Erol Aksoy

İsmet İnönü'nün anısına bir sesleniş

23 Aralık 2008
Bu yazı yayınlandığında İzmir Devlet Senfoni Orkestrası’nın İsmet İnönü’nün Anısına düzenlediği konser gerçekleşmiş olacak.

İDSO’nun başarılı etkinliklerinden biri olmasının ötesinde bu dinleti, son on yılların gelip dayandığı sanatsal kısırlık içinde bir geriye bakışı vurguluyor.

İsmet İnönü’nün asker kişiliği sonrasında başlayan Cumhurbaşkanlığı, ardından muhalefet yıllarında da hiç yitirmediği özelliklerinden biri de sanat sevdalısı olmasıydı. Ağır işittiği dönemlerde bile kulaklığını takar, Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası konserlerini dinler ya da Devlet Tiyatrosu temsillerini izlerdi ön sıradan İnönü; bir sanatsever önderi gibi.

Atatürk’ün başlattığı, İnönü’lü yıllarda da özenle sürdürülen çok sesli müzik, sahne sanatları gibi özel eğitim gerektiren alanlarda sanatçıların yetişmesi yolunda verilen uğraşlar Cumhuriyet Aydınlanması’nın vazgeçilmez adımlarıydı. Ne garip tecelli ki, halk aydınlanmasına kapı açan demokrasiye geçişle yavaş yavaş siyasal önderler ne konser dinler, ne tiyatro, opera, bale izler oldu.

Ankara dışı kentlerde de durum farklı değil. İzmir Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü yaptığım 1990 sonrasında vali ve belediye başkanlarını ilk gece temsillerini onurlandırmaları için özel uğraşlar verdiğimizi anımsıyorum. Gönül ister ki, bir çağrı beklemeksizin kentin devlet büyükleri huzurlarıyla sanatı yüceltsin!

1975 yılında bir oda müziği topluluğu niteliğinde kurulup da, Hikmet Şimşek’in inatçı ataklarıyla gelişip bugünlere gelen İzmir Devlet Senfoni Orkestrası, artık Atatürk ve İnönü gibi koruyucuları olmasa da, kendi dinleyicisini yaratmış durumda. Üstelik İzmir’den taşıp Anadolu’ya çok sesli müziği götürme uğraşıyla köylere kadar inen konserleriyle, sonunda da uluslar arası şenliklere katılarak.

Evet, 19 Aralık günü Kültürpark İsmet İnönü Sanat Merkezi’nde, British Council işbirliğiyle düzenlenen konseri ünlü bir İngiliz şef Alexander Walker, yönetti; yine ünlü bir İngiliz piyanist, Christian Blackshaw, solist olarak yer aldı. İngiliz sanatçılarının öne çıktığı bir konserle İsmet İnönü’yü anmak! Bu da sanatın ulusları aşan bir seslenişi olsa gerek.

Geriye acılı bir bakış olsa da bir hatırlayış, eli, sesi, düşüncesiyle sanatın yaratıcı aydınlığında bir haykırış!

Yazının Devamını Oku

Woody Allen İzmir’de değil

2 Aralık 2008
Woody Allen... Sinema dünyasına ilgi duyanlar arasında adını bilmeyen yok. Tiyatroda da öyle; oyunlar yazmış... Usta klarnetçilerden sayıldığından müzikseverler de bilir onu. Kısacası Woody Allen deyince, adı karşısında iyice bir eziliyorsunuz. İzmir Devlet Tiyatrosu’nda bir oyunu sahneye konulmuş Woody Allen’in: "Bir Daha Çal Sam". Şu ünlü "Kazablanka" filminden sonra efsaneleşip kalan söz: "Play It Again, Sam". Oyun, adı böylesine bir çağrışımla sunulunca bir kez daha etkilenmemek elde değil.

Oyunu dilimize çeviren ve sahneye koyan Barış Eren; yurt dışı görmüş bir sanatçı. Ankara Devlet Konservatuarı’nı bitirdikten sonra Almanya’ya gitmiş, çeşitli oyunlar sahneye koyması yanında, bir ressam olarak da 27 kişisel sergi açmış. 2006 yılından bu yana Devlet Tiyatroları’nda yönetmen.

Bir yanda "Kazablanka" çağrışımlı bir oyunu ile Woody Allen, bir yanda deneyimli bir yönetmen. Daha ne beklersiniz?

Karısının terk ettiği genç bir adam, Allen Felix, bunalım içinde. En yakın arkadaşları Dick ve karısı Linda, bunalımdan kurtulması için Allan’ı değişik kadınlarla tanıştırırlarsa da Allan bir türlü ilişki geliştiremez. Bir de devreye Allan’ın hayalinde yaşattığı Humphrey Bogart girer. Öyle bir Bogart ki, verdiği öğüt "yumul kadına" sözünden öteye gitmez; zaman zaman kendisinin de "yumulma işine" giriştiği olur. Ve sonunda anlar ki Allan, tek hoşlandığı kadın, arkadaşının karısıdır. Linda da karşılık vermekten geri kalmaz.

Yumuşak oyunculuk

Oyun baştan sona, zaman zaman "sulu komedi"ye dönüşen bir Woddy Allen fantazisiyle geçiyor. Woody Allen’in başrolünü kendisinin oynadığı oyun ilk kez 1969’da sahneye konmuş, 453 kez temsil edilmiş; 1972’de de filme çekilmiş. Öyle anlaşılıyor ki, kahramanına kendi adını verdiği, karısının, kendisinden 35 yaş küçük üvey kızıyla evlenmiş olduğu da düşünülünce, oyunun da, filmin de katma değeri Woody Allen’in kişiliği.

Yumuşak oyunculuğu ile öne çıkan Ozan Yıldırım ve sanatçı arkadaşlarına bir sözümüz yok. Nasıl olsun ki, her yazdığını ve yaptığını kendine özgü bir tarz içinde geliştiren Woody Allen’i alıp İzmir’ getiremeyiz ki!

"Bir Daha Çal Sam"a gidin, kadınlar konusunda bir Amerikan erkeğinin çaresizliğini izleyip gülün! Türk Tiyatrosu’na ne katkısı var ? A canım, alışmadığımız şey mi Amerikan katkısı!
Yazının Devamını Oku

İzmir Devlet Tiyatrosu ve insan

25 Kasım 2008
İZMİR Devlet Tiyatrosu, insan gerçeğinden uzak mı duruyor? “İnsan varlığını, insanlara, hünerli insanlarla anlatmak” ise tiyatro, İzmir Devlet Tiyatrosu (DT.), insanı anlatan oyunları sahneye getirme yaklaşımından uzaklaştı mı?

Üniversitelerin oyunculuk giriş sınavlarında adaylardan “klasik” oyunlardan birer parça oynamaları istenir. Çoğunlukla eski Yunan oyun yazarlarının ya da Shakespeare gibi oyunları günümüze kalmış yazarların oyunlarından seçilir sınav parçaları.

Tiyatro oyunculuk eğitimine başlarken de üzerinde çalışılan parçalar, yine “klasikleşmiş” yazarların oyunlarından seçilmekte. Doğrusu, çığır açmış olsalar da, oyunlarını “karakterlerin çatışması” üzerine kurmaksızın soyut yaklaşımı seçen Beckett, Ionesco gibi yazarlardan seçilmiş parçalarla oyunculuk eğitiminin başladığı görülmüş şey değildir. Bu, temelinde insanın yattığı drama olgusunu aktarmada temel bir gerçeğe dayanmaktadır: Sanatçı, önce insanı tanımalı, çözümlemeli, bedenine geçirebilmeli ki, sahnedeki insandan salondaki insana ulaşabilsin.

Mitologyadan kalkmış olsa da, sokaktaki insanı anlatsa da drama olgusunu öne çıkaran oyunlarda insan, tutkuları aşkları - kıskançlıkları vb. insan varlığına özgü karakter kişilikleriyle çatışırken toplumsal olaylar içinde de çalkalanabilmektedir.

İzmir DT.’nin son yıllarda kimi zaman yerinde, kimi zaman süsleme gibi duran danslı şarkılı eklemelerle sahneye getirdiği oyunlara ağırlık vermeye başladığı görülüyor. “Açık biçim” yaklaşımıyla sunulan oyunlarda insanlar birer karakter olarak yaşama olanağına, yönetmenin de tutumu gereği, kavuşamıyor. Dahası, üzerine dayandırılan romanlar insanı, toplumsal sorunlarla birlikte aramızda yaşayan insanlar olarak işlediği halde, sahneye gelen oyunlarda karakterler birer cansız tiplere dönüşüyor. Bu yaklaşımın son örneği “Felatun Bey ile Rakım Efendi” ve “Üç Kağıtçı”.

İzmir DT., sanatçılarının ustalıklarından kuşku duyuyor değiliz. Öyleyse nerede o oyunlar ki, sanatçılar insan varlığını birbirinden farklı karakterler olarak sahneye getirebilsin! Temelinde insan dramının yattığı oyunlardan uzak kaldıkça, bir soru düşüveriyor ortalığa.

Acaba İzmir Devlet Tiyatrosu, diyelim ki, bir “Hamlet” oynayabilir mi?

Yazının Devamını Oku

Üç Kağıtçı

18 Kasım 2008
İZMİR Devlet Tiyatrosu, Ahmet Mithat Efendi’nin “Felatun Bey ile Rakım Efendi”sinden sonra Orhan Kemal’in “Üç Kağıtçı”sıyla karşımıza çıkıyor.

Her iki oyunun da ortak özelliği, romanlardan uyarlanmış olmasının yanında, ülkemizin toplumsal değişimini vurgulayan iki ayrı batılılaşma sıçrayışında ortaya çıkan bozuklukların yüzümüze vurulması.

Toplumda bıraktığı zedeleyici etkileri açısından “Felatun Bey ile Rakım Efendi”deki eleştiri, “Üç Kağıtçı”nın yanında pek “masum” kalıyor doğrusu. “Üç Kağıtçı”nın vurguladığı, bugün de onulmaz bir dert gibi süren, demokrasiye geçişle siyasal yaşantımıza yapışıp kalan, siyaset yolları kullanılarak sürdürülen köşe dönücülük ve giderek din sömürücürülüğü ile iktidar gücünün ele geçirilişi.

1839 sonrası Tanzimat insanı, çağdaşlaşmayı zaman zaman yüzüne gözüne bulaştırmış olsa da, 1950 sonrasının demokrasi düzeni içinde, din sömürüsünden de güç alarak seçimi kazanmış olmakla yakayı sıyıranların bulunduğu bir topluma varmak! Her iki oyunun önümüze serdiği, günümüzden geçmişe doğru böylesine bir bakış!

Oyunları sahneye uyarlayanlar, romanın zaman ve mekan özgürlüğünü tiyatronun sınırları içine sığdırabilmek için “açık biçim” yolunu seçmişler. Ersan Uysal’ın uyarladığı Üç Kağıtçı’yı sahneye koyan Murat Atak, dekoru gerçekleştiren Behlül Tor’un ustalıkla uyguladığı “üç dönerli” sahne tasarımından destek alarak, olayların sıçramalı akışını deneyimli yönetimiyle çözüvermiş.

Ya kaba çizgili oyun tarzı?

Kuşkusuz, oyunun uyarlanışından kaynaklanan, oyun kahramanlarının birer insan değil de kalıp kişi olup kalmaları gibi önemli bir engel var. Doğrudur, yıllardır yaşadıklarımızla artık dalkavukluğu, dolandırıcılığı, din sömürüsünü temsil eden insan kalıbını toplumdaki mekanik işleyişin doğal parçaları gibi zihnimizde yerleştirmişiz. Yine de bunların birer insan varlığı olduğunu niye gözardı edelim, birer tiyatro karakteri olarak işlemeyelim? Zaman zaman deneyimli kimi oyuncuların tipleri karakterleştirmesi, kimi sahnelerde vurucu bir gerçeklik yakalanması yanında, genel akışıyla sahnedeki Üç Kağıtçı, şarkı ve danslarla süslenmiş gürültülü bir mekanik düzende sürüp gidiyor. Oyunun kurgusunu aşmak, çeşitli eğitim kaynaklarından gelen oyuncuyu aşamamak! Sanırım, kamu destekli tiyatrolarımızda temel sorun burada.

Ya oyunda Türkçe okunan ezan! Neredeymişiz de, gelmişiz şimdilere!

Yazının Devamını Oku

NUTALEF BEY İLE MIKAR EFENDİ (3)

11 Kasım 2008
Son iki yazımda İzmir Devlet Tiyatrosu’nun açılış oyunu olarak sunulan "Felatun Bey ile Rakım Efendi"nin bir yazar - yönetmen değerlendirmesiyle, nasıl "Nutalef Bey ile Mıkar Efendi" gibi bir sonuç doğurduğunu, genel çizgileriyle de olsa, vurgulamak istedim. Oyuna temel alınan roman ile sahneye getirilen temsil arasındaki aykırılık, gerçekten üzerinde durulması gereken kimi gerçekleri de ortaya çıkarıyor. Şöyle özetlenebilir:

Çağdaşlaşmak

1. Ahmet Mithat Efendi gibi önemli bir yazarın, Tanzimat’la yoğunlaşan batılılaşma çabalarının Türk toplumundaki yansımalarını işlemiş önemli bir yapıtı olan "Felatun Bey ile Rakım Efendi"yi, yazılış amacından saptırarak şarkılı, kantolu bir müzikli oyuna, sonunda da seyirlik oyun türü anlamında "curnuna"ya çevirmek doğru bir uygulama mıdır?

Üstelik böyle bir romanın tiyatroya uyarlanmasıyla edebiyat değerlerimizin canlı tutulması yanında, çağdaşlaşma çabamızı bugünden geriye uzanarak sahnede yaşatmış olmakla günümüze bağlamak, tiyatro sanatı yoluyla gerçekleştirilmiş bir toplumsal çözümleme olanağını verecekken, bu fırsatı elden kaçırarak?

Sözel ağırlığı var

2. Ortaoyunu gibi sözel ağırlığı olan seyirlik oyunumuza, hareket ağırlıklı olan İtalyan seyirlik oyunu commedia dell’Arte tarzını da eklemlemeye kalkışmak bir yönetmen yaklaşımı olsa da, bu tutum oyunun içeriğine derinlik kazandırmak açısından doğru bir yöntem olmuş mudur?

Oyuncuların birbiriyle uyumlu, canlı bir oyun örgülemelerindeki başarıları övgüye değer. Ne var ki, yönetmenin yazarla birlikte içini boşalta boşalta sahneye getirdikleri "Felatun Bey ile Rakım Efendi"de, birbirine aykırı iki toplumsal yönelişin renkleri, kişileri, sürekli göbek atarak, kalça kıvırarak, yerlerde yuvarlanarak, niçin araya sokuşturulduğu anlaşılmayan kantolar, danslar, şarkılarla sürüp giden oyunun içinde yitip gidiyor. Sahnedeki temsil, bir "atelye" çalışması ise, evet; aramanın denemenin sınırları açık. Ama niçin Devlet Tiyatrosu’nun seyirciye açık bir sahnesinde?

Eğitim ve deneyim

3. Acaba DT. ya da önemli bir tiyatroda oyunculuk deneyimi kazanmamış, eğitim ve deneyimi üniversite çerçevesiyle sınırlı bir akademisyen, Reinhart- Carl Ebert okulundan kaynaklanan Devlet Tiyatroları’nın oyunculuk - yönetmenlik çizgisine nasıl bir boyut kazandırabilir?

Ben sadece soruları ortaya atmış olayım. Nasıl olsa yazarımız 1912 ölümlü Ahmet Mithat Efendi, olanı sorgulayacak durumda değil.

Yazının Devamını Oku

Nutalef Bey ve Mıkar Efendi (2)

4 Kasım 2008
ÜNLÜ Tanzimat yazarı Ahmet Mithat’ın "Felatun Bey ve Rakım Efendi" adlı romanından uyarlanıp, İzmir Devlet Tiyatrosu’nda sahneye konan oyun, "Nutalef Bey ve Mıkar Efendi" gibi bir çağrışımla, özgün kaynağına aykırı bir etki bırakmıştı bende. Romanından yola çıkıp da sonunda yazarının neredeyse "tefe alınıp telef edilmesi", edebiyat türüne saygı adına, üzerinde durulması gereken bir yöntem. Diyelim, ilk önce kaynak yazara saygı. Bir başka yazarın eseri üzerine ironik bir yaklaşımla ya da ana olayı bir başka açıdan yorumlayarak, Sophokles Anouilh - Brecht "Antigone"leri gibi, oyunlar yazılmıştır. Ne var ki, uyarlayıcı Türel Ezici "Felatun Bey ve Rakım Efendi"sinde, romanın temel aldığı "batılılaşma dönemindeki toplumsal çarpıklıkların eleştirisi" boyutunun yok edildiği yetmiyormuş gibi, Ahmet Mithat’ın bu toplumsal yarayı ele almış olmasıyla sanki "dalga" geçilmiştir. Bu tutuma geçirilen kılıf da oyunun "ortaoyunu" biçiminde tasarlanmış olduğudur. Tanzimat’ın toplumcu yazarını, toplumun geleneksel seyirlik oyunu ile cılızlaştırmak! Türel Ezici, "Ahmet Mithat’tan özür dileyerek" diyor! Yüz yıllık ölü nasıl bağılayacaksa!

Ve Yönetmen...

Tanıtım dergisinde yazdıkları sunuş yazılarına bakılınca Türel Ezici gibi oyunu sahneye koyan Levent Suner’in de Ahmet Mithat ve romanını iyi çözümledikleri anlaşılıyor. Zaten başka türlü de olamaz; her ikisi de DTCF Tiyatro Bölümünde Metin And’ın öğrencisi olduklarını vurguluyorlar. Levent Suner’in "fantezi" dağarcığı gerçekten zengin bir yönetmen olduğu anlaşılıyor. Hele işin içine Karagöz, Meddah’la birlikte bir de Commedia dell’Arte'yi sokunca fantaziler alabildiğine çeşitleniyor. Doğrusu ya, Ankara DTCF'nun Tiyatro Bölümünü bitirmiş bir akademisyenin Commedia dell’Arte ile Ortaoyunu’nun kaynaşabilir birer oyun tarzı olduğuna inanması şaşırtcı! Yanlış anlamaya dayalı söz oyunlarıyla gelişen, taklitlerle çeşitlenen ortaoyunun bir "konuşma oyunu" olmasına karşılık, Commedia dell’Arte her anı mimik, pandomim gibi oyunculuk hünerlerine dayalı bir "hareket oyunu". Bu doku uyuşmazlığını Ahmet Mithat’ın sunduğu dünyanın içine sokunca ortaya bir "curcuna" çıkıyor.

Kuşkusuz öncü sanat kurumu olarak DT., denemeler yapacaktır. Ama herhalde Türk Edebiyatı’nın çınarlarını devirerek değil. Gelecek yazımızda bu sonucun nedenleri üzerinde duralım.
Yazının Devamını Oku

Nutalfe Bey ve Mıkar Efendi (1)

28 Ekim 2008
YAZININ başlığı biraz acayip! Ya da şöyle olabilirdi: "Eflakım Bey ve Ratun Efendi." İzmir Devlet Tiyatrosu’nun Konak Sahnesinde oynanmaya başlayan Ahmet Mithat’ın "Eflatun Bey ve Rakım Efendi" adlı romanından uyarlandığı ileri sürülen oyunu izledikten sonra bende böyle tersten algılayış ya da içiçe kurgulama gibi bir etki kaldı. İzmir Devlet Tiyatrosu, internet sitesinde oyunu şöyle tanıtıyordu: "Kantolar, şarkılar ve canlı müzik eşliğindeki oyun, seyirciye eğlence ve bol kahkaha vaat ediyor."

Demek bir devlet sanat kurumu, bundan böyle kimi gelip geçici özel tiyatroların başvurduğu magazin kokulu duyurulara başvuracaktı. Ya ilk gece temsilinde ne oldu? Bol alkış mı? Kahkaha tufanı mı? Kantolar, şarkılar mı?

Bir toplumsal çözümleme

Yazık.. Arada ne bir kahkaha, ne temsil sonu seyircinin coşkuyla ayağa kalkıp alkış tutması! Oysa sahnedeki oyuncular, her anı özenle çalışılmış bir sahne düzeni içinde özveriyle, ola ki, yeteneklerini de aşarak oynuyordu. Öyleyse neden "Eflatun Bey ve Rakım Efendi", "Nutalfe Bey ve Mıkar Efendi"ya dönüşmüştü?

Devlet Tiyatrosu gibi "akademik" bir yanı olması gereken, kendisinden "yol açıcı öncülük" beklenen bu sanat kurumunun doğru bir çıkış sonrasında uygulama aşamasını denetlemediği anlaşılıyor. Gerçekten de "Eflatun Bey ve Rakım Efendi"nin sahneye getiriliş düşüncesi, edebiyat değerlerimizin canlı tutulması yanında, Tanzimat’la başlayan çağdaşlaşma çabamızı bugünden geriye uzanarak sahnede yaşatmış olmakla günümüze bağlamak, tiyatro sanatı yoluyla gerçekleştirilmiş bir toplumsal çözümleme olacaktı.

Bir kargaşa bir curcuna

Sahnedeki oyun bir düşünce kırıntısı taşımadan bir hayhuy içinde geçip giderken neyi izlediğimizi, ne olup geçtiğini kimlerin Eflatun Bey, kimlerim Rakım Efendi kesimini temsil ettiğini, hangi oyuncunun neyi, niçin yaptığını anlamadık gitti. Bir kargaşa, bir curcuna! Sanki ortada belirli "oyun metni" yok da, yönetmen Levent Suner oyuncularla birlikte provalar boyunca bir metin oluşturmuşlar. Acaba oyunun yazarı olarak sunulan Türel Ezici bu oyunun neresinde?

"Eflatun Bey ve Rakım Efendi"den yola koyulup yazarı Ahmet Mithat’ı aradan çıkarararak İzmir DT. açılış oyunu diye sahneye bir "curcuna" getirilmiş olması üzerinde gelecek yazımızda da duralım.
Yazının Devamını Oku

Dağlarca bir elveda

21 Ekim 2008
Birer birer gidiyorlar işte. Fazıl Hüsnü Dağlarca da ölmüş. Cumhuriyet sonrası hece bağımlılığından kurtuluşla gelişen çağ-daş Türk şiirini yaratmış olanlar içinde soluğunu bugüne değin sürdürmüş son temsilciydi Dağlarca.

94 yaşındaydı, ardında bıraktığı nice şiirlerle gidişi de dağlarca olmuş.

Şiirleriyle yaşayacak olsalar da, şairler de ölür. Anımsayıverelim çağdaş Türk Edebiyatı’nda ölümlerinden önce de anıtlaşmış Dağlarca çağdaşlarını.

Cahit Sıtkı Tarancı 1910 doğumlu. 46 yıllık bir ömür. Orhan Veli Kanık, Dağlarca gibi 1914 doğumlu; 36 yaşında ölmüş. Oktay Rifat Horozcu, 1914; 74 yaşındaydı öldüğünde. Melih Cevdet Anday, 1915; 87 yıl... Behçet Necatigil, 1916; 63 yıl... Cahit Külebi, 1917; 80 yıl... İlhan Berk, 1918; 90 yıl süren bir yaşam.

Çağdaş olmak

Uzunlu kısalı, birbirini tutmayan ömürleri içinde birbirinden farklı biçimler içinde söyleseler de Türk Şiiri’ne çağdaş soluk getiren bir kuşaktı Cumhuriyet değerlerine inanmış şairlerimiz. Sonraki kuşak şairler yaşananları, duyguları, düşünceyi yeni deyişlerle yakalamış olsalar da, Dağlarca kuşağının açtığı çağdaş olma değerlerinden hiç ödün vermediler.

94 yıl... Dağlarca, ömrüyle de dorukta kalmış oldu.

Şiir, ne yazık, kendi dilinde yaşar; yabancı dillerde güzellikleri, derinlikleri erir gider. Ne ressamın ya da bestecinin sınır tanımaz hükümranlığı vardır, ne de romancının alabildiğine geniş söz dağarcığından yayılan kavranabilirliği. Sıkışır kalır şiir, kendi yoğunlaşmış sözcüklerinde. Öyleyse aktaramıyacağız Dağlarca’nın nice şair olduğunu yabancı ellere, ne denli çabalasak da.

O bizim şairimiz

Ne tasa! O bizim şairimizdir.

Toplumculuğunun temelini insanda, insanı da yurduna adanmış özgürlüğünde arayan, Türkçeyi bayrak edinmiş, Cumhuriyet değerlerini şiirleştirmiş, şiirleriyle de bağımsız.

Dağlarca’yı bir sözüyle uğurlayalım:

"Sanat eseri hem bir saat gibi içinde bulunduğumuz zamanı, hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü işaret etmelidir."
Yazının Devamını Oku