Ya gözümüz seçmiyor ya da Avrupalı parlamenterlerin yolu Başkent’ten geçmiyor
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Uzun süredir Ankara’da böylesine hoş bir davet gerçekleşmemişti. Big Chefs’in sahibesi Gamze Cizreli’nin ev sahipliğindeki etkinlikte Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’un eşi Caroline Koç ile ortağı Banu Yentürk piyasaya sürdükleri yeni kahve markasını tanıttılar. Beni ilgilendiren kısmı ise ne kahve, ne de davet merakımdı. Sadece uzun zamandan beri birlikte görmediğim insanlarla bir arada olma isteğimdi.
Etkinlik saat 16 ile 18 arasında olmasına rağmen katılım umulanın üzerindeydi. Ancak daha güzel olanı, toplumun her sosyal kesiminden insanın davette hazır bulunmasıydı. Örneğin, Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Abdülkadir Aksu’da oradaydı, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’de, İsmet İnönü’nün kızı Özden Toker’de. Japonya’nın Ankara Büyükelçisi Nobuaki Tanaka ile İtalya Sefiresi Selva Marsili gibi diplomatik isimler de. Başkent cemiyet ve iş yaşamının önde gelenleri ise onlardan önce yerlerini almıştı.
Yeri gelmişken Abdülkadir Aksu için bir parantez açayım. Zaman zaman “Keşke tüm Ak Partililer onun gibi olsa” diye iç geçiririm. Beş vakit namazını kılıp, alkolden uzak durur ama tüm sosyal aktivitelere de katılmaktan geri kalmaz. Dinini bireysel yaşarken ne kimsenin yaşam tarzına karışır, ne de kendisi gibi düşünmeyenlerle arasına set çeker. Dudaklarından hiç eksik olmayan o tebessümüyle herkesle muhabbet eder. Çok kutsal saydığı aile değerlerine zarar vermeden, sosyal hayatın içinde yerine göre davranmasını da iyi bilir. O gün de Big Chefs’deki davette de çevresinde bulunan insanların her selamına, her sorusuna sıkılmadan yanıt verdi ve sıcak diyaloglardan kaçınmadı. Keza bu davette yer alamayan Devlet Bakanı Zafer Çağlayan için de aynı şeyleri söyleyebilirim.
Kahve bahane ortaya çıkan görüntü şahane
Neyse, biz davete geri dönelim. Ortağı ve yakın arkadaşı Banu Yentür ile birlikte konukları kapıda karşılayan Caroline Koç, yeni ürünleri olan Türk kahvesi hakkında tüm davetliler gibi beni de bilgilendirdi. Kısaca kendine özgü, Osmanlı saray terbiyesi almış bir Avrupalı Türk titizliği ile Türk kahvesini dünyada hak ettiği yere taşımayı amaçladıklarını söyledi. Mekan sahibi Gamze Cizreli de, Amerikan kahvelerinin popüler olduğu bir dönemde, Koç ve Yentür’ün Türk kahvelerini tanıtma çalışmalarından duyduğu mutluluğu dile getirdi. O gün kahveden daha çok davetlilerin oluşturduğu güzel görüntüler ilgimi çekti. Hepsini siyasal havanın yarattığı kara tablodan sıyrılmış görmeye hasret kalmıştık. Şimdi diyeceksiniz ki, Koç’ların davetindeki karışıma alkış tutarken, geçen hafta Ankara Giyim Sanayicileri’nin defilesindeki türbanlı birlikteliğe niye karşı çıktın? Cevabı gayet basit, Big Chefs’de kimsenin aklına, görünmesin diye kutusu ya da fincanındaki kahvenin üzerine örtü örtmek gelmedi.
Ankaralı olarak kentimle gurur duyacağım zamanı iyi biliyorum
Şehrin dört bir tarafı, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in hazırlattığı afişlerle donatılmış durumda. İçeriğinde Avrupa Konseyi’nin kentlere verdiği en büyük ödül, “2009 Avrupa Ödülü”nü Ankara’nın kazandığı yazıyor. Melih Bey’de sağ elinin işaret parmağını havaya kaldırarak, “Ankara kentinle gurur duy” diyor. Bu afişleri görünce önce güldüm. Sonra da Görme Özürlüler Haftasının tarihine ve Başkentin belediyecilik anlayışına şöyle bir baktım. Sonuçta da bir karara vardım. Başkentteki çağdaş gelişmeyi ya bizim gözümüz seçmiyor, ya da ödüle layık gören Avrupalı parlamenterlerin yolu Ankara’dan geçmiyor. Bir de Ankaralı olarak kentimle ne zaman gurur duyacağımı çok iyi biliyorum. O da Melih Gökçek’i tekrar seçmediği gün.
Madem gururdan söz açıldı, gelelim bu haftaki ana konumuza. Öncelikle, benim üzüme dair bilgimin manavdaki salkımlardan ve şişedeki sirkeden öteye geçmediğini vurgulamam gerekiyor. Bir de fındıkla yan yana sunulan kurutulmuş hali çok hoşuma gider. Fıçıdaki ya da şişedeki şaraba çok özenmeme rağmen üzümün bu hali pek ilgimi çekmez. Daha açık bir ifadeyle masamda görsel şölen olarak yerini alır, hepsi o kadar. Bu yüzden de başta Ertuğrul Özkök olmak üzere birçok şarap meraklısına imrenerek bakarım.
Konuya bu kadar ilgisiz kalmamdan dolayı olsa gerek, geçen hafta, Kavaklıdere Şarapları’nın sahibi Ali Başman ile Halkla İlişkiler Müdürü Elif Erol, çok özel bir teklifte bulundular. Birkaç konuklarıyla beraber beni de Kemalpaşa’daki görkemli fabrikalarının bulunduğu bağa davet ettiler. O gezi sonucunda da anladım ki, şarap bağlardan ve fıçılara istiflenmiş üzüm suyundan ibaret değil. İsterseniz bu gezide tanık olup, öğrendiğim ilginçleri anlatmadan bir o kadar ilginizi çekeceğine inandığım Kavaklıdere’nin tarihçesine değineyim.
Kavaklıdere bağlarının yaratılış ve yokoluş öyküsü
Çocukken hatırlarım, bu günkü Kavaklıdere semtinin birçok yerinde üzüm bağları vardı. Sheraton ile Hilton Otel, Karum Alışveriş Merkezi, BBDK Binası gibi dev yapıların yerinde bağlar ve birbirine çok benzeyen villalar bulunurdu. Zaten Kavaklıdere firması da ismini bu bağların bulunduğu semtten almıştı. Gazetecilik yaşamımın ilk yıllarıydı ki, bu bölge ve firmanın tarihçesini araştırmıştım. Son Kemalpaşa gezisinden önce de o yılda tuttuğum notlarıma göz gezdirip, dağarcığımdaki bilgileri tazeledim.
Bugün Tunalı Hilmi Caddesi’ne adını veren, Ittihat ve Terakki kökenli Albay Tunalı Hilmi Bey, görevli olarak İsviçre’de bulunduğu sırada Cenevreli tanınmış bir ailenin kızına gönlünü kaptırır ve kısa sürede evlenir. Bu birliktelikten Sevda adında bir kızları ve İnsan adında da bir oğulları olur. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara Milletvekili olarak görevini sürdüren, hatta kabinede bakanlık mertebesine ulaşan Tunalı Hilmi Bey, çocuklarını Türk ve İsviçre kültürü ile büyütür. Galatasaray Lisesi’ni bitiren güzel ve alımlı Sevda Hanım, hastalanınca ailesi onu tedavi için tekrar İsviçre’ye yollar. İşte bu süreçte Almanya’da iktisat tahsili yapmış Filibe eşrafından Serçeşmebeyleroğlu Mehmet Cenap ile tanışır. Bu tanışma yıllarca sürecek mutlu bir evliliğe dönüşür ve Ankara’ya yerleşerek soyadı kanunuyla And soyadını alırlar.
Aldıkları eğitim ve ülke standartlarının üzerindeki vizyonlarıyla bu çift, Kavaklıdere bölgesinin gerek şarapçılıkta, gerekse imarda büyük yatırım potansiyelini görür. Milli mücadele yıllarının getirdiği yokluk ve imkânsızlıklar nedeniyle İsviçre’deki banker dostlarından borç alarak Kavaklıdere bölgesinde, ileride şarap fabrikasının kurulacağı bağı ve arazileri satın alırlar. Bu süreçte Sevda Hanım’ın erkek kardeşi İnsan Tunalı da Dışişleri Bakanlığı mensubu olarak yurt dışı görevlerde bulunur.
Sevda hanımın hayali Cevza hanım’a kısmet oldu
İşte Kavaklıdere efsanesi bu vizyon sahibi And Ailesiyle kurulur. Bir trafik kazasında ölen Sevda Hanım’dan sonra uzun yıllar yalnız yaşayan Cenap Bey, Demokrat Parti döneminin ünlü Milli Eğitim Bakanı Avni Başman’ın kızı Ayşe Cevza Hanım ile evlenir. Bu evlilik esnasında Sevda Cenap And çiftinin evlatlık olarak yetiştirdikleri Metin And, kendini güzel sanatlara vererek, Kavaklıdere’den, dolayısıyla aile şirketinden uzaklaşır. Cenap And’ın ölümüyle beraber Ayşe Cevza Hanım mirasçı olarak yoluna devam eder. Ancak, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası gibi kurumlarda danışman olarak çalışmış Makine Yüksek Mühendisi olan kardeşi Mehmet Başman’ı da hissedar yaparak. İşte, bugün Kavaklıdere firmasının başında Mehmet Başman’ın oğulları Ali ve Murat Başman bulunuyor. Üstelik her ikisi de kendilerinden önceki neslin mirasına sahip çıkıp, işleri kat ve kat büyüterek.
Türkiye’nin ilk özel sektör şarap üreticisi olan Kavaklıdere Şarapları, bugün itibarıyla yıllık 18,5 milyon litre şarap depolama kapasitesine ulaşmış durumda. 43 adet şarap ve 2 adet üzüm suyunun yer aldığı geniş bir ürün yelpazesi bulunan firma, üretimini toplam büyüklüğü 560 hektarı bulan bağlarında gerçekleştiriyor. Daha açık bir ifadeyle üretimini Ankara-Akyurt (1987), Kapadokya- Gülşehir (2003) ve Ege- Pendore (2005) olmak üzere 3 ayrı şarap tesisinde gerçekleştiriyor. Ürünlerinin yüzde 20 sini başta Avrupa olmak üzere Uzakdoğu, Kanada ve ABD’ye ihraç ediyor.
Zengin yemek mönüsü ve asma bahçesinin çakma şarapçısı
Biz, o gün büyüklüğü 200 hektarı bulan Kemalpaşa’daki Pendore bağ ve tesislerini gezmeye gittik. Pendore, adını Yunanca “beş köy” anlamına gelen “pence horyos”tan alıyor ve bu bölgede bağcılık ve şarapçılığın kökleri en az 2800 yıl geriye kadar uzanıyor. Güneye bakan eğimiyle bu bağların bulunduğu topraklar oldukça verimli. Beyaz şaraplık üzümlerden Bornova Misketi; kırmızı şaraplık üzümlerden ise Öküzgözü, Boğazkere, Cabernet Sauvignon, Merlot, Syrah, Grenache, Sangiovese, Tempranillo, Montepulciano, Carignan ve Alicante Bouchet yetişiyor. Eminim benim gibi size de bu üzüm cinslerinin birçoğu yabancı gelmiştir. Bu arada çok ilginç bilgilere de ulaştım. Ben, hep ürünün verimini daldaki salkımların çokluğuyla orantılardım. Meğer bu yanlışmış. Bağcılıkta ne kadar düşük verim alınırsa, kalite o oranda yükselirmiş. Bu yüzden de düşük verim elde etmek üzere üzüm verecek kolların azaltılması için “kış budaması” yapılırmış. Asmanın sadece en iyi salkımları bırakılarak tüm gücünü en iyi salkımlara vermesi sağlanırmış.
Ayrıca hasat edilen şaraplık üzümü mümkün olduğunca çabuk kava ulaştırmak mahsulün sahip olduğu lezzetlerin şaraba daha iyi yansımasını sağlarmış. Üzümlerin bağdan toplandığı andan şarap olana kadar ki yolculuğunda pompa ya da benzeri hiçbir araçla hırpalamadan yerçekimi yardımı ile işlenmesi de şartmış. Bu sayede hiç hırpalanmayan üzüm taneleri tüm lezzetlerini şaraba yansıtabiliyormuş.
O gün arazi araçlarıyla offroad yaparak dolaştığımız bağda ilgilendiğim iki konu daha oldu. Birincisi Kemalpaşa’daki bağlarda yılda 19 bin kişinin ekmek parasını kazandığı, ikincisi ise kurulan sofrada şaraplarla yenecek mönü. Baharat soslu et ve tavuklar, kuzu incik, av etleri, güveç etler, mantarlı risotto, Kars gravyeri, emantel gibi sert peynirler soframızı süslüyordu. Ancak kendimi ifşa ediyorum; ideal servis sıcaklığı 17?19 derece olan şarapları yine de buz gibi kolalı içeceklerin yerine koyamadım. O çok özel şarapları gırtlağımla dişlerim arasında gezdirme denemelerim yudumlama safhasında sonuçsuz kaldı.