Paylaş
Unutmasak da anımsamış olalım!
Ünlü Macar besteci Bela Bartok, 1936 yılında “Nazilerin baskısından kaçarak” Türkiye’ye gelir. Anadolu’da türkü derlemesi yapacağını söyleyen Bartok’un yanına bir tercüman verilir; bir yandan da yanından hiç ayrılmayan sivil polislerin “yakın” takibindedir Bartok. Devlet, “casus” sayar Bartok’u, müzik düşkünü tercüman da “işbirlikçi” diye damgalanır.
“Önyargı” üzerine kurulmuş bir yönetim, “yargı”yı bir yana bırakır, kendi “infaz” eder. Tercüman gizlice öldürülür, Bela Bartok da Türkiye’den sınır dışı edilir.
1936’da, o yıllarda, devlet nasıl bir devlettir ki, “Görünmeyen”de görülür olur.
Çağdaşlık inancıyla “Türk Beşleri”ni Avrupa’ya müzik eğitimine gönderen Atatürk, “Görünmeyen”de olan biteni görememiş mi ola!
Acaba?
Ya gerçek neydi?
***
Bela Bartok, Macaristan’a döndükten sonra Türkiye’de yaptığı araştırmalar üzerine bir yazı yayınlar. Uzunca bir yazıdır. Müzik değerlendirmelerini bir yana bırakıp kısalttığım yazı şöyle:
“Aşağı yukarı iki yıl kadar önce Türk resmi çevreleri Paul Hindemith’in yardımı ve yönlendirmesiyle.. Avrupa çizgisinde bir musiki eğitimi örgütlemeye başladılar. Ama Türk ulusal musikisinin Türk halk musikisi temeli üzerinde nasıl geliştirilmesi gerektiğini anlatacak bir danışmanları yoktu...
Musiki folkloru üzerine üç konferans vermek üzere 1936’da Ankara’ya davet edildim. Söylemek bile gereksiz, bu daveti büyük bir zevkle kabul ettim, 1936 Ekim’inin sonunda Budapeşte’den ayrıldım..
Ankara’daki ilk haftam konferanslarla ve konserlerle geçti. Ertesi hafta geziler başlayacaktı... Besteci Ahmed Adnan (Saygun) Bey.. bana eşlik etmek üzere görevlendirilmişti... Ondan başka, Ankara konservatuarında bestecilik öğretmenleri olan Necil Kazım (Akses) Bey ile Ulvi Cemal (Erkin) Bey de Maarif Vekaleti’nin isteği üzerine bizimle geldiler. Halkevi’nin yerel şubelerine merkezden gönderilen emirde bize yardım etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaları istenmişti... Bizimle o kadar ilgilendiler, bize o kadar yakınlık gösterdiler ki, o geziyi hatırladıkça gerçekten duygulanırım.”
Ve Bela Bartok, Anadolu’dan türkü derlemek üzere, yanında Türkiye’nin üç ileri gelen müzik adamı, Ahmed Adnan Saygun - Necil Kazım Akses - Ulvi Cemal Erkin, “gıcır gıcır yeni arabamızla” diye tanımladığı otomobille yola koyulur.
“En sonunda yol diye bir şey kalmadı” diye tanımlayıp, “Uzun zaman kayalık yamaçlarda atlı arabamızla sarsıla sarsıla yol aldık” dediği derleme yolculuğu boyunca köylerde kadınların erkek yanında türkü söylemek istenmeyişlerini, Bela Bartok sık sık vurgulamakta.
Ali Özgentürk’ün “Görülmeyen”inde bir trenle Türkiye’den ayrılırken Bela Bartok, “Beni apar topar bir trene bindirip Macaristan’a geri gönderdiler” der. Ya Bela Bartok ne der:
“Çıktığım derleme gezisini gerçekleştiren herkese olan gönül borcumu dile getirmek isterim.”
***
Avrupa Birliği’nin, “2010 Yılı Avrupa Kültür Başkenti” olarak İstanbul’u seçmesiyle sağlanan maddi destekle çekilmiş bir filmdi “Görünmeyen”. 1936 yılında geldiği Türkiye’de kendisine gösterilen “çok yakın ilgi” bütün gerçekliğiyle görülür olsa da, Ali Özgentürk’ün “Görünmeyen”le, dünya çağdaş müzik tarihinin en önemli kişilerinden biri olan Bela Bartok’u devletin “Türkiye’den apar topar kovduğu adam” gibi göstermesi, “Avrupa Kültürü”nün “görünmeyen” bir yansımaydı mı acaba! “Görünmeyen’in görüleni” bu mu ola! Düşünmeye değer.
Paylaş