Paylaş
Geçen salı günü Paris’in hemen bitişiğindeki Asnières’deki evin bahçesine girerken yine Visconti’nin ‘Venedik’te Ölüm’ filminin ilk sahnesini hatırladım.
Profesör Eisenbach bir vaporettoyla Venedik’e girmektedir.
Yanında büyük valizler vardır.
Çünkü bir sanat güzelliği profesörünün giyeceklerini taşımak için çok valiz gerekmektedir.
O sahne bana, yolculuk estetiğini anlatır.
Bir de şu harika cümleyi:
“Bazen yolculuk gidilecek yerden daha güzeldir...”
Bahçenin içindeki kapıdan Eisenbach estetiğini aratmayan bir eve giriyorum. Her santimetresine ‘art nouveau’nun pastel estetiği sinmiş.
Bir estetik mabedindeyim...
Yanan şöminenin yanındaki koltuğa oturuyorum, bir kadeh şampanya alıyorum...
Ve bundan tam 177 yıl önce başlayan bir yolculuğu düşünmeye başlıyorum.
YAĞMURLU BİR GÜNDE 13 YAŞINDA BİR ÇOCUK
1835’in yağmurlu bir günüydü. O gün, Fransa’nın doğusundaki bir köyde, bir çocuk evini terk ediyordu.
Jura bölgesinde, Anchay adlı bir köyde 1821’de doğmuştu. Marangozlukla uğraşan bir babanın çocuğuydu. Daha 10 yaşında annesini kaybetmiş, babasının sonradan evlendiği üvey anneyle bir türlü geçinememişti.
Erkek bir Cinderella hikâyesiydi yani...
O yağmurlu günde evini terk etmeye karar verdiğinde henüz 13 yaşındaydı. Üstünde yırtık pırtık bir elbise; elinde bir çıkın, ayağında ayakkabı bile denmeyecek bir şey...
Tek hedefi vardı...
Paris...
Ve Paris, 500 kilometre uzaktaydı.
Yolculuğa başlıyordu. Yürüyerek gidecekti.
O ÇOCUĞUN ADI LOUIS VUITTON’DU
İki yıl boyunca yürüdü.
Sadece yatacak yer ve ağzına koyabileceği bir yemek için, nerede iş bulduysa, orada çalıştı.
Paris’in varoşlarına vardığında, tam iki yıl geçmişti.
Yıl 1837’ydi. Fransa sanayi devrimine hazırlanıyordu. Bir yandan ekonomi, bir yandan işçi sınıfı büyüyordu. Bir de salgın hastalıklar... Hava ‘Venedik’te Ölüm’ filminin havasıydı. Bir yanda aristokrasi, ufuktaki burjuvazi...
Öte yanda sefalet... Ölüm.
Paris Komünü’ne, barikatlara sadece 34 yıl vardı.
O gün Paris’e giren çocuğun adı Louis Vuitton’du...
İki yıl süren yolculuğu boyunca elinde sadece bir çıkın vardı. Ama o, valizleri hayal ediyordu...
Uzun yolculuklarda insanın her şeyini taşıyacak valizleri...
Ya kader ya da kendi yazdığı alınyazısı onu Monsieur Marechal adlı bir ustanın yanına getirmişti.
Sandık yapıyordu. Yani içine ürünlerin, eşyaların konulacağı sandıklar...
Valizin prehistoryası da diyebilirsiniz.
Çok becerikliydi ve kısa sürede Paris’in en iyi sandık ustası olarak tanınmaya başlamıştı.
İşte tam o sırada şans kapısını çaldı.
Şansın adı Eugenie de Montijo’ydu...
Üstelik bu şans bir darbeyle gelecekti.
NAPOLYON BAŞA GEÇİNCE ŞANS GÜLDÜ
2 Aralık 1851, Fransa’nın siyasi tarihinde çok önemli bir gündür.
Louis Napoleon Bonaparte o gün bir darbeyle iktidarı ele geçirmişti. İki yıl sonra Üçüncü Napoleon adı altında imparator ilan etmişti kendini.
Napolyon’un karısı bir İspanya düşesi olan Eugenie de Montijo’ydi. Louis Vuitton’un sandık yapmadaki ustalığını öğrenince onu saraya davet etmişti. Böylece Paris’e gelişinin 18’inci yılında Saray’ın sandıklarını yapan usta haline gelmişti.
Tabii söz konusu saray olunca, sandığın adı da artık valiz olacaktı.
Louis Vuitton’un yolculuk estetiğini geri dönülmez şekilde değiştirecek büyük yolculuğu başlıyordu.
Ve valiz anlayışında devrimler geliyordu. Buharlı gemiler ve demiryolları seyahat fikrini gerçeğe çevirmişti. Kolonyalizm, dünyayı gezen maceraperestler, askerler yaratmıştı. Sanayi devrimiyse gezen burjuvaları...
İnsanlar artık uzaklara gidiyordu.
VALİZ DEVRİMİ BÖYLE BAŞLADI
O güne kadar valizler deriden yapılıyordu. Ancak deri su geçiriyordu. Louis Vuitton su geçirmez gri kanvası buldu.
Sonra ikinci devrim geldi. O güne kadar üstü bombeli valizler vardı. Çok yer kaplıyordu. O, dikdörtgen valiz...
En büyük devrimler, en basit fikirlerden, en aptalca sorulardan doğar. Yani birinin çıkıp, neden ille de bombeli valiz diye sorması gerekiyordu, o sordu.
Ve yaptı.
Sonra, ‘marka devrimi’ geldi. Daha 1888’de Louis Vuitton markasını tescil ettirdi. Artık şöhreti Fransa’nın dışına çıkmıştı. İlk siparişlerden birini Hidiv Emiri İsmail Paşa verecekti. Daha sonraları 2. Abdülhamid’in büyük siparişleri gelecekti. Kıymetli taşlarını saklamak için bir sandık ısmarladığı bile rivayet edilecekti. Bir ihtimal, o günkü sipariş kayıtları, önümüzdeki yıl İstanbul’da sergilenecek.
Yerine geçen oğluysa1896’da bugün bütün dünyanın tanıdığı ‘LV’ harflerinden oluşan o ünlü monogramı yapacaktı.
177 yıl önce, hayalperest bir çocuğun çıktığı yolculuk, bugün 25.9 milyar dolar piyasa değerine sahip küresel bir şirkete dönüşecekti.
2010’da yapılan bir araştırmaya göre dünyanın en kuvvetli 29’uncu markasıydı.
ÜST KATTAKİ AİLE MÜZESİNDE GÖRDÜKLERİM
Geçen Salı işte bu insanın Asniers’de yaptırdığı o evde, şöminenin yanında elimde bir şampanya kadehi, bu olağanüstü estetik yolculuğunu düşünüyordum.
Biraz sonra Louis Vuitton’un bir yöneticisi beni, küçük bir kapıdan geçirip, üst kattaki aile müzesine sokacaktı.
Etraf onun ilk tasarladığı valizlerle, sandıklarla doluydu.
Orada bir kere daha anladım.
Bazen, hatta her zaman, yolculuk bazen gidilecek yerden daha heyecan vericidir.
Akşamüzeri o evden çıkıp, bir başka yolculuğa çıkacaktım. Bu defa ucu Türkiye’ye uzanan bir yolculuk olacaktı bu....
Salonun kapısına yukardan aşağı, kuş tüyünü andıran, bembeyaz peluşlar sarkıtmışlar. Aralayarak girmeye çalışıyorsunuz ama epey boğuşuyorsunuz. Tam bittiğini düşündüğünüz sırada bu defa simsiyah peluşlar çıkıyor karşınıza.
Zorla aralayıp adımınızı attığınızda, simsiyah bir odaya giriyorsunuz. İşte orada karanlık bir Zen seansı başlıyor. Karanlık salonun tam ortasında yukardan aşağı bir ip sarkıyor.
Ucunda ışıklı, büyük, dönen bir küre var. Biraz ilerde ikinci bir odada bir başka küre daha sarkıyor. Bildik gibi gelen bir müzik çalıyor. Biraz sonra anlıyorsunuz ki, Villa-Lobos’un ‘Bachianas Brasileiras’ı çalıyor. Ama tersinden...
Hale Tenger’in ‘Strange Fruit’ adlı enstalasyonu, Paris’te ikinci yolculuğumu başlatıyor.
Yer küreye dikkatle bakınca bir şeyi fark ediyorsunuz. Küre de tersine. Yani Kuzey küre aşağıda, güneyse yukarda. Bir anda fark ediyorsunuz ki, yerleşik nizam sarsılınca, algılama da kökünden değişiyor.
Meğer Afrika ne kadar büyükmüş.
Anlıyorum ki, gerçeği tam algılayabilmek için, intizamı bozmak, bize empoze edilene kafa tutmak gerekirmiş.
İLKOKUL ÖNLÜKLERİNDEN ESİNLENEN TABLOLAR
Louis Vuitton’un, Champs Elysées’deki mağazasının en üstü bir sanat galerisi. Burada her yıl bir ülkenin sanatına yolculuk yapılıyor.
Bu yılki yolculuk Türkiye’ye...
11 sanatçı seçmişler.
Murat Akagündüz, Halil Altındere, Silva Bingaz, Canan, Gözde İlkin, Murat Morova, İhsan Oturmak, Ceren Oykut, Tayfun Serttaş, Ali Taptık ve Hale Tenger...
Çok etkileyici bir sergi. Yerim müsait olsaydı, her birini uzun uzun anlatmak isterdim.
Paris’in merkezinde, modern Türk sanatına yolculuk insana çok iyi geliyor.
Serginin sonunda İhsan Oturmak’ın ilkokul önlüklerinden esinlenen tablolarına takılıyoruz. Türklerin hayatındaki en çarpıcı ikonalardan biri bu.
Bir davetli, sosyolog Nilüfer Göle’ye soruyor: “Siz de önlük giymiş miydiniz?”
Gülerek cevap veriyor: “Ne zaman çıkardım ki...”
Çıkarken Louis Vuitton’un vitrinlerine takılıyorum. Bu yıl vitrin dizaynını ünlü Japon sanatçısı Yayoi Kusama yapmış. Vitrinin üzerinden aşağı doğru kayan ahtapot kollarındaki rengarenk düğmeler beni Namık Kemal Lisesi’ne götürüyor.
Orada lakabımın ‘Ahtapot’ olduğunu hatırlıyorum.
Bir de hiçbir başarının tesadüfi olmadığını...
Louis Vuitton böyle bir başarı hikayesi...
KOMPLEKSSİZ İŞBİRLİĞİ
Hayalperest, maceraperest, isyankar bir çocuk; yerleşik nizamı sarsan yenilikler...
Ve şimdi Marc Jacobs gibi olağanüstü bir tasarımcıyla hiçbir komplekse kapılmadan işbirliği...
Bir de sanat...
O vitrin sadece bana değil, bütün işadamlarına ve kadınlarına, 21’inci yüzyıl ekonomisinin büyük gerçeğini anlatıyor.
BİR: Artık hiçbir marka, sadece ürettiği ürünle yaşayamıyor.
İKİ: Yanına başka markaları almak, sosyal sorumlulukları yüklenmek ve bir de sanata açılmak gerekiyor.
Yani marka, hiç kıskançlık yapmadan, komplekse kapılmadan, başka markalarla yan yana gelebilmeli.
Tabii önce markalaşmış insanlarla...
Paylaş