GEÇMİŞTE kulüplerimizin giderlerinin önemli bir bölümünü biz yöneticiler karşılardık. 1997’ye kadar banka kredilerinin faizlerini öder, üstün başarı nedeniyle dağıtılan ekstra primleri cebimizden verir, seyahat ve deplasman giderlerini üstlenirdik.
Günümüzde eskiye göre çok büyük değişimler yaşandı. Kulüplerimiz büyüdü, ihtiyaçları arttı. Beklentiler de yükseldi. G.Saray’ın UEFA ve Süper Kupa’yı kazanması, çıtayı yukarılara taşıdı. Taraftar, sadece "annemizin ligindeki" başarılarla tatmin olmamaya başladı. Spor, özellikle futbol sanayiye dönüştü. Diğer bazı etkenler de bunlara eklenince, giderler olağanüstü arttı. Kulüplerimiz, dernek statüsü ve yaklaşımı ile yönetilemez oldular. Ticari işletme anlayışı ile yönetim zorunlu hale gelince, Avrupa’nın M.United, Milan, Real Madrid gibi büyük kulüplerini taklit etmeye başladılar. Dolaylı yoldan da olsa şirketleşmeyi seçtiler.
Yaşadığımız ekonomik krizlerden olumsuz etkilenen, eskisi gibi kolay para kazanamayan çoğu yöneticiler, artık kulüp giderlerine yetişemez oldular. Yürekleri, cepleri kadar zengin olmayanların da genel kurullarda verdikleri para sözleri, seçim vaadinden öteye geçmedi.
Yöneticilik, eskisinden çok farklı hale geldi, profili değişti. Bütün bu gelişmeler, yöneticilerin kulüplerdeki önemlerinden çok şeyler götürdü. Artık futbolcular, yöneticilerinden daha fazla para sahibi...
Soyunma odasına gitmeyin
Eskiden kulüplerine yemek veren yöneticilerin hatta başkanların, şimdilerde kulüplerinin verdikleri yemeklere "konuk" olarak katılır olmaları, bugün gelinen durumun çarpıcı bir yansıması...
Bütün bunları niye yazdım? İlk yöneticilik dönemlerinde benim de yaptığım gibi bazı yöneticiler, boyunlarına astıkları "akredite kartları" ile maç öncesinde, devre arasında sahada, koridorlarda, soyunma odasında boy gösteriyorlar. Nedenini sorduğunuzda, takımı motive etmek için orada bulunduklarını, söylüyorlar. Oysa biraz sonra çıkacakları maçın havasına girmiş teknik heyet ve futbolcular zaten yeterli motivasyona ulaşmıştır. Yöneticiler ile karşılaşmak, tam aksi tesir gösterir ve konsantrasyonları bozulur. Kesin olarak bilinmelidir ki, futbolcular o atmosferde yöneticileri görmekten hoşlanmazlar.
Bu konuda çok şikayet alıyorum. Üstelik bu sorun yalnızca Süper Lig’e özgü değil. Diğer liglerimizde de birçok yönetici aynı davranış biçimini sergiliyor. Emin olmakla birlikte, yine de her ligden bazı teknik adam ve futbolcularla konuştum. Soyunma odası ve civarında ne maç öncesi ne de sonrası hiçbir şekilde yöneticileri görmek ihtiyacı duymuyorlar. Yöneticilerin, televizyona yansıyan bu görüntülerinden izleyiciler de rahatsız...
Yöneticiler hem kendilerinin, hem futbolcuların mutluluk duyacakları beraberlikler istiyorlarsa, ben kendilerine bir tüyo vereyim: Örneğin geciken alacaklarının ödenmesi için futbolcularıyla bir araya gelsinler...
Ribery gerçeği
GENÇLİĞİMDE sporcuları gözümde büyüttüğümden, onları hep yakışıklı, uzun boylu, atletik yapılı hayal ederdim. İşin içine girince, bu düşüncemin etkisi altında kaldım ve kafamda çizdiğim fiziğe uygun futbolcuları transfer etmeye çalıştım.
Bir takıntım da futbolcuların isimleriyle ilgiliydi. Kulağa hoş gelmeyen, rakiplerimizin alay konusu yapabilecekleri isimleri, ne kadar iyi futbolcu olursa olsun, almak istemezdim. Hatta bir keresinde Fatih Hoca, "Futbolcuyu bulduk, ama bakalım ismini Ergun ağabeye nasıl beğendireceğiz?" demişti. Zaman geçtikçe isimleri, fizikleri düzgün olan futbolcuların dezavantajlarını gözlemeye başladım. Anladım ki, yakışıklı futbolcuları rahat bırakmıyorlar.
Şaşırtan buluşma
İki yıl önce, hiç tanımadığım, ismini duymadığım Ribery diye bir oyuncunun Galatasaray’a transfer edilmesine karar verildi.
Adnan Öztürk ve Fatih Gökşen bu oyuncuyu bir gecede Fransa’dan apar-topar alıp getirdiler. Kulüpteyiz, "Nerede bu futbolcu?" diye soruyorum, bana göstermiyorlar. "Dur ağabey, imzayı atalım ondan sonra görürsün" diyorlar. Sonunda bir odaya girdik, sağa sola baktım, futbolcuya benzer kimse yok. İri-yarı bir zenci menajer, bir de eciş-bücüş, yüzünde yara izi olan, Fransız filmlerindeki kabadayılara benzeyen, 1.60 boylarında birisi... Benim şaşkınlığımı gören Fatih Gökşen,"İşte Ribery bu!" diye eliyle bana gösterdi. Ben de kendisine "Bunun için Fransa’ya kadar gitmeye gerek yoktu; Alaattin’den isterdik, böyle bir tane bize gönderirdi" dedim.
Elimizden kaçırdığımız o Ribery, Dünya Kupası’nın yıldızı oldu...
Futbolcunun şeklinin, renginin, görüntüsünün, isminin değil, oynadığı oyunun önemli olduğunu, başta ben olmak üzere herkese kanıtladı...
ZORUNLU YAZI
DAHA çok acemisi olduğum yazı işinde büyük yazar (!) olmayı kafama koydum. Bu nedenle hep adı büyük köşe yazarlarına bakıp, onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum.
Bu yazarlarımız, zaman zaman köşelerinde gittikleri restoran, tatil köyü, eğlence ve dinlence yerlerinden söz ederler. Buraları öven ifadeler kullanır, çok güzel ağırlandıklarını okuyucularına duyururlar. Bu güne kadar ağırlanan bir yazarın eleştirel yazısına rastlamadım.
Ve anladım ki, ileride adımın onların arasında anılması için benim de bu konuda bir yazı yazmam gerekiyor. Ama işin içine girince, bunun çok da kolay olmadığını gördüm. Zira benim gidip de yazmayı düşündüğüm her yer, onlar tarafından yazılmıştı. Tam da yazı hayallerim suya düştü, diye ümitsizliğe kapıldığım bir anda "ilham perim" imdadıma yetişti; kulağıma "Trabzon Kültür Derneği’ni yazsana!" diye fısıldadı...
Saklı cennet
Öyle ya, haftanın 2-3 akşamı gittiğim derneğimiz bu iş için biçilmiş kaftandı. Kayganası, kuymağı, muhlaması, kara lahana çorbası, dolması, turşu kavurması, mısır ekmeği, başta hamsi olmak üzere balıkları, ev baklavası, burmalısı, laz böreği ile yemekleri leziz, fiyatları ucuz... Karayemişi, kokulu üzümü, inciri, fındığı, muşmulası ve diğer asırlık ağaçları ile Karadeniz’in tıpa tıp aynısı yeşillikler içindeki doğası harika... Serenderi, ahşap köşkü ile tarihi mekanları ilgi çekici... Mimarisi doğaya saygılı... Beylerbeyi’nde, Boğaz manzaralı, beton yığınlarından uzak, kent içinde sanki saklı bir cennet... Yani, kelimenin tam anlamıyla şahane, hatta fevkaladenin de fevkinde...
"Gurme" sayılmasam da ağzımın tadını bilirim; bana güvenin... Sizlere de gönül rahatlığı ile tavsiye ederim. Sakın yanlış da anlamayın, ben burada parasını ödeyerek yemek yiyorum. (Not: Yazı "reklam kokan" diye itiraz edeceklere cevabım hazır: Ben de modaya uydum. Bir diğer önemsiz ayrıntı da benim bu derneğin başkanı olmam...)