10 Şubat 2009
Belki garip gelebilir. Yine de soralım: “Tiyatroda oynanan bir oyundan yola çıkıp Konak Meydanı’na İzmir’in Kurtuluşu’nu da simgeleyen bir heykel dikilebilir mi?” Geçtiğimiz günlerde böyle bir girişim başlatılmıştı gerçekten. Başarılı bir yapı kooperatifi, Ege Koop, kitap olarak da yayınlanmış olan yüzbaşı Şerafettin’in yaşam öyküsünden yola çıkarak bir oyun yazma ve ayrıca temsil etme konusunda Han Tiyatrosu ile anlaşmış, sonunda da “Kordon’da Nal Sesleri” adlı oyun, Sabancı Kültür Merkezi’nde bir “tiyatro olayı” olarak, “Ege Koop’un sanata katkılarıyla” sunulmuştu. Temsili izlemeye gelenler ise, İzmir’in ileri gelenlerinin de yer aldığı, Ege Koop’un davetlileriydi.
İzmir’den sürülüp atıldı
Temsil öncesi dağıtılan kitapçıklarla Ege Koop’un “25 yılda yüzbin kişiye ulaşan Dev Bir Aile” olarak tanıtımı yapılırken, bir yandan da 9 Eylül 1922’de Hükümet Konağı’na Türk Bayrağı’nı çeken yüzbaşı Şerafettin’in Konak Meydanı’nda heykelinin dikilmesi için imza toplanıyordu. Öncelikle analım, İzmir’e ilk giren öncü bölüğün komutanı yüzbaşı Şerafettin’i saygı ve rahmetle.
Ve düşünelim yine de:
Kurtuluş Savaşı’nı kanlarıyla, canlarıyla Büyük Zafer’e ulaştırmış olanları, asker ya da subay, biri ötekinden daha “kahraman” diye ayırmak düşünülebilir mi? İzmir’den düşmanın sürülmesiyle sonuçlanan Büyük Zafer’i, Hükümet Konağı’na Türk Bayrağı’nın çekilişiyle simgeleştirmek, İstanbul’un Fethi’ni uyduruk bir efsaneyle Ulubatlı Hasan’la yüceltenleri anımsatmıyor mu? Doğrudur: 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal ederek Kurtuluş Savaşımızı tetikleyen Yunan, 9 Eylül 1922’de yine İzmir’den sürülüp atılmıştır. O günün “ilk kurşun”u ve o ilk kurşunun onuruyla “şehit” olan Hasan Tahsin’in heykeli Konak Meydanı’ndadır. Ya Büyük Zafer’in heykeli? O da Pasaport’ta şahlanmış at üzerinde durur. O anıtın kaidesini yakından inceleyenler bir ulusun kutsal kavgasının derin anlamının nasıl yansıtıldığını göreceklerdir.
Niye bir anıtı olmasın
Yine de “9 Eylül 1922 İzmir’i” niye bir anıt olmasın! Olmalı da. Ne var ki, o gün Kurtuluş’un bayrağının İzmir’de yalnız Hükümet Konağı’nda değil, Sarıkışla’da da, Kadifekale’de de bir ulusun bağımsızlık coşkusuyla çekildiğini unutmayarak,. Ve Konak’ta değil, İzmir’e bakan yüksek bir tepede, dolu dizgin şahlanmış atlarıyla gelen süvarilerle İzmir’e akar gibi gelen bağımsızlık inancıyla.Dedik ki, “Tiyatroda oynanan bir oyundan yola çıkarak Konak Meydanı’na İzmir’in Kurtuluşu’nu da simgeleyen bir heykel dikilebilir mi?” Heykelden söz ettik de, tiyatrosu ne oldu? Onu da gelecek yazımızda görelim.
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2009
SÖZE, savaş alanlarından çıkıp gelmiş İsmet İnönü’nün söylediği bir özdeyişiyle girelim: "Yığınakta yapılan bir hata, bütün savaş boyunca sürer." Ben ne demiştim: "...Ege Üniversitesi’ne "bağlanan" Atatürk Kültür Merkezi... iki salonu öylece durur; adı Atatürk’e adanmıştır da, bugüne değin İzmir adını yüceltir bir ’kültür ve sanat’ olayına merkez olamamıştır."
E.Ü. Rektörü Sayın Prof. Dr. Candeğer Yılmaz da, AKM’nin "hiçbir kurum tarafından üniversiteye bağlanmadığını" belirterek, yazımın da "somut verilerden uzak ve kurum kimliğini zedelediği" yargısıyla, özellikle son yıllarda AKM’de yer alan etkinliklerin bir dökümünü göndermişti. Önce düşünelim: Yüceliğini anmak üzere ana yollara, alanlara da adını koyduğumuz Atatürk, "kültür merkezi"ne de ad olursa bir farklılık yaratılmış olur mu?
Elden geldiğince ayrıntılı olarak aktardığım AKM’deki etkinliklerin Atatürk inancının yanında olduğuna kuşku yok. Etkinliklerin "kültür" yaklaşımlı olduğuna, bir "merkez" gibi AKM’de yoğunlaştığına da kuşku yok. Öyleyse?
Tiyatro- gösteri merkezi
Sorunun çakılıp kaldığı çıkmaz, AKM’nin hangi amaca yönelik inşa edildiğinde ve bu amaca yönelik merkez olacak yoğunlukta özgün üretimin yapılıp yapılmadığında yatıyor. Herhalde AKM’nin, 3 sahneli yapısıyla bir tiyatro-gösteri merkezi olarak inşa edildiğini kimse yadsımayacaktır. Öyle de, dünyanın hiçbir yerinde tiyatrolar binanın en üst katında yapılmaz. İki tiyatro salonu, birbiriyle sırt sırta hiç yapılmaz. Hele hele soyunma odasız, arka geçişsiz, tavan boşluksuz tiyatro yapısı hiç olmaz. Böylesi sahneler açık biçim yaklaşımlı temsillere, konserlere ya da toplantılara elverişlidir, o kadar. AKM, öncelikle tiyatro-gösteri merkezi olarak tasarlanmış, ama gösteri sanatlarının icra edilmesine elverişli olmayan bir yapıdır. Öyleyse nasıl ’kültür ve sanat merkezi’ olabilir AKM ? Kaldı ki, E.Ü. kendisi ne "sanat üretme" nitelikleri taşır, ne de buna gücü vardır. Yine düşünelim: Bir bilim ve araştırma kurumu niteliğiyle kurulmuş olan Ege Üniversitesi’nin özel tiyatrolara ve topluluklara salon kiralama, sergiler düzenleme gibi işleri de yüklenmek durumunda kalması, ne derece doğrudur?
Çözüm yolu? Ne yazık ki, yok.
Hemen yanında Devlet Resim ve Heykel Müzesi, ihmale uğramış haliyle, sergiler düzenlerken, Konak Devlet Tiyatrosu 250 kişilik salonuna yıllardır sıkışıp kalmışken AKM o görkemli yapısıyla, Türkiyemizdeki amaç-sonuç çelişkilerini anımsatacaktır bana.
Yine yazımızın başına dönelim, Ege Üniversitesi’nin onurlu kişiliğini ayrı tutarak, o sözü yineleyelim: "Yığınakta yapılan bir hata, bütün savaş boyunca sürer."
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2009
ATATÜRK Kültür Merkezi’nin, bugüne değin İzmir adını yüceltir bir “kültür ve sanat” merkezi olamadığı yolundaki eğerlendirmem üzerine, “somut verilerden uzak ve kurum kimliğini zedelediği” gerekçesiyle E.Ü. Rektörü Sayın Prof. Dr. Candeğer Yılmaz’ın gönderdiği yazıda yer alan bilgileri, geçen haftaya ek olarak, özetle aktarmayı sürdürelim:
Çeşitli etkinlikler
2005’de I. ve 2007’de II. Egeart Sanat Fuarı’nda, plastik sanatlar alanında uluslararası katılımlı, 200 sanatçının 600 eserinin sergilenmesi yanında, halka açık eğitim kursları ve her yıl düzenlenen Sağlık Halk Kongresi ile yılda 4 bin kişinin bilinçlendirilmesi. Bu etkinliklerde bilim adamları”İçme Suyunda Arsenik”, “Genetiği Değiştirilmiş Bitkiler”, “Katı Atık Yönetimi, “ Mutlu Çocuk Mutlu Aile” gibi çeşitli konularda konferanslar veriyor. Kongre, Sempozyum, Konferans biçiminde sürdürülen çok sayıda etkinlik: “2.Türkiye İktisat kongresi”, “Ebat Ulusal Sinirbilim Öğrenci Kongresi”, “NATO’s Transformation and The Position of Turkey Kongresi”, “6.Türk-Alman Enerji Sempozyumu”, “Kadın Hastalıkları Ürojinekoloji ve Peloik Pekonstriktif Cerrahi Ege Sempozyumu”, “Reçete Günleri”, “Ege Fıtık Günleri” gibi her biri kendi konusunda uzman kişilerce açımlanan bilimsel bilgilendirmeler.
Ege Üniversitesi’nin kendi üretimi olmamakla birlikte, İzmir Devlet Klasik Türk Müziği, Ege Ordusu Bando Topluluğu ile Emel Sayın, Zühal Olcay, Angelika Akbar, İdil Biret gibi değişik yaklaşımlı sanatçıların konserleri, kimi tiyatroların temsilleri, meslek odalarının ve derneklerin toplantıları, çeşitli bankaların gazetelerin - konsoloslukların etkinlikleri, önemli günlerde düzenlenen törenler de yer alıyor AKM’de.
Konserler ve temsiller
Ocak 2009’un etkinlikleri de genel çizgileriyle şöyle: Galeri ve salonlarda sergiler ve seminerler. Üç tiyatro salonunun ikisinde ise Network Twenty One toplantıları, Türk Müziği konserleri ve on iki gün süresince çocuk ve yetişkinlere verilen temsiller.
5 Ocak 1980’de açılışı yapılan AKM’nin, 20 yılı aşkın bir süre sonra özellikle son yıllarda yoğunlaşan, ancak temel bir hedefte birleşmeyen çeşitli etkinliklere yer verdiği görülmekte. Ve acaba bu etkinliklerle, 3 gösteri salonu ve çok sayıda oda ve salonlarıyla inşa edilmiş Atatürk Kültür Merkezi, “İzmir adını yüceltir bir Kültür ve Sanat Merkezi” olmayı gerçekleştirmiş midir? Bunu da son yazımızda değerlendirelim.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2009
6 Ocak’ta yayınlanan yazımda, Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’nin ilk açılışını yapması ve Havagazı Fabrikası’nın Kültür Merkezi’ne dönüşmesinin 2008 yılı sonunda İzmir’de güzel sanatlar adına "tarihe not düşecek" değerde iki mutlu olay olduğundan söz ederken, sanatsal etkinliklerle etkinliklere mekan olacak veriler arasındaki aykırılıklar üzerinde de kısaca durmuştum. Verdiğim örnekler arasında Ege Üniversitesi’ne "bağlanan" Atatürk Kültür Merkezi için de yazdığım şu:
"...iki salonu öylece durur; adı Atatürk’e adanmıştır da bugüne değin İzmir adını yüceltir bir 'kültür ve sanat' olayına merkez olamamıştır." Yukardaki yargım üzerine E.Ü. Rektörü Sayın Prof. Dr. Candeğer Yılmaz bir yazı göndermiş bulunmakta. Sayın Rektör, "somut verilerden uzak ve kurum kimliğimizi zedeleyen" yazının üzüntüyle okunduğunu belirterek, yanıt yazısında somut veriler içeren bilgiler vermekte.
5 yıldaki etkinlikler
Duyarlılık karşısında boynumuz kıldan ince. Ama öncelikle şunu saptayalım: Ege Üniversitesi’nin tüzel kişiliği ile Atatürk Kültür Merkezi’nin inşaat özelliklerine bağlı yönetilme tarzı birbirinden ayrı konulardır. AKM’nin verimliliğinin Atatürk adıyla eşleştirilip eleştirilmesi, Ege Üniversitesi’nin kurumsal kimliğini zedelemek sonucunu doğurmaz. Ege Üniversitesi, Cumhuriyet ve Atatürk yoluna kendini adamış olanların gözbebeklerinden biridir; ona bir toz kaçmasın diye E.Ü.’nin nice dirençli bir kavganın başını çektiği de bilinmez bir gerçek değildir. Şimdi etkinlik anlamında verilen bilgileri aktaralım: "Son 5 yılda ulusal ve uluslararası 4520 etkinlik..."
"2007-2008 sezonunda AKM’yi 395.516 kişi ziyaret etmiştir."
2005’de I. ve 2007’de II. Egeart Sanat Fuarı’nda, uluslararası katılımlı olarak, plastik sanatlar alanında 200 sanatçının 600 eseri sergilenmiştir. "Üniversite ve devlet müzeleri ile iş adamlarının yer aldığı, 5 gün süren fuarda, konserler, gösteriler, dinletiler, söyleşiler ve film gösterimleri, ilk yıl 25.000, ikinci yıl ise 52.000 sanatseverin akınına uğramıştır."
Üniversitenin onuru
"...Egeart’a Hürriyet Gazetesi yazarı Doğan Hızlan’ın 30 Ocak 2007 tarihli köşe yazısında beğeniyle yer vermesi ve E.Ü. AKM’ni Türkiye’nin en iyi 10 Kültür Merkezi’nden biri olarak nitelendirmesi Üniversitemizi onurlandırmıştır."
Sayın Rektör’ün yazı ekinde belirttiği başka etkinlikler de var. Ama köşemde yer kalmadı. Gelecek hafta hem o etkinlikleri sunalım, hem Atatürk adına bağlanan o koskoca anıtsal yapının içine biraz daha girelim.
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2009
HAYDİ, koşun çocuklar! "Heidi"yi izlemeye koşun. İzmir Devlet Opera ve Balesi’nden size bir "çocuk operası" var! Geçip gitmiş yaşımda çocukluk coşkum da yitip gidecek değil ya! Ben de bir telaş, varıverdim İDOB’nin "Heidi"sine; 7 Ocak Çarşamba günü, Selahattin Akçiçek Salonu’na. Aaa, ne göreyim! Salonun arka üç beş sırasını okul öncesi çocuklar doldurmuş, yarıdan fazlasının fazlası da boş!
Anlaşıldı ki, günlerce öncesinden biletler bir ilköğretim okulunca satın alınmış; temsil başlama saati 13.00, onlar sanmış ki 14.00.
İDOB görevlileri ne yapsın şimdi? Temsili geç başlatmak kurallara uygun değil. Vaktinde başlatsalar, geç kalan çocuklar temsilin ikinci yarısında içeri alınacaklar. Çocuklar, hiç kabahatları yokken, cezalandırılmış olacak. Ola ki, ilk kez operaya gelip de içeri girememiş olmanın kırgınlığı, ilerki yaşlarında müziğe, operaya karşı bir soğukluğa dönüşecek.
Ya çocuklar, olan bitenin başlama saatine bakılmamış olması yüzünden olduğunu öğrenince? Yaşamanın vazgeçilmez mikenk taşının "vakit" olduğuna, vaktin de tek ölçüsünün "saat" olduğuna nasıl inandırılacak çocuklar?
Geleceğin sanatseverleri
"Vakit, nakittir" ne güzel sözdür. Yine de bolca harcadığımız, vakittir. Bu da bizim toplumsal gerçeğimiz olsa gerek. İDOB görevlileri böylesi gecikmenin toplu okul satışlarında sık rastlandığından yakınmaktalar. Sonunda temsil biraz geç başlatılır; geç farkına varanlar apar topar yollara düşer, temsilin orta yerinde, el ele tutuşarak karanlıkta içeri giren çocuklar sahnenin aydınlığına varmış olur. Yine de bir sevinç, alkışlayan küçük eller...
"Haydi" dedik, "Heidi"den söz edemedik. İş, söyleyeceğimiz sözün üstünde.
Kimi etkinlikler vardır ki, kendi gölgesiyle kavga edenlerin bir uğraşı gibidir: Çocuk yaşlardan başlayarak çok sesli müziği, operayı, baleyi sevdirmek! İzmir Devlet Opera ve Balesi, gelecek kuşakların daha sanatsever olacakları inancıyla, gölgelerden ürkmeden, çocuklara yönelik çok yönlü gösterilerini sürdürüyor.
Bu yıl "Heidi", bir de çocuk balesi "Kurbağa Prens". Yine "haydi" diyeceğim, ama ya saatlerine bakmayı unutanlar olursa!
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2009
Gelenekten olmuştur, her yeni yıl gelirken eskisini kurcalamak. Siyasetten spora, yitip gidenlerden kazanılanlara, öne çıkarmaya değer ne varsa, gazetelerle televizyonlar bir dizi yayın yapar. Bir sonraki yıl gelir de eskilerde kalanlardan dersler çıkarılmış mıdır, kuşkuludur; yine de tarihe not düşülmüştür artık.
2008 yılında güzel sanatlar adına İzmir’de “tarihe not düşecek” ne vardı?
Yılı tamamlamaya doğru gitmekteyken karalar bağlamak üzereydik de sona üç gün kala birden iki olay yüzümüzü güldürüverdi: Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi ilk açılışını yapmış ve Havagazı Fabrikası, Kültür Merkezi’ne dönüşmüş.
İzmir Büyükşehir Belediyesi başarmış bu iki çıkışı. Emeği geçenler, katkılarını esirgemeyenler sağolsun!
Özellikle İstanbul, kültür ve sanata yönelik etkinliklerin sergileneceği, bırakın görkemli olmalarını, yeter büyüklükte gösteri yerlerinin sıkıntısını çeker. İstanbul ve Ankara’yla karşılaştırıldığında, nüfus büyüklükleri de gözönüne alınınca, İzmir gerçekten talihli bir kenttir. İki üniversiteye bağlanan kültür merkezlerinde 5 salon, Kültürpark’ta 2 salon, Elhamra Sarayı, Devlet Tiyatrosu’nun 3 salonu, Halkevi salonu, başta Konak, Karşıyaka ve Narlıdere’nin kültür merkezleri ve ötekiler.
Nicelik böyledir de, bu salonlar nicedir?
Acı da olsa, bu salonların çoğu çok yönlü gösteriler için elverişli değildir. Söz gelimi Atatürk Kültür Merkezi’nin iki salonu öylece durur; adı Atatürk’e adanmıştır da bugüne değin İzmir adını yüceltir bir “kültür ve sanat” olayına merkez olamamıştır AKM. “Açık biçim” türünde gösteriler için düzenlenmiş oldukları için İsmet İnönü Sanat Merkezi son yıllarda İzmir Devlet Senfoni Orkestrası’nı kucaklayabilmiş, Konak Belediyesi Sanat Merkezi belediyenin kendi etkinlikleriyle günlerini doldurmaktadır.
Birer birer İzmir’e kazandırılan bu yapıların, daha verimli kullanılmalarını engelleyen kusurları bir yana, İzmir’in kendi kültür ve sanat üretkenliği acaba bütün bu salonları doldurup taşırmaya yeterli mi?
Herhalde temel sorun bu soruda yatıyor.
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2008
GELENEKSEL olarak Devlet Tiyatroları her 1 Ekim’de perdelerini açar, Anadolu’ya dönük turneler dışında, tiyatro mevsimi 31 Mayıs’ta sona erer. İzmir DT.’de ise perdelerin açılışı 15 Ekim’i bulur, mayıs başına gelmeden de mevsim kapanmış olur. Nedense yıllardır süren bu uygulamayla İzmir, tiyatro mevsiminde bir buçuk aylık kesintiye gitmektedir. Yılın sonuna yaklaşırken, sahneye koyacağı yeni oyunların sayısı da gözönüne alınınca, İzmir DT.’nin mevsimi yarılamış olduğu söylenebilir. 2008-2009 mevsiminin yeni oyunları şöyleydi: "Felatun Bey ile Rakım Efendi", "Delil Yetersizliği", "Üç Kağıtçı", "Bir Daha Çal Sam". İki yerli, iki yabancı.
Yerli ve yabancı oyunlar
Geçen mevsimden kalıp da yeniden sahneye getirilen oyunlar ise şöyle: "Bir Garip Orhan Veli", "Düğün Şarkısı", "Kafes", "Misafir", "Simavnalı Şeyh Bedreddin", "Teyzesi". Dört yerli, iki yabancı oyun.
Eski oyunların tekrarlanması, seyirci azalmasına yol açmasalar da, yeni oyunları daha çok sayıda seyircinin izlemesini engelleyecektir kuşkusuz. Eski oyunların sürdürülmesi uygulaması, Devlet Tiyatroları’nın oyun adedi - sanatçı sayısı arasındaki dengesizlik sonucu bulduğu bir çıkar yoldur. Buna "repertuvar tiyatrosu" gibi bir ad da koydular. Gerçekte bilinen "repertuvar tiyatrosu" ile ilgisi olmayan bu uygulama, her sanatçıya mevsim içinde rol verme olanağı bulunamadığı için neredeyse zorunluluk haline geldi.
Üç aylık eksiltmeye gidildi
Gerek bölgelerdeki sahne sayısının azlığı, gerek oyunların rol durumlarının değişkenliği yüzünden, sanatçı istekli olsa da, yer alabileceği bir oyun bulamamakta. Bu durumda önceki mevsimin oyunları sahneye getirilerek yeni mevsimde görev alacak oyunculara, istisnalar olmakla birlikte, yer açılabilmektedir.İzmir DT.’de mevsimin kısaltılmasıyla, iki sahnenin varlığı düşünülürse, üç aylık bir eksiltmeye gidildiği söylenebilir. İleri sürülen gerekçe, bildiğimiz kadarıyla, İzmir’de erken gelen güneşli havalar yüzünden İzmirlilerin kapalı tiyatro salonlarına kendini kapatmaktan kaçındığıdır.
Acaba?
İzmir seyircisi Konak’ta da, Karşıyaka’da salonları doldurup taşıyor. İzmirlilerin gittikçe artan tiyatro sevgisi karşısında, onlara üç aylıkları bağışlanamaz mı?
Yazının Devamını Oku