGARO DÜĞÜNÜ
BU hafta yeni çıkan klasik müzik parçalarında çok güzelleri var.
Ama bir numaraya Mozart’ın “Figaro’nun Düğünü” operasından “K.492: Deh vieni, non tardar”ı koydum.
Pandemi sırasında harika yeni kayıtlar yayınlayan Deutsche Grammophon çıkardı ve cuma streaming platformlarına kondu.
Bertrand de Billy yönetiminde Viyana Filarmoni Orkestrası çalıyor...
Ama en çok dikkatimi çeken parçayı okuyan soprano oldu.
Güney Koreli Hera Hyesang Park söylüyor...
Son yıllarda hızla yükselen bir soprano...
Güney Kore pop müzikte K Pop başarısını gösterdi...
Şimdi K Klasik de geliyor.
Paylaş