Erol Aksoy

Sahnede bir soluk

5 Ağustos 2008
TİYATRO sahnesinin ya bir büyüsü olmalı, ya da kişi yüreğine sinmiş bir büyüye kapılıp gidiyor da, hastalık, yaşlılık demeden eli ayağını çekemiyor o oyun yerinden. Çoğu sanatçı - oyuncu vardır, bilirim, son soluğunu vermek ister sahne üzerinde. Oyun gereği nice kez ölür de sanatçı sahnede, ya gerçekten? Mutlu bir son olur mu! Ya seyirci için? Oyunu izlemeye gelenlere "kuğunun ölümü"nü göstermek! Sahne üzerinde son soluğunu vermek dileği, bir dilekten öte, sanatına tutkunluğunun, vazgeçilmezliğin, oyunculuk sanatının kutsallığına kendini adamış olmanın dışa vuran bir söylemidir diye düşünürüm.

Suna Pekuysal’a veda

Geçtiğimiz günlerde hayata da, sahnelere de veda eden Suna Pekuysal da, oynarken son soluğunu vermeyi özleyen tiyatro sevdalılarındandı. Acı veren rahatsızlığına karşın gücü yettiğince sahneye attı kendini. Son adımı atamamış olmalı, beden artık o yürekteki tutkuyu taşıyamaz olduğundan.

Ve aklıma İzmir’de birer birer Devlet Tiyatroları sahnelerinden eksilen sanatçılarımız geldi. Türker Tekin’i kaybetmişiz. Hemen sonrasında Erdener Başar gidivermiş. Mediha Köroğlu nasıl uzaklaşıvermişti birden. Şener Ünal da öyle. Ya İstanbul’da gözlerden uzak göçüveren o iyilik simgesi Sedat Demir! Ya Oğuz Bora! İzmir’den uzak Ayça Önal, Mehmet Büyükağaoğlu ve sahnemizin tozlarına karışıp gitmiş Sibel Amaç, Adnan Altıneş...

Hepsi... hiç beklemediğimiz bir anda ya da gelmesini istemediğimiz o anda yoktu.

Sarı pirinç plakalar

İzmir Devlet Tiyatrosu
’nu, çala kalem kuruluşu sonrasında oluşturup geliştiren bu sanatçılar öyle yurt çapında yankılar uyandırmaksızın hayat sahnesinden çekildiler. İzmir Devlet Tiyatrosu’nun kuruluş yıllarındaki sanatçı yöneticileri Melek Ökte, Ragıp Haykır, sonraları Suat Taşer birer birer öldüler ve şimdi soyunma odalarının kapılarında birer sarı pirinç plaka!

Erol Amaç’ı anımsıyorum o hasta, ayakta duramaz halinde. Sahneye koyduğu "Kanlı Nigar’ın bir temsili öncesinde perde önüne çıkarmıştım. Seyirci sevgisiyle dimdik ayakta durmuştu. Sonra?

Ölümden sonra yankılana yankılana anılmak, ya da tiyatro sahnesinde bir törenlik saltanat’la uğurlanmak, hayata veda oyununda oynanan üzünçlü bir sahne olsa da, sanatçı o oyunda bir oyuncu değil ki!

Yaş geldi çattı. İsterim ben de, tiyatro denen o "tatlı bela"nın işçisi olarak son kazmayı o sahnede indirmek!
Yazının Devamını Oku

Sanat mı sıcaklar mı başımıza vurdu

29 Temmuz 2008
YAZ sıcakları bastırdı. İnsanın üstüne gün boyu bir ağırlık çöküyor. Terledikçe enerjimiz de buharlaşıyor mu ne! İşe koyulmak mı, yan gelip yatmak mı! Haydi Hamlet’e özenerek söyleyelim: "İşte mesele burada." Havanın kavurucu sıcağına mı boyun eğmek daha mertçe olur, yoksa hayat bu deyip kafa tutmak mı? Sıcak: uyuşmak. Uyuşmak: yarı ölmek!

Hele köşe yazısının başlığında "sanat" yazanlar ne yapsın, ne yazsın! Sanatçılarıyla deniz kıyılarının tatlı serinliğinde bir soluk bulmaya çalışan sanat, denizin kıyısında çalkalanıp duran İzmir’e bile uğramaz oldu bu temmuz ayında. Yazacak ne kaldı!

Hem canım bu "sanat" denilen neyse, kendilerine ’sanatçı’ payesi edinenler arttıkça başına bir "güzel" eklentisi edinerek onurunu korumaya çabalarken "güzelsanatlar" olup halk gözünde saygınlık kazanmayı başardı mı! Hele o "güzelsanatlar" müziğiyle, tiyatrosuyla, balesiyle, heykeli ve resmiyle Cumhuriyet’in açtığı kapıdan içeri itilip de zorla aramıza sokulmadı mı! Minyatürdü, ebruydu, hattatların hattı deyip şarkılarla türkülerle tek boyutlu bir yolda derinlik arayıp duruyorduk ya. O tek boyutta içine kapanmak varken iki boyutlu resme, üç boyutlu heykele, çok sesli müziğe, hele insan bedeninin işe karıştığı tiyatroya, operaya, baleye soyunup "işte sanat!" deyip açılmak !

Diyor ki kimileri işin içine felsefe karıştırıp, "Cumhuriyet’in getirdiği değerler benimsenmemiştir." Üstelik bilim adamı saygınlığı ile söylenen şu: Cumhuriyet, "iyi, doğru, güzel" olandan yana felsefesini halka benimsetemediğinden, öncesinde olana karşı yenik düşmüştür. Çok boyutlulukla yeni ufuklar arayarak yaşamak yerine, tek boyutta gömülüp kalmak!

"İyi, doğru, güzel" olanı arayan sanat, başına bir "güzel" edinse de, Cumhuriyet değerleri için savaşmak varken köşelerinden "hüküm" veren aydınlar oldukça "tek" dünyamıza sığınıp "çok boyutlu" evrene sırt çevireceğiz.

İyi, doğru, güzel bende. Sendeki mi? Bana ne !

Sıcaklar bastırdı. İnsan bunalıp da aykırı düşüncelere mi dalıyor ne! İyisi mi, sanatı kendine paye edinenlere bırakıp o sanat denen neyse, "güzel" midir değil midir, tasa etmeden bir deniz kıyısında kendimizi suların serinliğine bırakmak.
Yazının Devamını Oku

DT’de son karar:

22 Temmuz 2008
DEVLET Tiyatroları, Cumhuriyet sonrası aydınlanma döneminin bir ürünüdür. Devlet Tiyatroları, sahneye getirdiği oyunlarıyla ülkemizde olabildiğince bir ağ gibi yayılma çabasını sürdürür elliyi aşkın yıldır. Tiyatro, güzelsanatlar içinde halka en yakın eylemci bir sanat dalıdır.

Kısaca, Cumhuriyet değerlerine, inanç içinde, sanat yoluyla halka uzanış.

Devlet Tiyatroları baş rejisörlüğüne Rüştü Asyalı getirilmiş. Önemli mi!

Bugün gelip vardığımız yaşama dağdağasında ‘tiyatro’ denen eylemini, bir piyesin sahne üzerinde oyuncu sanatçılarla canlandırılması diye düşünebilirsiniz. Ola ki, güzel bir oyunu ya da adı ünlü bir oyuncuyu seyretmek için gitmişsinizdir tiyatroya.

Bir de Cumhuriyet'in kurulduğu yıllara gidin, düşünün.

Ben Devlet Tiyatroları’nı, halkımızın uygar düşünce dünyasına açılma çabasının ülkemize özgü bir ürünü olarak görmüşümdür sürekli. Tiyatro, opera, bale gibi “masraf kapısı” sanat dallarından devlet elini çektiğinde bu eylemci sanatların birkaç kentte sıkışıp soluksuz kalması beklenmeyen bir sonuç değil.

Devlet Tiyatroları 1950 sonrası başlayan görkemli çıkışından çok sonra siyasal görüşlerin el atmasıyla kargaşalar yaşamış, yine de Atatürk’ün piyes yazdırıp neredeyse dramaturgluğunu yaptığı tiyatro yolundan sapmama direncini göstermiştir.

Çocukluk yıllarından başlayarak tiyatro eyleminin her alanında sanatçı yaratışı öne çıkmış, tiyatroculuk onurundan ödün vermemiş, tiyatro sözlüğünün her sözcüğünü içine sindirmiş bir sanatçıdır Rüştü Asyalı. 1963 sonrasında Ankara Radyosu Çocuk Saati’nde bir süre “hoca”lığını yaptığım Rüştü Asyalı, Ankara Devlet Konservatuvarı’nı bitirmiş bir sanatçı olarak da sanat yolcuğunu Çocuk Saati’nin duruluğunda, yan yolların çekiciliğine kapılmasızın “tiyatrocu” kalmayı başardı.

Bir kolu İzmir’e de uzanan Devlet Tiyatroları’nın uzun bir süredir -niyetler ne olursa olsun- tartışılır bir kurum olmaktan kendini kurtaramayışı karşısında Rüştü Asyalı’nın baş rejisörlüğe gelmesi, yeniden kendi gücüne ulaşma yolunda ilk ve son adımdır.

Son adım, evet... Devlet Tiyatroları Lemi Bilgin gibi genel müdür ve Rüştü Asyalı gibi baş rejisör bulur mu bundan sonrasında!
Yazının Devamını Oku

Yaz uykusu ve Eczacıbaşı

15 Temmuz 2008
YAZ uykusuna çekildi bu yıl da sanat! İzmir’de bütün perdeler kapalı, sahneler boş. Arada bir açık hava tiyatrolarından bir ses yükselmekte. Gazetelerin sanat haberlerine ayırdığı sayfalar da çehresini değiştirdi bu sıcaklarda. Yazılacak pek birşey kalmamış. Daha çok Kuşadası, Bodrum gibi yazlık yörelerdeki eğlendirmeye yönelik şarkılı, danslı, ayaküstü şakalaşmalara yönelik gösteriler haber konusu olmakta.

Kapılarını şimdilik sanat etkinliklerine kapamış olsa da İzmir ve yöresi, bir sanat kurumu bu yıl da yine "İzmir" adını yüceltmeyi sürdürüyor: İKSEV. Yani, İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı.

Düşmanın ayak bastığı yer

Bilinmeyen bir gerçek değil: İzmir düşmanın ayağını ilk bastığı yerdir, ama o düşmanın koca bir zaferle sökülüp atıldığı son yerdir. Gelenler, geldikleri yerden gönderilmiştir.

Doğrudur, İstanbul yüzyılların bir kültür ve sanat merkezidir. Doğrudur, Ankara başkent olmanın ağırbaşlı önceliğini taşımalıdır. Oysa doğru mudur, çağdaş tarihinde onurlu bir yeri olan İzmir, çağdaşlığın ölçü taşı olan kültür ve sanat ağırlığında hafif kalsın!

Gerçek sırıtıyor: İzmir sanat adına yetiştirdiklerini kendinde tutamaz; uğrak yeridir İstanbul’un. Ya İzmir’den İstanbul’a giden nedir? "Yolu yokuş" gibi "giden gelmiyor".

22 yıldır yaz uykusunda

Gelen biri var yine de: 22 yıldır, İzmir yaz uykusuna çekilirken yurdun dışından içinden sanatın en güzel tınılarıyla dolaşıyor "Eczacıbaşı" adı. Varlığını edindiği kenti unutmamaya, İzmir’i sevmeye söz veriş ve dahi sözünde duyarlı bir duruş.

İKSEV’in 9 Haziran’da Bergama Asklepeion Tiyatrosu’nda Viyana Oda Filarmonik’in açılış konseriyle başlayan etkinlikleri İzmir’e, Efes’e, Bergama’ya, Alaçatı’ya uzanıp 22 Temmuz’da Efes’te Zubin Mehta’nın yöneteceği bir konserle sona ermiş olacak.

İzmir’in diplomalı ilk Türk eczacılarından Süleyman Ferit Eczacıbaşı, "Yurdunuzdan aldığınızı, yine yurdunuza veriniz" demiş. Ve oğul Dr. Nejat F. Eczacıbaşı, varoluşumuzu çağdaş bir bakışla tanımlıyor:

"Yaşamın anlamı, her şeyden çok sanat yoluyla kavranabilir."

Yaz uykusuna dalanlar, kış gelince mi uyanır!
Yazının Devamını Oku

"Kavak yelleri" İzmir’de soluklanıyor

17 Haziran 2008
Soruyorlardı bana:<br><br>- Ne zaman geliyorsunuz Urla’ya? Bir bakıma özel bir soruydu bu. Ama soranların sayısı arttıkça, herhalde merak edenlerin sayısı bir hayli olmalı diye düşündüm. Soru, Kanal D Televizyonu’nda Perşembe günleri gösterilmekte olan "Kavak Yelleri" dizisiyle ilgiliydi ve İzmirli seyirciler Urla yöresini dizide görmeyi özlemiş olmalıydı.

Gerçekten Urla, Kavak Yelleri’nde Sığacık’ıyla, Çeşmealtı’sıyla dizi seyircisine görsel bir tazelik sunmuştu. Neredeyse görüntülenmemiş yeri kalmayan İstanbul’a ağırlık vermek zorunda kalan diziler yanında, doğa dokusu pek bozulmamış Urla yöresinden yola çıkmakla "Kavak Yelleri", seyirciyi kendine bağlayıvermişti. Kuşkusuz, dizinin öyküsüyle pek bilinmeyen oyuncularının başarılı oyunları da etkili olmuştur Kavak Yelleri’nin sürüp gitmesinde. Yine de diyebiliriz ki, İzmir yöresinin doğal güzellikleri içinde öyküsünü sürdüren televizyon dizileri uzun ömürlü olmaktadır.

Televizyon dizilerinin, dar bir bakış açısıyla, "sanat değeri" taşıdıkları pek söylenemez. Kaldı ki, reklam arası açmak kaygısıyla dizi bölümlerinin yayın süreleri, seyirci sabrını zorlamaktadır. Üstelik her bölümün geceli gündüzlü altı günlük çalışma süresi içinde çekiminin yapılıp yayınlanır duruma getirilme zorunluluğu karşısında yapımcı ve yönetmenlerden, hele edebiyat kökenli olmayan senaryo yazarlarından sanat kaygısı beklemek boşuna olur.

Sanatsal kaygılar bir yana bırakılmış olsa da, TV dizilerinde oynayanlar seyircinin yoğun ilgisini çekmekte. Bunu ben şaşkınlıkla izliyorum. 1960 yılında başlayan tiyatro yaşamımda, Devlet Tiyatrosu’nda sahneye çıktım, tek kanallı T.R.T. Televizyon’unda neredeyse sürekli sunuculuk yapıp drama dizileri yönettim de, Kavak Yelleri’nde, pek de önemli olmayan ’Osman Dede’ rolünde göründükten sonra olduğu gibi, hiç böylesine iki adımda bir yolum kesilmedi. Hele bir okulda çocukların, gençlerin arasına düşmeye görün; doğrusu ya, kendini bilmeyenlerdenseniz, "büyük oyuncu" olduğunuz yanılgısına düşebilirsiniz!

"Kavak Yelleri" doğduğu yerlere ’vefa’ borcunu ödemek üzere Urla’ya dönerken koca İstanbul, kendi dışında nice değerlerin olduğunu anlamış olacak mı?
Yazının Devamını Oku

Sanatla engel aşmak

10 Haziran 2008
EL ayak tutmaz; ne gidilir ne tutulur. Göz görmez; ne ışık vardır, ne renk. Duymaz kulak; ne ses vardır, ne dudaklar kımıldar bir söze. Bir çaresizliktir gider ömür boyu. Engellerle doludur sanki yaşamak. Acaba öyle mi? Engel, eksikliği engel diye belleyene .

Bir gösteri vardı Kültürkpark İzmir Sanat’ta. İşitme Engelliler latin dansları yapıyor, Yürüme Engelliler de küçük bir vurma çalgılar topluluğu kurmuş, çalıyor. Müziği işitmiyor da İşitme Engelliler, latin müziği eşliğinde, değişik dans düzenleri içinde erkekli kızlı topluca dansediyorlar! Kimi tekerlekli sandalyesinde, kimi koltuk değneklerine yüklenmiş Yürüme Engelliler, önlerinde tumba, bongo, trampet gibi çeşitli çalgılara bir orkestra düzeni içinde vuruyor.

Müzik eşliğinde dans

Duymaz kulak sanki duyar olmuş, işitmeyenler müzik eşliğinde dans edebilmekte. Tutmaz el ayak, tutabileceğine erişir olmuş .

O akşam gösteriyi izleyenler coşku doluydu. İşitme Engelli izleyiciler alkış seslerine ellerini havaya kaldırıp parmaklarını sallaya sallaya bir engeli aşmış olmanın sevincini yaşıyordu .

Kuşkusuz olay, sadece bir coşkunun yaşanmasından ötede. Gösteri, tasarlanan bir hedefe ulaşmak üzere çıkılan yolda bir adım. Hedef, sanat aracılığı ile engelleri aşmak. Etkinlik öncesi çalışmalar boyunca engellilerle engelsizleri biraraya getirerek, engellileri toplum içinde bir köşeye çekilen gençler olmaktan kurtarmak .

İzmir’de bu görevi "Erişim Derneği" üzerine almış. "Hayata Artı Gençlik Programı" adı altında yürütülen çalışmalar boyunca, gençlerin üretkenliği arttırılarak toplumsal bir artı değer yaratılmış olacak. Erişim Derneği Başkanlığını yürüten Oğulcan Aksoy, "Kendilerini engelsiz görenlerin oluşturduğu yaşama düzeni içinde engelli olmanın engellerini birbirimize el verip kuracağınız köprülerle aşabileceğiz." diyor.

Yürüme engelliler

Beni o gösteriyi sunmak için çağırmışlardı. Sıra Yürüme Engelliler’e geldiğinde birden duraksamışım. Öteki çoğu tiyatrolarda olduğu gibi, İzmir Sanat Sahnesi’ne, merdiven basamaklarını aşarak nasıl çıkacaklardı? Sahneye çıkmamaları için sanki onlara yasak konmuştu. Sahnenin arka perdesini boylu boyunca çektim: perdenin arkasına gizlenmiş, sıralarını sessizce bekliyorlardı. Engelliler, onları düşünmeyenlerin koyduğu bir engeli daha aşmışlardı .

Bir sanat yuvası olmuştur artık İzmir Sanat Sahnesi. Eksiklik, niye sanata sürekli kucak açan bu yuvada olsun. Acaba eli ayağı tutar, gözü görür, kulağı duyar olduğumuzdan mı var bir eksikliğimiz!
Yazının Devamını Oku