16 yıldır öğrenemediğim ‘istihbarat’

21 Ocak 1995 günü İzmir’in Karabağlar semtindeki o evde karşılaştığım insanın, 16 yıl sonra Türkiye’nin en tartışılan ismi haline geleceğini aklımdan geçirmiyordum.

Haberin Devamı

Ama içimdeki ses bana, “onunla mutlaka konuşmam gerektiğini” söylüyordu.”
Bugün geriye baktığımda aklımda kalan en önemli şey, o görüşmede bana sözü edilen bir “istihbarattı”.

23 Ocak 1995 günü Hürriyet’te Fethullah Gülen’le 6 gün süren bir mülakat yayınlandı. Mülakatı yapan kişinin adı açıklanmamıştı.
İşte o mülakatı bizzat ben yapmıştım.
Nuriye Akman Hürriyet’te çalışırken, Fethullah Gülen’le bir pazar sohbeti yapmasını istemiştim. Hatta, kendim Gülen’in o günlerde en yakınındaki kişilerden biri olan Alaattin Kaya’yı arayarak, bu isteğimizi bildirmiştim.
Kaya gerçek bir diyalog insanıydı. Bazen “Keşke yeniden devreye girse” diye düşünüyorum.
Beklemediğimiz bir gelişme oldu.
Nuriye Akman, Hürriyet’ten ayrıldı ve Gülen de işte o dönemde kendisine randevu verdi.
Bunu öğrenince, apar topar Alaattin Kaya’yı arayarak Hürriyet’i de devreyi soktum ve Sabah’tan bir gün sonra biz de yayına başladık.
Gülen’le İzmir’in Karabağlar semtinde, iki katlı bir evde görüştüm. Evde son derece terbiyeli genç insanlar vardı. Alçak bir divanın üzerine oturdu ve uzun bir söyleşi yaptık.
O gün bana, kendisine ulaşan bir “istihbarattan” söz etmişti.
Konu Türkiye’de Sünni-Alevi gerginliğiydi. Bu kutuplaşmanın “PKK’dan bile büyük bir tehlike olduğunu” belirterek aynen şunu söylemişti:
“Geçenlerde bir yerde birisi bana istihbar ettiği bir şeyi intikal ettirmişti. Müsaade ederseniz bunları tahsis ettirmeyeceğim.”
“İstihbarat” kelimesini üniversite yıllarımdan beri sevmem. Nedense bu kelimenin arkasında hep, “karanlık bazı ilişkiler” görürüm.
Hiç şüphesiz bunda, gençlik yıllarımızdaki MİT ve CIA paranoyalarının etkisi de vardır. O nedenle gazetelerdeki “istihbarat servisi” kavramının bile değişmesini arzu ederdim.
Aradan 16 yıl geçti.
Gülen’e iletilen istihbaratın ne olduğunu hâlâ öğrenemedim.
Aynı konuda 1990’lı yılların ikinci yarısında bana da ulaşan bir “istihbarat” vardı ki, tüylerimi diken diken etmişti.
Bu konu, “Devletin gizli anayasası” denilen belgede yer alan bir maddeydi. O belgeyi Türk basınında ilk defa biz yayımlamıştık. Ama o maddeyi sansürlemiştim. Dilim hâlâ onu anlatmaya gitmiyor.
Zaman zaman komplo teorisine esir olan yanım dürter.
Acaba “Gülen’e gelen bilgiyle, bana gelen aynı şeyler miydi?”

Kendisi hakkında oluşan “yanlış imajdan” şikâyetçiydi.
Ama o konuda başkaları kadar kendini de eleştiriyordu.
“Benim şahsi beceriksizliğim olabilir. Diyaloğa açığım dediğim halde pratikte bunu gerçekleştirememiş olabilirim.”
Üzerindeki baskılar konusunda da yumuşak bir yorumu vardı:
“Belki de gerçekte bizim endişe ettiğimiz kadar da baskı yoktu, insan olarak biz, böyle sanki birileri bastırıyor, biz de bastırmaya geliyoruz gibi bir şey var.”
Geçen gün kendisine en yakın yazarlardan biri olan Hüseyin Gülerce’nin ona atfen çok benzer sözler aktardığını okuduk.
Ama insan sormadan edemiyor.
16 yıldır böyle bir imaj ve diyalogsuzluk sorunu varsa, bunun mutlaka iki tarafı vardır.
Çevremdeki ona saygılı birçok insan gibi, “cemaat” adına hareket ettiği iddia edilen bazı memurların, bazı köşe yazarlarının yarattığı “yeni derin devlet” imajından çok endişeliyim.
O nedenle Karabağlar’da konuştuğum “Hocaefendi”yi çok arıyorum...

BU SAVAŞI ‘TÜRBANLI  ERKEKLER’ Mİ KAZANIR YOKSA BAŞÖRTÜLÜ KADIN MI

SON günlerde İslami kesimde, Meclis’e türbanlı kadın girmesi konusundaki tartışmaları izlerken, o mülakat aklıma geldi.
O kesimin en önde gelen yazarlarından biri olan Ali Bulaç, bu dönemde türbanlı milletvekili için kampanya yapılmasını yanlış buluyor.
Hatta bunu yapanları “beyaz komplo” kurmakla suçluyor.
“Beyaz” sıfatı ile neyi kastettiğini pek anlayamadım. Eğer “Beyaz Türkler”i kastediyorsa, bir “Beyaz Türk” olarak ben kendi görüşümü açıklayayım.
Ben Meclis’e türbanlı milletvekilinin girmesine karşı değilim.
O yüzden bir komplo aranıyorsa, beyazdan başka bir renk aramak daha uygun düşer.
O günkü mülakatta Gülen, şu ilginç sözleri söylemişti:
“Kadının baş örtme meselesi bir iman meselesi ölçüsünde önemli değildir. Önem arz etmez bunlar.”
Arkasından da şunu eklemişti:
“Zannediyorum Müslümanlığın 16’ncı, 17’nci senesinde Müslüman kadınların başı açıktı.”
Hayat bana, İslam’ın ince ayar isteyen konularında ahkâm kesmemeyi öğretti. O nedenle bu sözleri yorumlama işine katiyen girmem.
Ama Fethullah Hoca’nın o günkü görüşleri değişmediyse, bana sanki Ali Bulaç’a daha yakın duruyormuş gibi geldi.

Gelelim asıl önemli soruya: Bu tartışmadan kim galip çıkar?
“Türbanlı milletvekili konusunu bu seçimde gündeme getirmeyin” diyen “türbanlı erkekler mi”; yoksa bunun kampanyasını yapan “Başı örtülü kadınlar” mı?
Ben sözü yine 16 yıl öncesinin Fethullah Hoca’sına bırakıp aradan çekiliyorum:
“Erkeğin fiziki gücü varsa, kadının da psikolojik gücü vardır ve bunu erkeğe karşı her zaman kullanabilir.”
Ama bana “fizik mi” yener, “psikoloji mi” diye sorarsanız, hiç tereddüt etmeden cevabımı veririm:
“Kesinlikle psikoloji...”

Yazarın Tüm Yazıları