POLİS kontrolsüz güç kullanıyor, diye şikayet ediliyor, suçlanıyor. Peki, futbolda kontrolsüz güç var mı? Nedir? Nasıl olur?
Aslında polisin kontrolsüz güç kullanması ile futbolcunun kontrolsüz güç kullanması arasında çok net bir benzerlik var. O da şu; polis saatlerce ayakta bekletiliyor, oradan oraya otobüslerin içinde naklediliyor. Karşılarında, onları tahrik eden gruplar var hatta yanaşıp kimsenin durmayacağı biçimde tek tek polise küfür ediyorlar. Ondan sonra da polis zıvanadan çıkıp ya tekmeyi savuruyor ya da elindeki copla kafaya geçiriyor.
Polisin bu görüntülerini, onların yorgun olmadığı, üzerlerine fazla yük binmediği zamanlarda göremezsiniz.
Futbolcuda da bu tip olaylar maçların 60-70'inci dakikalarından sonra başlar. Sebebi, önce yorgunluktur, sonra başka nedenler de vardır. Mesela bazı oyuncular vardır, itirazlarla, el kol hareketleriyle, mimiklerle, jestlerle kendi seyircisini hakemin, dolayısıyla rakip takımın üzerine yollarlar.
Göstere göstere puan çalıyorlar
Bir de devamlı kendini yere atarak hatta bağırarak ve penaltı almak için bunları özellikle ceza alanı içinde yaparak rakibi sinirlendiren oyuncular vardır. Ben bunlara "emek hırsızı" diyorum. Ve bunlar göstere göstere puanları çalıyorlar.
Bakınız, Real Madrid-Getafe maçında Pepe'nin yaptığı hareketler bu son anlattığım şıkka giriyor. Maç 2-2, son dakikalar, kendini yere atarak penaltı almaya kalkan futbolcuya, rakibi kontrolsüz güç kullanıyor. Kontrolsüz güç kullananın, yani o tekmeleri atanın hiçbir mazereti olamaz ama bir de olayı ters çevirin bakalım, o kadarcık itmeyle kendini yere atıp penaltı isteyen futbolcu hiç mi rakibi tahrik etmiyor?
Adalet iyi dağıtılmalı
İşte bu tür olaylarda hakeme büyük iş düşüyor. Adaleti iyi dağıttığı zaman bu tür olayların önüne geçebilir. Ama biz bu hırsız ve sahtekar futbolculara, basın olarak da kamuoyu olarak da omuz vermemeliyiz. Ama maalesef bu futbolcular kendi takımlarının taraftarına, yönetimine hoş gelirken, başka takıma geçince tukaka oluyor.
Bu futbolcular aynı işi öbür takımda da yapınca hoşuma gidiyor, çünkü ilk yaptığı takımdaki kişiler bu sefer isyan bayrağını çekiyorlar.
Kendine olunca ne güzel, başkasına olunca tukaka. Bir de öyle gözle bakalım Pepe'ye, ne düşüneceksiniz?
Polisi çok istiyorsan parasını ödeyeceksin
DÖRT yıl önceydi. Yani dört sezon. Yani 365 çarpı 4. Tamı tamına bin 460 gün... Bin 460 gün evvel Türkiye'de kulüpler toplandılar, İçişleri Bakanı'na gittiler, Spor Bakanı'na gittiler ve dediler ki; "Biz özel güvenlik sistemlerimizi daha kuramadık.Bu kadar paramız da yok.Bize dört yıl süre verin, bu dört yıl zarfında devletin resmi polisi bizim maçlarımızda bize bekçilik yapsın, bize çalışsın, bize nöbet tutsun, biz para kazanalım, dört yıl sonra da özel güvenlik sistemine geçelim."
Bir peynirli sandviç, bir kola
Dört yıllık süre 5 Mayıs'ta doluyor. Bu dört yılda ne Kulüpler Birliği ne de federasyon bu konuda bir çalışma yapmış. Kulüplerimiz yan gelip yatmışlar. Devletin polisi, benim verdiğim vergiyle kulüplerin kapıkulu olmuş. Onlara hizmet vermiş. Hatta büyük maçlarda polisi sabah 10.00'dan gece 12.00'a kadar görevlendirmişsin, eline bir tane peynirli sandviç vermişsin, bir tane de kola...
Hakkını vereceksin bedavaya olmaz
Ama kulüp idarecileri televizyonlara gazetelere çıkmışlar, gerdanlarını kıra kıra beyanatlar vermişler. Yöneticilik sayesinde işlerini genişletmişler, ticaretten büyük paralar kazanmışlar, devlet ihaleleri almışlar, ama kendi kulüplerinin maçlarında özel güvenlik sistemlerini kuramamışlar.
Şimdi de İçişleri Bakanı diyor ki; "Kardeşim, benim şu anda 294 bin tane mezun verdiğim özel güvenlik ekibi var.Bunun 180 bini görev almış, 120 bini de boşta.Sen bu özel güvenlik birimlerinden faydalanmaya mecbursun, ben sana polisimi veremem. Eğer çok istiyorsan benim resmi polisimi, o zaman benim resmi polisime de belli bir para ödeyeceksin, hakkını vereceksin, bedava olmaz."
Bunlara 11 sene süre versen de yapamazlar
Bugün hükümetin de fikri bu, İçişleri Bakanı'nın da. Hükümet de haklı, İçişleri Bakanı da.
Sen dört yıl dalga geçmişsin, şimdi "Bana bir sene daha mühlet ver" diyorsun. Bunlara bir sene değil 11 sene versen, değişmeyecek. Çünkü bunlar işlerini yapmıyorlar, yapamıyorlar. Neden? Çünkü işlerine gelmiyor.
Neden futbolumuzda kaos var, Türkiye'nin en büyük maçında kavga var, şimdi daha iyi anlıyorsunuz herhalde. Öyle bir mantığımız var ki, yumruk yumruğa kavga eden en büyük takımların en büyük futbolcularını, kavgaya girmeden hayretler içinde seyreden Roberto Carlos ile Lincoln'e lanetler yağdırıyoruz. Adamlar medeni, niye öyle bir işe girsinler ki. Hayrettir, doğruyu yapanı tenkit ediyoruz.
Korna çalıp taciz eden taksilere binmeyin
YOLA çıkıyorsunuz; taksiye bineceksiniz veya binmeyeceksiniz. Ya da kaldırımda arkadaşınızı bekliyorsunuz. 30 metre geriden gelen taksiler 'dat, dat, dat' diye korna çalıyorlar.
Taksici kardeşlerim; koca koca sarı taksileri görmemek için kör olmak lazım. Ben taksiye bineceksem, böyle korna basan taksilere binmiyorum. Çünkü bunlar insanı aptal zannediyorlar.
Tavsiyem, sizler de binmeyin. Zaten büyük şehirlerde inanılmaz bir taksi terörü var. Bir de bu kornalarla kulakları kirletiyorlar.
Yıllarca ön tarafta oturan arkadaşlar, koltuklarında başlık olmadığı için boynu kırılarak öldüler. Ama ne valilikler ne de emniyetler bu taksileri trafikten men etmediler. Bunlara "Katil taksi" dedim, başlıkları olmadığı için. "Sarı Taksiler" diye çıkardıkları gazeteden bana hakaretler ettiler ama mahkemeye veremediler. Neden? Hakime söyleyecekleri bir şey yok da ondan. Ancak trafik polisi size gelir, hiç yoktan size ceza yazabilir, bu katil taksilere de yol verir. Toplayamazlar. Niçin? Trafik polislerinin taksicilerle ve katil taksilerle uğraşmaya güçleri yetmez.
Boyunlar kırılıyormuş... Hadi canım Erman sen de. Kırılırsa kırılsın.
Ama ölüyorlarmış...
Sana ne lan Erman!
İyi çocuk Arda
BİR kural ya vardır ya yoktur. Yılmaz Vural cezalı olduğu maçta tribünden oyuna müdahale etti diye cezası katlandı. Veya cezalı olan yöneticiler protokol tribününde oturdu diye cezaları katlandı. Ama söz konusu kişi futbolcu olunca işin rengi değişiyor...
Neymiş efendim, Arda'ya ayıp etmişler. Neymiş efendim, Arda çok iyi çocukmuş. Neymiş efendim, Arda Galatasaray'ın kaptanlığına oynuyormuş. Neymiş efendim, Arda ceza yemiş...
Ama ceza yiyen Arda, girilmeyecek gezilmeyecek yerlere girmeye gezmeye kalkmış... Yani, Arda kara kaplı kitabı delmeye kalkmış. Ve daha hala ona sahip çıkıp omuz verenler...
Bu işte Arda'ya omuz vermek Arda'yı kaybetmek demektir. En ağır cezayı örnek olarak vereceksin, ileriki yıllarda aynı olay oldu mu, "Gelir misin?" diye çağıracaksın, işte o zaman Arda koşa koşa ters tarafa gider.
Bu işler böyle düzelir...
Kuyuya taş atanlar
DENİZ Çoban, Beşiktaş-Bursaspor maçından sonra gözlemcisi Ahmet Akçay'a demiş ki; "Ahmet abicim, Beşiktaş'ın penaltısını atladığım için çok özür dilerim."
Ve bunu da maalesef haber olarak benim gazetem yazmış. Sevgili kamuoyu; Ahmet Akçay'ın Deniz Çoban'a verdiği puan 8.3. Yani bayağı yüksek. Eğer Deniz Çoban o maçta siyah veya beyaz bir tek büyük hata yapsaydı, puanı 7.9 olurdu. Bu da başarısız olduğu anlamına gelirdi. Ama bu haber gazetede çıktıktan sonra, eğer benim bu yazımı okuyan olursa işin doğrusunu öğrenmiş olur. Peki okumayanlar ne olacak? Deniz Çoban'ın hep böyle söylediğini düşünecekler.
Ben bunları hakemlik zamanımda da çok yaşadım. Bir yönetici bir kuyuya taş atıyor, bir gazeteci de alıp onu haber yapıyor, peşinden uğraş ki çıkarasın. Ondan sonra da, "At gözlüklü spor basını" dediğim zaman bana kızıyorlar.