18 Eylül akşamı

BUNDAN 4 yıl önce bir dolunay gecesi, Akbük’teki köyde, iskelenin ucunda oturmuş, düşünüyordum.

Her şeyi düşünüyordum.

Geldiğim yeri, gideceğim yeri, bulunduğum yeri.

Haruki Murakami’nin "İmkánsızın Şarkısı" romanındaki gibiydim.

İlk sevgilisine dönen bir erkek gibi, geride kalan her şeyime dönmeye çalışıyordum.

Hiçbiri artık döndüğüm yer değildi, hiçbir şey ölmüş bir aşk kadar ölü değildi ve o iskelenin ucunda yapabileceğim tek şey, şükretmekti.

Ve o gece orada kendi kendime söz vermiştim.

Bir gün son nefesimi verirken, eğer hálá gücüm kalmışsa, hayatımın bilançosunu çıkaracak ve aldığım ilk nefes gibi, verdiğim son nefeste kendi kendime şunu haykıracaktım:

"That was a good life..."

Güzel bir hayattı...

O gece dolunayın içimden serbest bıraktığı tuhaf ruhla bir şeye daha karar vermiştim.

Bir kitap yazacaktım ve adı şu olacaktı:

"İskelenin ucundaki mabet..."

* * *

Akbük’teki o iskele yıkıldı.

Önümde bomboş bir deniz uzanıyor.

Artık bu limanda ruhumu bağlayabileceğim bir karış su kalmadı.

O yüzden nomad bir hayata başlıyorum.

Bitmeyen, hiç bitmeyecek bir yolculuğa çıkıyorum.

Bir gün bir yerde şunu okumuştum ve kimbilir kaç defa oraya buraya yazmıştım.

Bazen yolculuk, gidilecek yerden daha güzeldir.

Daha heyecan vericidir.

Hatta bazen değil hep...

O günden beri yolculuklara hazırlanıyorum.

İç dünyam her an heyecan verici bir yolculuk telaşında ve kalbim pırpır.

Ruhumun saatini işte böyle keyif verici bir taşikardide ayarlıyor.

Ölmeden önce yapmak istediğim şeylerin çetelesini tutuyorum.

Son durağı olmayan, terminussuz yolculuklara çıkmak istiyorum.

Son durağı hep erteleyecek, geriye itecek ara istasyonlar hayal ediyorum.

* * *

18 Eylül akşamı Londra’da olacağım.

Coldplay konserini dinleyeceğim.

O akşam, içimdeki küçücük tarikatta bir doğum gününü kutlayacağım.

Şeyhi de müridi de aynı ruhtan mürekkep tarikatımda, Mesih o gece inecek.

Geçenlerde bir akşam Paris’te tek başıma otururken fark etmiştim.

Coldplay’in "Viva la vida"sını beş kere üst üste dinleyince, içimdeki nomad pılısını pırtısını topluyor ve başka bir yere, kimsenin cüret edemeyeceği maceralara göç ediyor.

Londra’da o ayin gecesinden sonra, kimse mani olamayacak, istediklerimi yapacağım.

Mesela, Mehmet Ergüven’e diyeceğim ki, "Gel birlikte İtalya’ya gidelim, Caravaggio’ları, Da Vinci’leri, Michelangeloları seyredelim. Sonra bir sayfaya sen yaz, ötekine ben. Hepsini bir şişeye koyup denize atalım. Balık bilmezse Halik bilir."

Yemen’e gideceğim.

Çölün ortasında Positano gibi yükselen şehirlerde güneşin batmasını, sonra da doğmasını bekleyeceğim.

Paris’te Furstenberg meydanına bakan bir evde bir süre yaşayacağım.

Bir akşam bir arkadaşımın çok ağır üzüntüsünde açtığım Romanee Conti’den bir şişe daha alıp, bu defa ağır bir gecede kendi hüznüme kadeh kaldıracağım.

Beyrut’ta bir bütün gün ve gece Wagner dinleyeceğim.

Key West’e bir kere daha gidip, Hemingway’in barlarından birinde maraza çıkartacak ve eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyeceğim.

Küpe takacağım.

Hayatımın en güzel sabah kahvelerini içtiğim şehirleri tavaf edeceğim.

Her birinin bir köşesine kimsenin fark edemeyeceği izler bırakacağım.

* * *

Ve bir gün, yıllardır çalıştığım bu odaya tavşan kardeş kıyafetinde gelip, herkese, her şeye veda edeceğim.

İnsanlar eşit doğmazlarsa, eşit ölmemeleri gerektiğini ispat etmek lazım.

Yani ölümün de şaşırtıcı bir yanı olmalı.

Eğer Toltstoy gibi, Goethe gibi ölemeyeceksem;

Eğer geriye bir efsane bırakacak ne zamanım, ne de mecalim kalmışsa, bari tavşan kardeş kıyafetine bürünüp öyle öleyim.

Kefen yerine bir tavşan kardeş kıyafeti.

Ne diyordu o atasözü:

"Ne de olsa farklı olmak adaba aykırıdır."

Eğer o adap, benim adabımsa, onun ahlakı tek kişilik tarikatımın kutsal kitabında yazılıysa;

Tavşan kardeş kıyafeti üstümde çok iyi durur.
Yazarın Tüm Yazıları