11 Eylül 2011
“Ankara’nın en çok neyini seversin? İstanbul’a dönüşünü.” Şair Yahya Kemal’in bu vecizesi, son yıllarda başkent için yeniden sık sık kullanılır oldu. Çünkü birçok kişiye göre Ankara’nın sosyal hayatı, son yıllarda giderek sıkıcı bir hal alıyor. Bu ‘sıkıcı’lığın temelinde ise rakı-ayran çatışması yatıyor. Çünkü başkent büyük bir değişim yaşıyor. Nasıl mı?
Ankara’daki değişimin en güzel örneğini ilk olarak İstanbul’dan transfer Laila Eğlence Merkezi oluşturdu. 2004’te açılan bin 500 kişilik gece kulübü, yaklaşık beş yıl sonra Şahhane adıyla, girişinde mescit olan alkolsüz kebapçı dönüşümü yaşadı. Ama o da tutmadı. Düğün salonu oldu.
Aynı şekilde İstanbul’un meşhur markası Paper Moon, Kavaklıdere’de büyük bir yatırım bütçesiyle boy göstermeye başladı. Üstelik meşhur şarap koleksiyonunu ve alkol mönüsünü de müşteriye sunmakta bir sakınca görmedi. Ancak, AK Parti iktidarına sempatik görünmek için de farklı yollar da aradı. Bu günlere gelindiğinde hem mönüden, hem de İstanbul da çizdiği imajdan kaybettiği yetmezmiş gibi tutunamadı, kapısına kilit vurdu. Ardından da tası tarağı toplayıp, İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Keza İstanbullu marka Mirror, CEPA AVM’de açıldı ama kapandı yerine alkolsüz faast food restoran açıldı.
AK PARTİ DÖNEMİN GÖZDE BÖLGESİ
Aynı süreçte alkolsüz mönüsüyle açılış yapan restoranlar gelmekte gecikmedi. Bunun en güzel örneğini ise Fevzi Hoca Balıkçısı oluşturdu. Yenimahalle’deki Orman Bakanlığı bahçesinde açılan ve alkolsüz hizmet veren restoran her gün dolup taşmaya başladı. Tabii başarısında bulunduğu mevkinin ve iktidar mensuplarının ilgisinin büyük payı vardı. Bunun verdiği güvenle Gaziosmanpaşa’da bir şube daha açıldı. Ama her gün boş masalara tanık olmaktan kapanmasına ramak kaldı. Çünkü Çankaya Belediyesi il sınırlarındaki Gaziosmanpaşa’da oturanlar moderniteye açık vizyonuyla alkolsüzlüğe tepki vermekte gecikmedi. Ama Yenimahalle’deki mekanı muhafazakar siyasetçi ve bürokratların, dolayısıyla da onlarla aynı havayı solumak isteyen iş çevresinin akınına uğramayı sürdürüyor.
Bir de sosyal getto çatışması var Ankara’da. Keçiören, Eryaman, Pursaklar gibi yerleşimlerde bırakın alkollü restoranı, içki satışı yapan market bile yok. Alkol satışı yapan işletmeler ise Çankaya, Yenimahalle, Altındağ gibi ilçelerin sınırları içinde bloklaşıyor. Muhafazakârlık demişken, bu alandaki bayrağı son dönemde AK Parti Genel Merkezi’nin de bulunduğu Çukurambar taşıyor. Peşi sıra Pelit, Mado, Çiçek Lokantası, S’lo gibi alkolsüz cafe restoranlar açılıyor. İşte burada ilginç bir sentezimi örnekleriyle aktarmak istiyorum.
Önceleri AK Parti İktidarıyla beraber Ankara’nın moderniteye açık restoranları yerine başta kebap kültürüyle yoğrulmuş alkolsüz işletmeler ön plana çıkar oldu. Hele hele alkolsüz balık restoranları yoğun ilgi gördü. Hal böyle olunca da, iktidarın bu kebap ve balık ilgisine İstanbul’un ünlü markaları da kayıtsız kalmayıp, pastadan pay kapmak amacıyla Ankara’da birer şubelerini açtı. İşte bu aşamada açılan bir iki İstanbullu restoran, iktidarın yeni lezzetlere yelken açmaya hazır olduğunun sinyallerini verdi.
SUSHİ KANKİSİZ YAPAMADI
Bunlardan biri Filistin Caddesi’nde açılan Home Stor’du. Kafesi ve Sushi restoranıyla Başkentlilere ‘Merhaba’ dedi, ancak yanlış strateji yürüttü. İstanbul’daki merkezinin aksine, Ankara’da alkollü içeceklerini mönüsüne koymadı. Aslında ortaya şaşırtıcı bir durum da çıktı. Dünyanın hiçbir sushi restoranında, başta Japon içkisi “Saki” olmak üzere alkollü içkiler sofradan eksik edilmezken, Ankara’daki süper lüks benzerinde ise kapıdan içeri alkol sokulmadı. Kısacası, Sushinin dünyada meyve ve kolalı içeceklerle yenildiği tek yer oldu.
Peki, bu konsepti amacına ulaştı mı? Kısaca “Hayır”. İktidar mensupları ve diğer müşteriler beklenen ilgiyi göstermedi. İçkisiz ortamına rağmen kimse gitmedi ve önce Erdal Acar’a satılarak el değiştirdi, sonra da alkol servisi yapmasına rağmen kapandı.
Geçmişe neden uzandığıma gelirsek, son yılların gözde yeri Çukurambar mekanları için bir notum da olacak; Bakıyorum da dev hacimli birçok kafe-restoran açılıyor ama yüzde 80’i alkollü içecek satmıyor. Kimi ‘konseptim gereği’ diyebilir ama zamanla bunun sıkıntısını çekeceği kesin. Hatta şimdiden çektiklerini görür gibiyim. Büyük bölümünün öğlen servisleri dolu ama akşamları çoğunun masaları boş kalıyor.
DEVLER BU GİRİFLİĞİN FARKINDA DEĞİL
Buradan mekan sahiplerinin çıkarılacağı ders şu; Müşteri profili ister iktidar mensupları olsun, isterse diğer kesimler, Ankaralı gideceği mekanda batılı yaşam tarzını benimsemiş anlayışın olmasına önem veriyor. Alkol içenle içmeyen bir arada olmayı, her aradığını bulmayı seviyor ki Ankara’nın en trend işletmelerine bakın, bu profili görmeniz mümkün. Bu sözüm özellikle Çukurambar bölgesinde birbiri ardına açılan dev gibi mekanların sahiplerinin kulağına küpe olsun. Her türlü hizmeti ver ama alkol ‘yok’ de! İşte bu noktada yanılıyorlar. Tabii ki bu anlattıklarıma pastane ve esnaf lokantaları dahil değil.
Gelelim diğer kesime; Alkollü işletmeler, denetimden değil ama baskıdan şikâyetçi. Polisin Çayyolu Park Caddesi üzerindeki restoranda çocuklarıyla yemek yiyen aileye zabıt tutup, karakola götürme girişimi Türkiye’de gündem olmuştu. Benzer uygulama Filistin Caddesi’ndeki restoran ve kafelerde de yaşandı. Birkaç yıl öncesine kadar polis sık sık kimlik kontrolü yapıp, yanında ailesi olduğu halde 18 yaşından küçük gençleri karakola götürüyordu. Kontroller son dönemde azaldı, ama müşteri ve doğal olarak mekân sayısı da azaldı.
HİZMET VE MÖNÜ DEĞİŞİYOR
Peki, bu ‘üstü örtülü’ dönüşümün temelinde ne yatıyor? Bu sorunun yanıtı iktidarda. Doğal olarak siyasiler ve bürokratlarda. Çünkü Ankara restoranları, cumhuriyetin kuruluşundan beri ‘iş yemekleri’nin en önemli mekânları. Başkent bürokrasisinin mesai saatlerindeki resmiyete dayalı ağır havası, iş yemekleriyle daha soft bir kalıba dönüşüyor. Devletle işadamları arasındaki politik ve ekonomik ilişki bu yemekler sayesinde sağlanıyor. Ama mönü değişim yaşıyor. AK Parti’li siyasetçi ve bürokratların Müslüman-demokrat kimliğine paralel yeni bir yemek ve eğlence kültürü oluşuyor. Çoğunlukla eşsiz davetler ön plana çıkıyor. Bu arada ünlü sanatçılar sadece halk konserleri ve davetlerde boy gösteriyor ki bu organizasyonların ana finansörü çoğunlukla belediyeler.
Bürokrat ve siyasilerin gitmediği alkollü mekânlardan doğal olarak işadamları da elini eteğini çekiyor. Hatta birçok kişi ve kurum için bu tip yerlerde görünmek, girilecek ihaleyi yarı yarıya kaybetmek anlamına bile geliyor. Sonuçta, iş çevresi ile bürokrat ve siyasilerin buluşma noktası içkisiz müesseseler, özellikle de kebapçılar oluyor.
AK Parti’nin çağdaş muhafazakârlık kavramıyla açıkladığı siyasi görüşü, içki yasağı tartışmalarının uzakta kaldığını gösteriyor. Ancak bu durum içkinin yasaklanması yerine içkisiz mekanların popülerlik kazanmasını da engellemiyor. İş yemeklerinin ve gece hayatının sembolik öğesi rakı, masalardaki saltanatını ayrana bırakıyor.
SUYUN KENARINDA ALKOLSÜZ HAYALLER
Özellikle Güneydoğulu milletvekillerinin ilgisini kazanan, Diyarbakır kökenli Tavacı Recep Usta, Ankara’nın büyük lokantalarından Hacıbaba, Fevzi Hoca ve Altınşiş; kebaplaşan Ankara yemek kültürünün en önemli örnekleri arasında gösteriliyor. Bu mekânlar, içkili bir yemek sofrasını aratmayacak sunumlarıyla da öne çıkıyor. Lokantalar, yemeğin uzun saatler sürmesine olanak tanıyan yavaş bir servis anlayışıyla hizmet veriyor.
Bu alkolsüzlük kavramı Melih Gökçek yönetimindeki belediyenin Altınpark, Susuz ve Yunus Emre göletleri çevresinde, göl manzaralı içkisiz lokantalar da apaçık kendini gösteriyor. Büyük onarımdan geçtikten sonra hizmete yeniden sokulan Gençlik Parkı’nda ise geçmişin tüm izleri yok edilip, alkol satışı yapan tek bir işletme bırakılmadı. Ankara’nın yeni lüks yerleşim yeri Dikmen Vadisi’nde ise onlarca restoranın hiç birinde alkol servisi yok. Filistin, Arjantin, Park caddeleri ile Bestekar Sokak, Çukurambar gibi popüler güzergahlarda yaygınlaşan kafe ve barlarla, AVM’lerdeki mekanlar kıyasıya rekabet ediyor. Çok az sayıdaki meyhane ve gece kulübü ise, eskinin ihtişamından çok uzakta ayakta kalma savaşı veriyor.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2011
Eymir’e ve göl kıyısındaki mekanlara yıllardır gitmemiştim. Doğrusu ismini birazdan aktaracağım yakın arkadaşım beni ve yakın birkaç dostumuzu brunch’a davet etmese gideceğim de yoktu. Ankara’nın göbeğinde konuşlanmış cennet gibi vahaya o gün doyamadım. Ağaçların gölgesindeki restorana çöreklenip, göl kenarında olmanın hazzını yaşarken de kimi zaman kuşlara ve balıklara ekmek attım, kimi zaman da gözümü suyun büyüsünden ayırmayıp sohbetlere daldım. İşte o anda da ormanın derinliklerinden gelen saksafon sesiyle irkildim.
Ancak önce bu cennet köşeyi anlatayım. Eymir’in arazisi ve içindeki gölü ODTÜ’ye ait. ODTÜ kürek takımının çalışma alanı ki, takıma ait bir de kayıkhanesi var. Gölün tüm kıyısını çevreleyen yürüyüş yolu doğa tutkunları için ideal bir parkur. Eymir’e Oran semtinden giriş yapılabildiği gibi, Gölbaşı’ndan da ulaşmak mümkün. Ancak iş tepelerle çevrili göle ulaşmakla bitmiyor. Güvenlik kapısından girebilmek için ya ODTÜ personeli olmanız gerekiyor, ya da okulun öğrencisi. Tabii bir de rektörlükten misafir statüsünde kimlik kartı alanlar ile mezun olanlar girebiliyor. Yani şehir gürültüsünden ve kirlilikten uzak bu cennet köşeye her elini kolunu sallayan giremiyor.
Eymir Gölü’nde kürek ve su sporlarının yanı sıra olta ile balık avlama ve piknik gibi etkinlikler de yapılabiliyor. Vatandaşın girişine kapalı olan bu mekanın halka açılması için girişimler olduysa da ODTÜ yönetimi özel arazisi olduğu için hep karşı çıktı. Hele bu alanı isteyen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek olunca taleplere iyice set çekti. Kim bilir, belki de ODTÜ yönetimi haklı. Kaş yapayım derken göz çıkaran Gökçek, arazide her an göl manzaralı bir AVM’ye izin verebilir, ya da koşu yolunu dört şeride çıkarabilir. Şaka bir yana doğası korunmak kaydıyla Eymir pek ala vatandaşa açılabilir.
NE ORMANI TEK BİR AĞAÇ BİLE YOK
Bu arada Eymir Göl’ün eski halini görenler ODTÜ’nün nasıl bir doğa harikası yarattığını anlatacaktır. Ben 1964 yılında çekilen bir fotoğraf buldum ki, gazeteci Bedii Faik, Süleyman Demirel ile gölün kenarında yürüyor. Bırakın ormanı o çorak arazide tek bir ağaç bile yok. Bir de bu güne bakın.
Biz dönelim konumuza... Eğer yolunuz Eymir’e düşerse sizi hoş bir sürpriz bekliyor. Ormanın derinliklerinden gelen saksafon sesi, kulaklara hoş nağmelerle ulaşıyor. Dahası sesin geldiği tarafa doğru yöneldiğinizde ise orta yaşlarda bir kişi, çevresindekilere aldırış etmeden göle doğru konserine devam ediyor. Yanına gittiğiniz zaman ise konserini kesip, saksafonunu kutusuna koyduğu gibi bulunduğu yerden ayrılıp gidiyor.
Peki, kim bu esrarengiz saksafoncu? Her halinden kendi zevki için çaldığı belli olan bu kişinin amacı ne? İşte bütün bu soruların yanıtını ve gizemli saksafoncunun ilginç hikayesini anlatacağım.
ÜLKEMİZİN İLK 500’Ü ARASINDA
O gün yakın dostlarını Eymir’e davet eden arkadaşım bu esrarengiz saksafoncunun ta kendisi. Dahası Türkiye’nin en büyük 500 sanayicisi arasına adını yazdırmış ünlü bir iş adamı. Lafı daha da uzatmayayım, Yakupoğlu Tekstil ve Deri Sanayi’nin sahibi Vedat Yakupoğlu... Saksafon ise onun yaklaşık dört yıl önce başlayan hobisi. Doğaya yöneliş ise en büyük tutkusu ki, Eymir’le yetinmeyen bu tutkusu ona fabrikasının bahçesinde mini bir hayvanat bahçesi ve onlarca bitkinin yer aldığı botanik parkı bile inşa ettirmiş.
Evinin yakınındaki Eymir Gölü ve Park Alanı ise sabah yürüyüşlerini yapıp, müzik tutkusunu giderdiği yer. Belki de iş stresinden sıyrıldığı terapi mekanı. Komşuları ve fabrika çalışanları rahatsız olmasın diye Eymir’e gidip, doğanın içinde hobisini tatmin ise son yıllardaki en büyük alışkanlığı. Ayrıca saksafona bu kadar hakimken, yanına birileri gelince utanıp, bulunduğu yeri terk edecek kadar da hassas.
KONUSUNDA BİR DÜNYA DEVİ
İşte birlikte olduğumuz o gün yine ormanın derinliklerinde kaybolup etrafa hoş nameler saçmaya başlamıştı. Dikkat ettim de o an çevrede bulunan herkes, müzik sesine kulak kabartıp onun çaldığı şarkıları dinliyordu. Tabii bu gizemli müzisyenin kim olduğunu birbirine sorarak... Bense sesin kaynağını yakından tanımanın verdiği rahatlıkla müstehzi müstehzi gülerek merakları gidermeye çalışıyordum.
Vedat Yakupoğlu’nu tanımayanlar için küçük bir bilgi akışında bulunayım. Kendisi, yaklaşık 27 yıl önce babasından devraldığı küçük imalathaneyi, Türkiye’nin ilk 500 sanayi kuruluşu arasına sokmayı başaran yetenekli bir iş adamı. Bugün ülkemizin en büyük askeri ayakkabı ve teçhizat üreticisi olarak faaliyetlerini sürdürüyor. Askeri alanda tekstil, deri, ayakkabı-bot ve çadır gibi ürünleri NATO standartlarında üreten ve bunları Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yanı sıra, yurt dışına da satan bir markanın sahibi... Ayrıca UNICEF, Kızılhaç gibi uluslararası kuruluşlara da malzeme satarken, kendi alanında en son teknoloji, malzeme ve laboratuar imkanlarına sahip tek Türk firması olmanın gururunu da yaşıyor.
DEŞİFRE OLDUĞU YETMEZMİŞ GİBİ NEFESİ DE GİTTİ
Ürünlerini başta İngiltere olmak üzere Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Danimarka gibi ülkeler ile birlikte Bağımsız Devletler Topluluğu, Orta Doğu ve Körfez ülkelerine ihraç ediyor.
Eh, bu kadar geniş yelpazede savunma sanayinin içinde bulununca, üstelik ekmek verdiği binlerce kişinin sorumluluğu üzerinde olunca stresten sıyrılmak için saksafonlu anlar onun için en büyük terapi oluyor. O gün solo konserini yarım bırakıp, yanımıza geldiğinde ben çevremdekilere kimliğini çoktan deşifre etmiştim. Önce tatlı bir sitem etti, ardından da ısrarlarımıza dayanamayıp, arabasının bagajına gizlediği saksafonu getirtip, kaldığı yerden devam etti. Konser bittiği zaman ise nefesini tüketmenin verdiği ıstırapla köşesine çekilip, uzun süre sohbetlere katılamadı. Anladım ki o gün Vedat’ı hem deşifre etmiş, hem de soluksuz bırakmıştım.
Hazır söz müzikten açılmışken bir başka ilginç konuyu daha aktarayım.
PALA REMZİ’NİN GERÇEK ÖYKÜSÜ
Daha önce de yazmıştım; “Pala Remzi” şarkısı İbrahim Tatlıses’in repertuarına girince meşhur olmuştu. Aslında şarkıyı, Selahattin Alpay, İzzet Yıldızhan, Kazancı Bedii gibi bir çok ünlü isim de seslendirmişti, ama hiçbiri İbrahim Tatlıses gibi yorumlayıp, hit haline getirememişti.
Peki, şarkıda adı geçen Pala Remzi, hayal ürünü bir kahraman mıydı? Sizi fazla yormayayım, adına şarkı bestelenen kişi gerçekti ve Bingöl doğumlu Ramazan Tekmen’den başkası değildi. Ramazan Bey, lider ruhlu bir kişiliğe sahipti ve Türk Elektrik Kurumu’nda bakım ekip şefi idi. Görev yaptığı Anadolu’da, önce namı yürüdü, sonra da şarkısı söylendi. Yöre halkı ona ya “Pala” diyordu, ya da “Pala Remzi”... Yaklaşık 10 yıl önce öldüğünde İbrahim Tatlıses’in tüm ülkeye mal ettiği şarkının popüler olduğunu göremedi.
Ve Ankara’ya yolu düşenler iyi bilir: Oran Şehri’nde çarşı merkezinin altında, Kalbur isminde meşhur bir balık restoranı var. Yer bulmak için neredeyse dört gün önceden rezervasyon yaptırılan o küçük işletmede, belki de Türkiye’nin en lezzetli deniz ürünleri sunulur. Herkes Pala Remzi’yi merak ede dursun, kardeşi Mehmet Tekmen eşi ile birlikte, Ankara’nın bu gözde balık restoranını işletiyor. Doğrusunu söylemek gerekirse de, ne kimse onun Pala Remzi’nin kardeşi olduğunu biliyor, ne de o ağabeyini anlatıyor.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2011
Malumunuz, Yüksek Askeri Şûra öncesi emekliliğini isteyen eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner’in bazı subaylarla yaptığı söylenen toplantının ses kayıtları internete düştü. Doğal olarak da üzerine birçok yorum yapıldı. Şimdi bu konuya girecek değilim. Yerine yıllar öncesi kulak misafiri olmanın ne tip sonuçlar doğuracağına yönelik bir örnek anlatacağım. Bana halen komik gelen bu olay aklıma düştü ve sizlerle tekrar paylaşmak istedim.
Ünlü sinema oyuncusu Müjde Ar’ın fırtına gibi estiği seksenli yılların başıydı. Bir yandan film, diğer yandan sahne çalışması yapan Ar, sosyal etkinliklere katılmayı da hiç ihmal etmezdi. İşte o etkinliklerden birini de Türk Silahlı Kuvvetleri için gerçekleştirmişti. Askeri erkân Etimesgut’taki karargâhta kendisine teşekkür şilti verecekti. Karavanadan yenilen yemek sonrası, karargâhın bahçesinde bulunan çardak altında sohbetle karışık kahveler içilmeye başlamıştı. Bu esnada çardak altındaki gurubun yanına intikal eden iki komutanın anlattıkları kahkaha tufanının patlamasına vesile olmuştu.
Ziyaretin gerçekleştiği gün askeri tatbikat vardı ve eğitimin bir parçası olan bu etkinlikte, askerler tam teçhizatlı olarak savaş oyunu gerçekleştirecekti. Tatbikat start aldığında her zamankinden farklı bir şeyler oluyor, silah elde taarruza geçen askerler kendilerini uçarcasına yerden yere atıp, sipere uzanıyor, adeta Rambo filmlerindeki gibi sahneler yaşanıyordu.
KAMERA ŞAKASI DEĞİL GERÇEK
Onlardaki bu istek ve hareket komutanlarını da şaşırtmış ve kısa bir süre sonra işin aslı anlaşılmıştı. Müjde Ar’ın birliğe gelişini gören ve bazı konuşmalara kulak misafiri olan erler, tatbikat esnasında film çekileceği dedikodusunu yaymıştı. Dolayısıyla da tüm birlik kameralara daha iyi görüntü verme telaşı içine girmişti. Eh, ne de olsa Yeşilçam ayaklarına kadar gelmişti. Her şey iyi hoştu da, bu dedikoduya inananlar, kafalarını şöyle bir kaldırıp “Kamera var mı, yok mu?” diye bakmamıştı. Üstelik Müjde Ar, tatbikat alanının yanından bile geçmemişken.
Daha da komiği birlikteki herkese doğrusu anlatılsa bile günlerce film çekimi konuşulmaya devam etmişti. Duyduklarına inanan bir kısım er ve düşük rütbeli subay dağ tepe kamera aramıştı. Sonunda Müjde Ar’a plaket verilirken çekilen resimler karargah önündeki panoya asılmış, konuya halen şüpheyle bakanların tereddütleri giderilmişti. Aslında bu duruma uygun çok güzel de bir fıkra var. Şu sıra medyadan takip ediyorsunuzdur, Arap Baharı yaşanıyor deniyor ya ve bizim büyüklerimiz Araplarla hiç olmadığı kadar haşır neşir oluyor ya, yeri gelmişken aktarayım istedim.
ARABIN DİLİNDEN ANLAMAK GEREKİYOR
Coca Cola´nın pazarlama temsilcilerinden biri, Arabistan´daki görevinden hayal kırıklığı ile dönmüş ve niye başarılı olamadığını arkadaşlarına anlatmış:
-Beni Arabistan´a ilk gönderdiklerinde iki sorun vardı. Arapça bilmiyordum. Halkta da okuma-yazma öyle iyi değildi. Bu yüzden, onlara vermek istediğim mesajı yan yana üç resim halinde düzenledim.
Birinci resimde bir Arap... Çölde kumların üzerinde sürünüyor, susuzluktan kavrulmuş, ölmek üzere. İkinci resimde, Arap, kumların arasında bulduğu buz gibi Coca Cola´yı içiyor. Üçüncüde ise adam dipdiri, ayakta, canlı ve neşeli...
-Eee, harika fikir. Anlamadılar mı?
-Anladılar anladılar ama... Sorun da bu. Araplar sağdan sola doğru, yani tersten okurlarmış meğer!..
GERİDE EN AZINDAN DİKİLİ AĞAÇLARI VAR
Demin plaket demişken aklıma geldi; Meclis bahçesinin bir bölümü, yabancı ülkelerin hediye ettiği ağaçlara ayrılmış ya, gözüme hemen diplerinde bulunan plaketler takılmıştı. Onlarca plaket arasından dördünün bugün tarihe gömülen ülkelere ait olduğunu fark ettim.
Geriye bir adları, bir de dikili ağaçları kalan bu ülkelerin isimleri ise şöyle: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Çekoslovakya, Yugoslavya ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti. Şimdi aynı çatı altında birleşen Almanya hariç, dağılan bu üç ülkenin ağacına kimin sahip çıktığını çok merak ediyorum. Örneğin, Çekoslovakya’nın ağacını Çekler mi, yoksa Slovaklar mı suluyor? Ya da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasıyla oluşan ülkelere ayda bir sulama sırası düşüyor mu?
85 YIL SONRA KADERİ BU OLMAMALIYDI
İki binli yıllara kadar hükümet üyelerine, önemli politikacı ve bürokratlara ulaşmak için Ankara’nın en önemli adreslerinden biriydi. Orada, yeni siyasi oluşumlar filizlenir, iktidarlar devrilir, kapalı kapılar ardında politik pazarlıklar yapılırdı. Kısacası Anadolu Kulübü, Türkiye Cumhuriyeti’nin gözde kurumları arasında sayılırdı.
3 Ekim 1926 yılında, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifi ve o zamanın Bakanlar Kurulunun aldığı bir kararla kurulmuştu. Anadolu Kulübü’nün kurucuları ve ilk üyeleri Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşları, bakanlar ve milletvekilleriydi. Kuruluş amacı ise ülkemizin çağdaş dünyaya ulaşması için sosyal ve medeni yaşamın gelişimini sağlamak, gereklerini yerine getirmekti.
Anadolu Kulübü, 85 yıllık geçmişinde başta eski ve yeni dönem milletvekilleri olmak üzere, hükümet mensuplarını, yüksek yargı organları başkan ve üyelerini, üst düzey bürokratları ağırladı. Ayrıca devletin tepesiyle bir arada olmak isteyen iş adamlarının içeriye girmek için her türlü yolu denediği bir mekan oldu.
BU KULÜBE GİTMELERİNİ BEKLEMİYORDUK!
Ve geliyoruz bugünlere. Cumhuriyet tarihimizin, yönetim kurulu bakanlardan oluşan ilk ve tek derneği olan Anadolu Kulübü, AK Parti iktidarıyla beraber şaşalı günlerini geride bıraktı. Özellikle iktidara mensup politikacılar yemek dahil her türlü sosyal hizmetin verildiği kulübe gitmez oldu. Hal böyle olunca da meydan, politik yaşamdan beklentisi kalmayan eski milletvekilleri ile emekli bürokratlara kaldı. Tabii, bir zamanlar içeriye girmek için her yolu deneyen iş adamları da iktidar mensuplarının gelmediğini görünce elini ayağını çekti.
Geçenlerde eski milletvekili birkaç dostumla gittiğim Anadolu Kulübü’ndeki terk edilmişlik havası beni çok üzdü. Ulu Önder Atatürk’ümüzün mirası bu mekana gösterilen vefasızlık bir kenara, AK Parti iktidarının ilgisizliği dikkatimi çekti. Alkolsüz restoranlar, kebapçılar, kahvehaneler dururken, her dönem moderniteye açık yüzüyle hizmet veren Anadolu Kulübü’ne gidecek değiller ya!
MARİLYN MONROE BELEDİYE BAŞKANIN KOLUNDA
Son olarak bazı okuyucularımın küçük eleştirisine cevap vermek istiyorum. “Bakıyoruz bir süredir Ankara belediyelerine ve yaptıkları yanlışlara hiç değinmiyorsunuz. Sebebi nedir?” diye soruyorlar. Açıkçası bir sebebi yok. Gördüğüm hataları mutlaka satırlara döküyorum ama yaz rehavetini yaşamaya benim de hakkım var. Bayramdan sonra aynı fikirde olmayacağınızı şimdiden söyleyebilirim. Hatta birazdan anlatacağım fıkrayı kaparo olarak da kabul edebilirsiniz.
Malumunuz Ankara’da bazı belediye başkanları aralarında hiç anlaşamaz. Hele, bir tanesi var ki, bulunduğu konuma da güvenip, agresif kişilik yapısından olsa gerek diğer partiye mensup başkanla kapışır durur. İşte onların bu kapışmasından dolayı üretilen bir fıkra aklıma geldi. Çok hoşuma gittiği için de dayanamayıp köşeme taşıdım.
Fıkra bu ya! İki belediye başkanı da aynı zamanda ölmüş. Her ikisine de bu dünyada yaptıklarından dolayı cehennem yolu gözükmüş. İlkine verilen ceza bundan sonraki yaşamını çirkin mi çirkin, cadıdan bozma bir kadınla geçirmek olmuş. Bu duruma çok içerleyen ve isyan eden başkan, “Bu kadınla hayatımı nasıl geçiririm? Bundan daha ağır bir ceza olamaz” gibi serzenişte bulunurken, gözüne diğeri, yani saldırgan kişilikteki başkan takılmış. Marilyn Monroe kolunda önünden geçen diğer başkanı iyice süzüp, zebanilere seslenmiş;
“Bana ömür boyu cadının birini verdiniz, o ise kolunda Marilyn Monroe geziniyor. Dünyadayken her ikimiz de aynı şeyleri yaptık. Hatta o benden çok daha fazlasını yaptı. Ben ne kadar hatalıysam, O da en az benim kadar hatalı. Cezalarımız niye eşit değil?”
Zebani gecikmeden yanıt vermiş;
“Sızlanmayı bırak, gördüğün O’nun değil, Marilyn Monroe’nun cezası!”
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2011
Yaz esintilerinin iyiden iyiye hissedildiği bu günlerde, kendimizi tatile çıkma fikrine daha çok kaptırmış durumdayız. Doğal olarak da, turistik tesisler arasından bütçemize göre bir hedef belirleyip, yeme, içme, eğlence ve konaklama imkanlarını araştırıyoruz. Peşinen söyleyeyim, tatilinize ev sahipliği yapabilecek tesisler bu sezon sayıca daha fazla ve dinamik... Ön planda olanları köşeme taşıyacağım ama görkemli bu cazibe merkezlerinin arasından en uygun ve iyisini seçmek için değil. Sadece bu lüks krallıkların en önemli ünitelerinden biri olan yeme içme bölümüne değinip, gelişen yeni trendi aktaracağım. O yüzden de başlığı “En iyi A La Cart restoranlar” yaptım. Ayrıca, içinizden “Bana ne!” ya da “Her sorun bitti, geriye lüks alışkanlıklar mı kaldı?”diyen çıkabilir. Onlar da kendine göre haklı ama Ankara’nın oluk gibi Antalya’ya akan tatilcilerini de yabana atmamak lazım.
Biz dönelim konumuza; Otellerin açık büfelerinde, elde tabak dolaşmanın modası geçti. Artık garsonların sipariş alıp hizmet ettiği şık restoranlar popüler. Turizmin kalbi Antalya’dan sahillere yayılan a la carte modasını yerinde test ettim ki, hazırladığım listede, beş yıldızlı otellerin en iyi a la carte restoranlarını bulacaksınız.
HAYAT ÇATLAK BARDAKTAKİ SUYA BENZER
Yazla birlikte, yoğun ve zorlu yaşam mücadelesine hedonist bir mola vermenin zamanı geldi. Daha önce de yazmıştım, büyük üstat Neyzen Tevfik ne diyor: “Hayat, çatlak bardaktaki suya benzer. İçsen de tükenir içmesen de. Bu yüzden hayattan tat almaya bak. Çünkü yaşasan da bitecek, yaşamasan da...”
‘Hayattan tat alma’ anlayışınızda, özellikle gastronomik deneyimlerin hatırı sayılır yeri varsa, bu yazıdaki listem sizi yakından ilgilendirecektir, diye düşünüyorum. Hemen öncesinde turizmde son yıllarda değişenlere bir bakalım. 1990’lı yılların sonuna doğru Magic Life oteller zincirinin başlattığı ‘her şey dâhil’ uygulaması, sektörde radikal bir değişim yarattı. Oda-kahvaltı, yarım pansiyon, tam pansiyon seçenekleri bir kenara bırakıldı. Sistem hızla yayılırken, kimileri sahip çıktı, kimileri “Kaliteyi düşürüyor” dedi. Öyle bir noktaya geldi ki; her şey dahil, ‘Türkiye’nin sistemi’ diye anılmaya başladı.
Uygulama cazipti; tüketici tatile giderken giderlerini önceden bilebiliyor, işletme ise fazla sayıda ve nitelikli eleman çalıştırmak zorunda kalmıyor, yani giderleri azalıyordu. Yiyecek üretimi ve sunumundaki maliyetlerin düşmesi, sistemin en önemli avantajlarındandı. Ancak her ürünün olduğu gibi bu sistemin de bir yaşam eğrisi vardı ve talep gitgide azaldı.
AÇIK BÜFELERİN PABUCU DAMA ATILDI
Artık müşteri, açık büfelerin fabrikasyon üretiminden hoşnut değil ve servisini kendisi yapmak (self-servis) istemiyor. Yerine Dünya mutfağından örnekler hazırlayan, kişiye özel hizmet sunan restoranları tercih ediyor. Sonuçta tesisler, açık büfenin yanı sıra ‘a la carte’ hizmet sunan ve belli tarzı olan restoranlar açtı. Bu akım Antalya’dan tüm sahil otellerine yayıldı.
Ancak bu değişim beraberinde sancılı bir geçişi de getirdi. Çünkü otel müşterileri, kısa süre öncesine kadar, her şey dâhil sistemin içinde yer alan ‘a la carte’ restoranlardan ücret ödemeden, rezervasyon yaptırarak faydalanabiliyordu. ‘A la carte’a talep artınca, müşteriler rezervasyon sırasının bir türlü gelememesinden, ya da otelin konsept restoranlarından sadece birine ulaşabilmekten şikâyet etmeye başladı. Çünkü işletmeler de, kalabalık grupların çifte rezervasyonundan şikâyetçiydi.
RESTORANLAR BEDAVAYDI PARALI OLDU
Kalabalık grupların her ferdi aynı akşam için farklı restoranlara rezervasyon yaptırıyor, geceyi birinde geçirirken diğerini haberdar etmediği için masalar boş kalıyordu. Gelinen noktada, ‘a la carte’ restoranlardan yararlanmak isteyenlerden kişi başı 5- 10 Euro arasında rezervasyon bedeli isteniyor. Yani restoranlar artık paralı. Açık büfeler ise hâlâ her şey dâhil paketinin içinde.
Artık oteller, gastronomik deneyimlerin, ideal konaklama için eşsiz bir tamamlayıcı olduğunun bilincinde. ‘A la carte’ restoranlarda Fransız, İtalyan, Uzakdoğu, Latin ve Osmanlı mutfaklarından lezzetleri tatmak mümkün. Şimdilerde Antalya’daki birçok otelde yedi kıtanın seçme mutfaklarından örnekler bulabilirsiniz. Üstelik hemen hemen tüm restoranlarda konsepte uygun tamamlayıcı unsurlar da ziyafet şölenini eksiksiz kılıyor. Örneğin, Ege restoranında yemeğinizi yerken, çeşit çeşit mezelerin yanı sıra, Ege esintileriyle dolu müzikler ruhunuzu besliyor. Uzakdoğu restoranında ise Sushi ile birlikte Tepenyaki ustalarının elinden çıkan egzotik tatları buluyorsunuz.
LATİN OTANTİZMİNE NE DERSİNİZ?
Detaylı düşünülmüş dekorasyonlar sayesinde de kendinizi gerçekten o ülke mutfağının iklim kuşağında hissedebiliyorsunuz. Hemen ilave edeyim, birçok tesis Güney Amerika mutfağının baharatlı tatlarını sevenleri de unutmamış. Bu restoranlarda Güney Amerika ülkelerinde yapılan taze nane yaprakları ile hazırlanan “Caipirinha” aperatif servisleri ile başlayıp “Rodizio servisi” ile süren Latin otantizmini yaşayabilirsiniz.
Az sayıda otel restoranı, ‘her şey dâhil’in ve 5-10 euro’luk rezervasyon uygulamasının dışında. Bazıları dünyanın sayılı restoranlarıyla paralel bir fiyat politikası ve kalite uyguluyor. Bünyelerinde geniş şarap mönüsünün ve her çeşit marka içkinin bulunduğu bu restoranlarda yemek gibi içecek seçimleri de size bırakılmış durumda. Tabii faturada gelen rakamların büyüklüğü de sizin çizeceğiniz rotaya göre belirleniyor. 5- 10 Euro rezervasyon uygulaması yapan birçok otel restoranında da içecek koleksiyonu geniş tutuluyor ve ekstra bedelle damak tadınıza uygun seçimler yapabiliyorsunuz.
İŞTE EN İYİ OTEL RESTORANLARI LİSTESİ
Peki, hangi restoran lezzetiyle, hangisi dekoru ve atmosferiyle, hangisi hizmet kalitesiyle ön plana çıkıyor? Birazdan aktaracağım liste, kişisel deneyimlerim ve gastronomiye meraklı profesyonellerin senteziyle ortaya çıkan bir liste ki, sizler için iyi bir yol haritası olabilir. Antalya’da bulunan 211 tane beş yıldızlı otel ve 30 tatil köyü arasında ön plana çıkanlar aşağıdaki gibi. Küçük bir not daha tam 154 tanesinde kişisel deneyimim var.
Önce Belek Turizm Merkezi’ndekiler: Maxx Royal Hotel, Calista Luxury Resort Hotel, Gloria Serenity Resort Hotel, Gloria Golf Resort, Kempinski Hotel The Dome, Cornelia Diamond Golf Resort&Spa, Rixos Premium Belek, Ela Quality Resort Hotel, Adam&Eve Hotels, Susesi Resort Hotel, Xanadu Resort Hotel, Sirene Golf Hotel.
Antalya içi ve diğer beldelerindeki restoranı en iyi oteller: Hillside Su(Antalya),Mardan Palace Hotel(Kundu), Rixos Sungate Port Royal Hotel(Beldibi), IC Residence (Kundu), Miracle Resort Hotel (Lara) Limak Limra de Luxe Resort Hotel (Tekirova), Güral Premier (Tekirova), Starlight Resorat Otel (Manavgat),
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2011
SON günlerde yolu Panora AVM’ye düşenler hoş bir sürprizle karşılaşıyor. Zira giriş katını boydan boya kaplayan restoran ve kafeler daracık teraslarından taşarak yaya kaldırımına kadar uzanan geniş bahçelerde konuklarını ağırlıyorlar. Sıcak yaz gecelerine ev sahipliği yapan bu çok şık mekanlar sayesinde de Oran semtine bir canlılık gelmiş. Her seferinde Branca, Tribeca, Butcha, Uludağ gibi farklı bir mekana gidiyorum, hepsi tıka basa dolu. Çıkan sonuç şu ki, insanlar kapalı alanlar yerine açık hava imkanı sunan yerlere daha çok yöneliyor.
Branca Cafe ile karşı koridordaki Butcha Et Lokantası ise favorilerim arasında. Bu arada Uludağ Restoran için bir parantez açmak istiyorum; 1956 yılında ilk kez Ulus, Denizciler caddesinde faaliyete geçen bu işletme yıllar içinde ikisi İstanbul’da olmak üzere altı adet şubeye ulaştı. Değişik zamanlarda hepsine gittim ve aklımda oluşan bir soruya cevap aradım. Restoran zincirine dönüşünce o çok etkilendiğim hizmet anlayışı ve lezzette kayıp oluşuyor mu? Sonuçta anladım ki çok iyi organizasyon yapılırsa her şey ilk günkü kıvamında sürebiliyor. Tıpkı Uludağ Restoran’daki gibi... Bu yüzden de Uludağ, gönül rahatlığıyla gittiğim mekanların başında geliyor.
BEKLERSENİZ SIRAYLA VAKTİNİZ YOKSA KİLOYLA
Hazır söz AVM’lerden açılmışken bir başka AVM’deki lezzet durağından da bahsetmek istiyorum. Öğlen yemekleri için Kentpark’ın faasfood katında bulunan Çağdaş Restoran’ı rotanıza sokabilirsiniz. Her gittiğimde rezervasyon defterine ismimi yazdırıp beklemekten ve boş masa kovalamaktan bıktım ama sunduğu lezzetlere ulaşmanın başka yolu da yok. Kiloyla köfte, şiş, tavuk eti gibi ürünler satıyorlar, yanına da yoğurt, salata gibi takviyeler yapıyorlar ve çok ucuz hesap pusulasıyla uğurluyorlar. İlgi o kadar yoğun ki işletmenin kiloyla paket satışı bile artmış. Özellikle köfte ve yoğurtları çok lezzetli...
BAŞBAKANI GÖRME ŞANSIM ÜÇTE BİRE İNİYOR
Konudan konuya geçiyorum ama söz konusu olan köfteyse Tunalı Hilmi Caddesi ile Birlik Mahallesi 4. Cadde’de iki şubesi olan Cambo Restoran’dan bahsetmeden geçmek haksızlık olur. Köftesi kadar diğer et mamulleriyle de adını tüm Türkiye’ye duyuran Cambo, üçüncü şubesini markasının yanına “Elit” kelimesini de iliştirerek Çayyolu’na açıyor. Üstelik oldukça büyük bir binada ve lüks dekorasyonla. Beni kara kara düşündüren ise Cambo’nun müdavimleri arasına giren Başbakan Erdoğan ile karşılaşma oranımın üçte bire inmesi. Çünkü Başbakanla daha önce Tunalı Hilmi ve 4. Cadde’deki şubelerde yan yana masalarda köfte yemişliğim var da!
Çayyolu’na yeni bir yatırım yapacak bir diğer işletme de Balıkçıköy. Kavaklıdere ve Gaziosmanpaşa şubelerinden sonra üçüncüsünü açacak olan ünlü balıkçının bu bölgede oturanları etkisi altına alması an meselesi. Şu sıralar Çayyolu’nun en gözde mekanlarından biri olan Guru’s House ise sıcak hava, yaz tatili filan dinlemiyor. Hep dolu ve hareketli...
BU CADDE ENERJİSİNİ HİÇ KAYBETMİYOR
Filistin Caddesi ise The House Kafe, Kuki ve Big Chef’s başta olmak üzere eski enerjisinden bir şey kaybetmiyor ama rekabet ortamına yeni bir oyuncunun katılmasını da merakla bekliyor. Panora AVM’deki başarısından sonra Num Num Restoran-Kafe bir şube de bu caddeye açıyor. Eat’n Joy kapısına kilit vurunca boş kalan binayı Num Num’un yatırımcıları tutmuş. Şimdilerde binada farklı bir dekorasyon yaratmak için kollar sıvanmış durumdalar.
Demin The House Cafe’den bahsettim ya, onlar da Filistin Caddesi’nde elde ettikleri başarıdan sonra ikinci şubelerini Çukurambar Semti’ne açıyorlar. Eylül ayında faaliyete geçecek bu yeni şubeleri oldukça büyük ve gösterişli olacakmış. Zaten Çukurambar’da ebat büyütmezlerse hiç şansları olmaz. Nedeni ise bu bölgede açılan tüm işletmelerin dev boyutlarda olması. Önce Big Chef’s’in konuşlandığı Muhsin Yazıcıoğlu Caddesi’nde şimdi bir sürü seçenek var. Pelit ile Mado kafeler rekabet ortamını kızıştıran yerlerin başında geliyorlar.
YEMEYİ BIRAKIN SÖYLEMESİ BİLE ZAMAN ALIYOR
Mado’nun hep önünden geçer, bir türlü içine girecek fırsat bulamazdım. Çok yakın bir dostumun tavsiyesiyle gidip gördüm ki, bunca zamandır hata yapmışım. Üç bin metre karelik dev bir alana yayılı Mado’daki ürün çeşitliliği karşısında seçim yapmakta bir hayli zorlandım. Dünya mutfağından tutun da yöresel lezzetlere kadar çeşit çeşit yemeğin bulunduğu mönü defterini bile incelemem 20 dakika sürdü. Eminim damak keyfinize uygun lezzetler bulacaksınızdır. Ramazan bittikten sonra öğlen saatlerinde giderseniz de her şey dahil 20 Lira’ya sunduğu açıkbüfe yemeklerinden faydalanabilirsiniz.
Çukurambar’da aynı cadde üzerinde açılacak olan bir diğer işletme de Japon mutfağına yönelik. Adı Teppenyaki Alaturka Restoran olacak. Yatırımcı grup bu markanın ilk şubesini Ankara’ya, daha sonra da İstanbul’a açacakmış. Mönüsünde Uzak Doğu ve Türk mutfağına yönelik yemekler olacakmış. Bu arada Uzak Doğu mutfağının dünyaya sunduğu Teppenyaki’nin açılımını da yapayım. Demir saç anlamına gelen “Teppan” ile ızgara anlamına gelen “Yaki”nin birleşiminden doğan geleneksel Japon mutfağının seçme bir lezzeti.
YENİ NESİL ESNAF LOKANTASI
Gelelim bir başka lezzet durağına. 1968 yılında Ulus’ta esnaf lokantası olarak faaliyete geçen Çiçek Lokantası ise Eskişehir Yolu üzerinde, Medicana Hastanesi’nin hemen yanında yeni bir mekan yarattı. “Yeni nesil esnaf lokantası modeli” sloganıyla bin metrekarelik bir alanda hizmet sunan restoranın Ulus’da ilk açılan yeri 90 metre kareydi. “Eskinin esnafları tüccar, tüccarlar da holding sahibi oldu, onlara hizmet verebilmemiz için kılıf değiştirmemiz şarttı” diyen Önder ve Cengiz Tabak kardeşler, Türk Mutfağının önemli lezzetlerini müşterilerine sunuyorlar.
Çiçek Lokantası’nda ocağın altı 24 saat boyunca hiç sönmüyor, ızgaralar hariç tüm yemekler üç dakikada servis ediliyor. Ramazan ayı boyunca giden herkese küçük saksıda çiçek hediye ediliyor ki, benim şimdiden üç saksım oldu. İftar saatinde gidecekler için tavsiyem ise Ankara Tava, Elbasan tava, istim kebabı, kuzu güveç gibi Türk Mutfağının özel lezzetleri.
SIRA ONLARA DA GELECEK
Son olarak küçük bir açıklama yapmak ve düzeltme bilgisi vermek istiyorum. Hürriyet Ankara Eki’nin ikinci sayfasını takip ediyorsanız, bir kaç gündür üst üste en iyi eğlence yerleri ile kafe ve restoranlarını verdik. Bu sayfaları hazırlarken de Hello Dergisi’nin kısa bir süre önce yayınladığı “Hello Best Of Ankara” isimli dosya çalışmasından yararlandık. Bu arada küçük bir not iliştireyim, Ankara Bölge Temsilcisi olarak başında bulunduğum 36 dergili Dogan Burda Dergi Grubu’nun bünyesinde Hello Dergisi de var.
Neyse biz konumuza dönelim, araştırma dosyası dergide o kadar çok sayfaya yayılmıştı ki yerimiz dar olduğu için ancak küçük bir bölümünü gazete sayfalarına taşıdık. Dolayısıyla da kaliteli hizmet anlayışıyla ön plana çıkan birçok işletmeyi yayınlayamadık. Onun için bu sayfalarda yer alamayan ve sitem eden birçok mekan sahibi bizlere gönül koymasın. Sıra onlara da gelecek. Bu arada haber tercihlerinin reklam vermeyle alakası yok. Reklam, işletmelerin kendi tercihi, haber ise kamuoyunmun eğilimleri doğrultusunda bizim tercihimiz. Dolayısıyla reklam veriliyor diye haber yaptırılamayacağı gibi, haber yapılıyor diye reklam istemek bizim anlayışımızda yok.
BİR HATA BERABERİNDE SÜRPRİZİ GETİRDİ
Bu çalışma esnasında yaptığımız bir hatadan söz etmek istiyorum. Aslında bu yanlışlık beraberinde sürpriz bir haberi de getirdi. Ankara’da doğup, büyüyen ve Başkent’teki dört işletmesiyle yetinmeyip, İstanbul’a şube açacak kadar ünlenen Quick China Restoran’daki kısa bir süre önce oluşan değişimi fark edemedik. Kuki, Cafemiz gibi işletmelerin de sahibi olan Boğaç Üner ile Ali Doğan bu Uzak Doğu restoranlarındaki ortaklığı bitirmişler. Gaziosmanpaşa, Bilkent ve İstanbul’daki Quick China’lar Ali Doğan’da kalmış, Çayyolu şubesi ise isim değiştirerek Boğaç Üner’de... Boğaç Bey de Çayyolu şubesinde mönüsü aynı kalan restoranın ismini TAO yapmış. Biz Hürriyet’in sayfalarına taşırken resmi ve başlığı TAO yapmışız ama içeriği Quick China olarak vermişiz. Dolayısıyla da böylesine büyük bir yatırımın sahibi olan Ali Bey’i müşkül duruma düşürmüşüz.
MUTFAKLAR YARIŞIYOR
Sitem etmekte haklıydı ki çok nazik bir telefon konuşmasıyla durumu anlattı. İlaveten de farklı bir haber verdi. Benim gibi birçok kişinin çok sevdiği ama aynı oranda da kapanmasına çok üzüldüğü Park Caddesi’ndeki Wall Restoran’ın yerini almış. Quick China’nın Çayyolu şubesini buraya açacakmış ki, belki de bu yazımın yayınladığı gün müşteri kabulüne bile başlamıştır. Ben bir yandan konsepti çok güzel bir dükkanın yeniden hayat bulmasına çok sevindim, hem de yan yana Uzak Doğu restoranı işletecek olan eski iki ortağın rekabetinin nasıl gelişeceğini merak etmeye başladım.
Ufak bir not daha, Boğaç Üner de Kuki ve yeni markası TAO’nun birer şubesini İstanbul’a açıyor. Boğazda Çengelköy sahilinde yeni aldığı yalının tadilatı biter bitmez de Eylül ayı sonunda hizmete girecekmiş.
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2011
Ankara’nın 1923 yılından bu yana süren sosyal hayatının dönemler halinde bakışına bir haftalık aradan sonra devam edelim. Siyasi iradeye göre şekillenen Başkent sosyal yaşamında 1970’lere kadar gelmiş ve “69 Özgürlük İklimi”nin yarattığı rüzgarı arkasına alan değişimleri aktarmıştım. Taverna geleneğinde de yazıyı kesmiştim. Daha önceki yazılarımı okuyamayanlar Hürriyet internet sayfasına girip, arama kısmına ismimi yazarak ulaşabilir.
Özellikle orta yaşlı ve iyi gelirli kesimin Ferdi Özbeğen, Ümit Besen, Coşkun Sabah gibi sahne maliyeti düşük sanatçıları çıkaran tavernalara gitmeye başladığını, müzik aleti “Org”un baş tacı edildiğini hatırlatarak kaldığımız yerden devam edelim.
YEŞİLÇAM YILDIZLARI GAZİNO SAHNESİNDE
Tavernalar sayesinde fantezi müzik öylesine yaygınlaşmıştı ki, o sürece kadar orkestraların birer parçası olan sanatçılar bireysel olarak programlar yapmaya başlamıştı. Oktay Tem, Atilla Yelken gibi Ankara kökenli müzisyenler popüler olan Ferdi Özbeğen, Ümit Besen, Coşkun Sabah, Nejat Alp gibi isimlerle rekabete girmişti. Bu esnada Yeşilçam’ın seks filmleri furyasına teslim olmak istemeyen artistleri ise bir bir gazino sahnelerinde boy göstermeye başlamıştı. Tavernalarla rekabette sinema dünyasının yıldızlarını kullanan, diğer yandan da radyonun ünlü isimlerine sarılan gazinoların bir önemli silahı da o güne kadar pavyonları mesken edinmiş türkücüler ve arabeskçilerdi. Verilebilecek en iyi örnekse o güne kadar Ankara pavyonlarında çalışan, “Ayağımda Kundura” şarkısı Polis Radyosu’nda çalınınca şöhret basamaklarını tırmanıp, gazino sahnelerine transfer olan İbrahim Tatlıses idi.
Şu ufak notu da düşeyim; Radyo ve TV alanında tekel olan TRT’nin her müzik dalında uyguladığı sansürü delen Polis Radyosu ve 1980’lerin ortasında devreye giren özel TV’ler arabesk müziğin yaygınlaşmasını sağlamaya yetmişti. Bu gelişme ise gazinoların arabesk ağırlıklı fantezi müzik sanatçısı çalıştıran tavernalara teslim olmasını beraberinde getirmişti.
Taverna ve fantezi müzik hakimiyetinin yaşandığı bu sürece pop müzik sanatçıları da kayıtsız kalmayıp, tarz değişikliğine gitmişti. Kayahan, Nilüfer, Sezen Aksu, Zerrin Özer başta olmak üzere pop müzik sanatçılarının Bizon, Alba, Midnight gibi restoran-taverna karışımı mekanlarda aylarca sahnede kalmasını sağlamıştı. Müjde Ar, Uğur Yücel, Şener Şen gibi Yeşil Çam ünlüleri ise Ankapool gibi işletmelerde kabare şovlarını sunmuştu ki, ilk kez Ankara’da başlayan bu uygulama kısa zaman da tüm Türkiye’ye yayılmıştı.
BİLKENT’LE GELEN DEĞİŞİM RÜZGÂRI
Aynı dönemde, 1983 yılında daha ucuz yemek ve eğlence imkanı sunan Yüksel ile Sakarya caddeleri kafe ve barlarıyla “Piyasada ben de varım” dedi. Bu caddeleri kısmen de olsa Bahçelievler 7. Cadde, Tunalı Hilmi caddesi takip etti. Ayrıca şehir batı ve güneye doğru gelişti. Çayyolu, Oran gibi semtler sosyal yaşam için de cazibe merkezleri haline geldi.
1990’lara gelindiği zaman ise Bilkent Üniversitesi’yle beraber sosyal hayat radikal değişime uğradı. Türkiye’nin en zengin ailelerinin okuduğu vakıf üniversitesi Bilkent, yeme, içme ve eğlence işletmelerinin gençlere yönelmesini sağladı. Başkent ve Ufuk üniversiteleri gibi birçok kurumda bu dönüşümün yaygınlaşmasını sağladı. Değişik yaş yelpazesini barındıran birçok restoran, kafe, gece kulübü gençlere yöneldikçe de orta ve üst yaş sınıfı ihmal edildi. Öyle ki hatırlı, bol para bırakan müşteriler ebeveynler değil, çocukları olunca mönüden müziğe kadar her sunum gençlere göre şekillendi.
70 YIL ARAYLA GELEN İKİ RUS MÜDAHALESİ
1990’ların bir diğer etkisi de pavyon, gece kulübü gibi işletmelerde ortaya çıktı. Komünizmin son bulması, Sovyet Blok’unun dağılması sonucu pavyonlar Rus, Macar, Romen gibi milletlerin kızlarıyla dolmaya başladı. Şov grupları, konsomatrisler derken de pavyonlar gözde merkezler haline geldi. İlginçtir ki 1920’lerde Bolşevik İhtilalı’ndan kaçıp gelen Beyaz Rusların kültürel birikimiyle şekillenen Ankara sosyal hayatı, 1990’larda Komünizmden kurtulup gelen Beyaz Rus kızların boy göstermesiyle bir kez daha değişime uğradı. Her ne kadar ilk dalga olumlu yönde kültür devrimini, diğeri ahlaki boyutta görsel devrimi beraberinde getirse de Ankara sosyal hayatında 70 yıl arayla iki Rus müdahalesi yaşandı.
Hepinizin halen tanık olduğu 1990 ile 2011 yıllarını fazla anlatmama gerek yok sanırım. Tabii AVM’lerin devreye girişini de... Şu sıralar bir kaç cadde ile AVM’lerin sosyal yaşam üzerine süren savaşına tanık oluyoruz. Filistin Caddesi, Arjantin Caddesi, Park Caddesi, Bestekar Sokak gibi yeme içme ve eğlence üzerine iddialı olan yerleşimlerle, Minesera, Panora, Gordion gibi AVM’ler cazibe merkezi olma yarışını sürdürüyor. Kendisine ancak ara sokaklarda yer bulabilen bir kaç meyhane ve gece kulübü ise eskinin ihtişamından çok uzakta ayakta kalma savaşı veriyor.
ÜNLÜ İSİMLER O KADAR FAZLAYDI AMA...
Bu hafta dördüncü bölümünü yayınladığım Ankara sosyal yaşamına yönelik köşe yazılarıma okuyucular büyük ilgi gösterdi. Öylesine çok ve içeriği güzel ileti geldi ki bunlardan iki tanesini sizlerle paylaşmak istedim. Okan Pelit isimli okuyucum şunları yazıyordu:
“Eski bir Ankaralı olarak bugünkü yazınızı keyifle okudum. Ankara’nın renkli gecelerine imza atan birkaç orkestra ve solist adını da ben vermek isterim. Erol Pekcan (Caz), İlhan Feyman, Orhan Sezener, Okan Akansel... Solistlere gelince; Alpay, Selçuk Ural, Erkin Koray, Selim Sam... Ayrıca o dönemlerde Başkentte bol miktarda aile gazinoları da bulunmaktaydı. Beyazsaray, Lunapark, Güneypark, Yazar gibi. Çarşamba günleri bayanlara, Pazar günleri de herkese açık matine programları olurdu. Sayın İpekeşen, bilindiği gibi birçok ses, saz ve tiyatro sanatçısı daha sonraları İstanbul’a transfer olmuştur. Sevgiyle kalın.”
Evet, yazılarımda ismi geçmeyen daha birçok sanatçı ve mekan ismi var. Ben siyasi iktidarlarla şekillenen süreçleri yazarken herkesin bildiği birkaç ismi örnek olarak vermiştim. Zira tüm isimleri sıralasam bu konuya yönelik köşe yazılarım haftalarca sürerdi. Ancak Okan Bey’e hatırlatma notundan dolayı teşekkür ederim.
BU ŞEHRİ ACISIYLA, TATLISIYLA YAŞADIM
Duran Kahraman isimli bir diğer okurum ise duygu ve düşüncelerini şöyle kaleme alıyordu: “1958 yılında, gençliğin başlangıcında Ankara’ya geldim. Bu şehri acısı ve tatlısıyla yaşadım. Erol Toy’un Vehbi Koç’un hayatını anlatan kitabından Ankara’nın dünkü halini anlamaya çalıştım. Bugünkü yazınıza (03.07.2011) hayran oldum. Ama doyamadım. Bu vesileyle büyük Atatürk’ü bir daha rahmetle andım. Ankara’yı her yönüyle tanıtan ve kitap haline getirilecek bir birikiminiz olduğu belli. N’olur, Valilik. Belediye, Meclis, Kültür ve Turizm Bakanlığı veya Ankaralı bir zengin (Örneğin Koç ailesi) size destek verse de bu konuya yoğunlaşıp, kitap yazabilseniz. Bilmiyorum, siz ne düşünüyorsunuz? Tadı damağımda kalan bu yazınız için teşekkür ediyorum.”
KİTAP YAZMAK İÇİN ZAMAN GEREKLİ
Duran Bey’e güzel düşünceleri ve satırları için çok teşekkür ediyorum. Böylesine bir kitabı yazmak için finansman anlamında bir sıkıntım yok ama tam anlamıyla zaman fakiriyim. Hürriyet Gazetesi’ndeki işlevimin yanı sıra aynı zamanda içinde Capital, Ekonomist, Tempo, Atlas gibi 36 yayının bulunduğu Dogan Burda Dergi Grubu’nun Ankara Bölge Temsilciliği görevini üstleniyorum. Günlük koşuşturmadan bırakın kitap yazmayı, köşe yazılarımı yazmaya bile zor vakit buluyorum. İnşallah elim rahatlarsa bu dileğinizi yerine getiririm.
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2011
İKİ hafta önceki köşe yazımda Ankara eğlence ve sosyal hayatının 1923 yılıyla başlayan yolculuğuna değinmiş, daha sonraki hafta 1950’li yılları ele almıştım. 1970’lere gelirken de Başkentin yeni bir bakış açısı ve hayat tarzıyla buluştuğunu vurgulamıştım. Kaldığımız yerden devam edelim.
1970’lere girerken 69 Kuşağı’nın özgürlük iklimi Ankara sosyal hayatında da hissedilmeye başlıyor. Gençlerin başkaldırısı önce müzik alışkanlıklarında, daha sonra da eğlence yerlerinde hissediliyor ki işletmeler gençlerin bu taleplerine cevap verecek değişikliklere gidiyor. En gözde işletmeler ise üzerine Türkçe sözler yazılan yabancı parçaları söyleyip, çalan sanatçı ve orkestraları çalıştırmaya başlıyor.
Tuğrul Gence, Yurdaer Doğulu( Kenan Doğulu’nun babası), Süheyl Denizci, Ergun Özer orkestraları en aranan gruplar oluyor. Bu arada Rock müziğin etkileri Anadolu Rock’ın da doğmasına sebep oluyor. Cem Karaca- Moğollar, Modern Folk üçlüsü, Ersen-Dadaşlar gibi ekiplerin konserleri gençliği peşinden sürüklüyor.
1950-1970 yılları arasına bakıldığı zaman Ankara’nın eğlence rotaları hem çoğalıyor, hem de saflarını belirliyor. Ulus- Dışkapı hattı pavyonlarıyla, Ulus- Yenişehir- Kızılay hattı gazino, kulüp ve restoranlarıyla, Maltepe ise gazino ve pavyonlarıyla ön plana çıkıyor. 1970’lere gelindiği zaman ise Kızılay- Çankaya hattında şık restoranlar ve gece kulüpleri trend olmaya başlıyor. En gözde eğlence mekanları ise Kavaklıdere- Çankaya hattında sıralanırken, araya Bahçelievler 7. Cadde’de giriyor.
AST SOLİST ÇAĞININ GÖZDE MEKANLARI
Etkisini 1970’lere kadar sürdüren Ankara Palas’a ilaveten Balin Otel, Marmara Otel, Barıkan Otel, Kent Otel, Bulvar Palas, Ankara Otel gibi kaliteli işletmeler bünyelerinde şık restoran ve gece kulüpleri bulundurdukları için gözde yerler haline geliyor. Yani bir yerde otel hizmetiyle beraber sosyal hayata katkı sağlayan merkezler oluyorlar. Gençlik Parkı içindeki Göl Gazinosu, Samanpazarı’ndaki Esenpark Gazinosu gibi eğlence merkezlerinde ise Zeki Müren, Behiye Aksoy, Hamiyet Yüceses, Sevim Çağlayan, Gönül Yazar, Mustafa Sağyaşar gibi assolistlerin liderliğinde ünlü isimler sahneye çıkıyor.
RADYOYLA ÜNLENENLERBu arada ufak bir not daha düşeyim, radyo çağını yaşadığımız 1930 ile 1970’ler arasında Ankara ve İstanbul Radyoları hemen hemen her eve, hatta sosyalleşme mekanına giriyor. Dolayısıyla halk, sesini o cızırtılı radyodan duyduğu birçok sanatçıyı ancak gazinolarda görebiliyor. Hal böyle olunca da bu işletmeler hınca hınç doluyor. Hatta Çarşamba ve Cumartesi günleri gündüz saatlerinde yapılan halk ile kadınlar matinesine yer bulmak bile mesele oluyor.
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2011
GEÇEN haftaki köşe yazımda 88 yıllık Ankara eğlence ve sosyal hayatının 23 Nisan 1923 tarihiyle, yani TBMM’nin kuruluşuyla başlayan yolculuğunu anlatmaya başlamış, 1950’li yıllara kadar da gelmiştim. Özetle de medeni bir toplum için tasarlanmış şehircilik anlayışını, mekanları ve bu mekanların Ankara sosyal hayatı üzerindeki etkilerini satırlara dökmüştüm. Bu süreçte çağdaş anlamda neler yapıldığını örnekleriyle aktarmıştım. Kaldığımız yerden devam edeceğim ama araya kısaca Elton John konserine yönelik notları iliştireyim.
Geçtiğimiz Çarşamba akşamı dünyanın gelmiş geçmiş en iyi 50 müzik sanatçısından biri olarak gösterilen, “Sir” ünvanlı İngiliz şarkıcı Elton John’un Ankara Arena’da konseri vardı. O gece yaklaşık dokuz bin kişi unutulmaz bir müzik ziyafetine tanıklık etti. Konseri izleyenler arasında Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ve ailesi de vardı ki birazdan anlatacağım çok özel anlara şahit olan birkaç kişiden biri oldum.
Elton John’un Dünya turnesi kapsamındaki Ankara konserinde gözüme ilk çarpan unsur, etkinliği üstlenen Vokaliz Organizasyon’un bu işten alnının akıyla çıkmasıydı. Hem medeni ölçüler içinde bir konser düzenlemenin nasıl olabileceğini gösterdi, hem de uzun süreden beri özlemini duyduğumuz kesimi bir araya getirmeyi becerdi. O kitle ki Ankara sosyal hayatının yozlaştığını ve tek düzeliğe dönüştüğünü söyleyenlere cevap niteliğindeydi.
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a dönecek olursak, aynı gün açıklanan yeni kabinede koltuğunu muhafaza etmenin sevincini Elton John ile kutlamayı yeğlemişti. Bakanla Arena’nın giriş kapısında denkleştik ve beraber içeri girdik. Yanımızda turizmci Ali Özdoğan ve eşi de vardı. Hep beraber bir kapıdan girdik ve sıkı güvenlik önlemlerinin alındığı koridordan geçip, ön sıradaki yerimize oturacağımızı düşünürken Elton John ile burun burana geldik. Meğer önceden planlanan randevu gereği bakan, dünyaca ünlü sanatçıya “Hoş geldin” demek istemiş. Bir de ülkemizi tanıtan kitap hediye edecekmiş.
ELTİM VE AZAP ÇEK(TİR)EN GÜVENLİKÇİLER
Tüm basının farkına varmadığı o anları mobil telefonumun kamerasıyla çekmeye başladım. Elton, hem bakanla, hem ailesiyle, hem de bizlerle fotoğraf çektirirken hayli sıcak anlar yaşadık. Bir dünya starıydı ama sanki karşımızda kırk yıllık dostumuz vardı. Sonra biz yerlerimize geçtik, o da iki dakika sonra sahneye çıktı. Öyle bir performans sergiledi ki, tam 2,5 saat gözümüzü kırpmadan izledik. Ne bir kapris, ne bir küçümseme, ne de geçiştirme yaptı ki, bizim kendini star zanneden isimlerimize duyurulur.
Konser öncesi fuayede bekleyen tanıdıklarla sohbet etme imkanım da oldu. Bir çoğu sanki sözleşmişçesine o kötü espriyi yaptı ki içim daraldı. “Vallahi eltim gelmiş, o nu göreceğim” Eltın’ı(Elton), “eltin” olarak telaffuz etmek sanki büyük bir yaratıcılık gerektiriyor! Konser anı dikkatimi çeken bir diğer unsur da sahne önünde, bir sandalyeye oturarak yüzünü seyirciye dönen ve koruma görevini yerine getirmeye çalışan güvenlikçilerdi. İçlerinden yarısı konser boyunca esnedi, cep telefonuyla konuştu ve zaman zaman da uyukladı. Belli ki “Arena Arena olalı böyle eziyet görmedi” diyen Ankaralı Turgut hayranlarıydı. Elbette ki Elton John konserini beğenmek zorunda değiller ama görevlerini uyuyarak, telefonla konuşarak ve ön sıradaki protokolü umursamayarak yaparlarsa da ortada bir sorun var demektir.
ANKARA’NIN KADERİ 1950’DE DEĞİŞMEYE BAŞLIYOR
Neyse biz dönelim geçen haftaki yazının devamına. Tek parti döneminin bitip, çok partili sisteme geçildiği 1950 yılına gelindiği zaman Ankara yeni bir bakış açısı ve hayat tarzıyla buluşuyor. Yeni fabrika ve yatırımlarıyla sanayi kenti de olmayı beceren Ankara, büyük göçler almaya başlıyor. Bir plan dahilinde büyüyen şehrin yeni yerleşimcileri oluyor. Kırsal kesimin akınına uğrayan şehirde mevcut siyasi yapının da geçit vermesiyle her istediğini yapma gücünü kendinde bulan, kural tanımaz bir kısım vatandaş profili ortaya çıkıyor. Oy kaygısı nedeniyle bu kuralsızlığa prim tanıyan yöneticiler sayesinde de şehrin fiziki ve sosyal yapısı alaturkalığa teslim oluyor. Artık Ankara’nın devrimleri sekteye uğramaya başlıyor.
Bu dönem aynı zamanda gecekondulaşmanın başladığı, plan dışı yapıların çoğaldığı bir süreç... Dahası, yeni zenginlerin türediği, toprak ağalığının tekrar güçlendiği bir dönem. O güne kadar batılı tarzdaki yaşam tarzını benimsemiş Ankara, “Yeter söz milletin” sloganları eşliğinde Anadolu’nun değişik köşelerinden göçe uğruyor ve farklı bir sosyal yapıya bürünüyor. Kebapçı akını başta olmak üzere alaturka işletmeler ve pavyon hüviyetindeki mekanlar çoğalıyor. Tabii mevcut iktidarın ekonomik politikası sayesinde her alanda olduğu gibi sosyal hayatta da tüketim alışkanlığı çoğalıyor.
GENÇLİK PARKI PARAN KADAR EĞLEN PARKI OLUYOR
Bir yandan yeme, içme, gezme ve eğlence yerlerinde seçenekler çoğalırken, diğer yandan serbest piyasa ekonomisinin koşulları da kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlıyor. Mekanların olduğu kadar müşterilerin profili de değişime uğruyor. Örneğin o günlere kadar ailece yemeğe, eğlenceye gidecek bir gelire sahip olan eğitimli kamu ve özel sektör çalışanlarının ekonomik gücü zayıflıyor, yerine göç ettiği yerdeki alışkanlıklarını Ankara’ya taşıyan kitlelerin ekonomik gücü egemen oluyor.
Para ve gücün el değiştirdiği bu süreçte bu günkü fast food işletmelerin atası sayılabilecek işletmeler de çoğalmaya başlıyor. Dışarıda yenen yemeklerin aynı zamanda bir sosyalleşme aracı olduğu unutulmaya, hızla ye ve çık tarzı mekanlar gözde olmaya başlıyor. Dolayısıyla batılı tarzda hizmet sunan işletmeler de bu akıma kayıtsız kalmıyor. Belki de ülkemizin ilk faast-food tarzındaki restoranı Piknik ve Goralı gibi markalar bu dönemde doğuyor.
Ekonomik değişime bir örnek de Gençlik Parkı’nda yaşanıyor. 1950’li yıllara kadar sandal ve plaj sefalarının yapıldığı, müzik ve dans gösterilerinin sunulduğu park, yeni kurallara boyun eğiyor. O tarihe kadar tüm vatandaşların elini kolunu sallayarak girebildiği, çay bahçelerinde keyiflendiği, suyun kenarındaki restoranlarda yemek yediği park, uygulamaya sokulan yeni yaptırımlarla paran kadarına kavuş parkına dönüşüyor. Konuyu daha açmak gerekirse, Gençlik Parkı’na giriş ücreti alınmaya başlıyor, çay bahçelerinin büyük kısmı meyhane, gazino gibi yüksek hesap pusulalarının ödendiği mekanlara dönüşüyor.
AMERİKAN TARZI YAŞAM EGEMEN OLUYOR
1950’ler Sıhhiye, Kızılay, Maltepe gibi yeni semtlerin yıldızının parladığı, dolayısıyla sosyal hayatın da bu istikamette ilerlediği yıllar oluyor. Pavyon ve kebapçıların arttığı bir süreçte batılı tarzda yaşam alışkanlıklarına cevap verecek mekanların çoğaldığı Kızılay semti gözdeler arasına giriyor.
Bu arada gerek radyolardan yayılan müziklerle, gerekse Hollywood filmlerinin etkisiyle Amerikan tipi yaşam alışkanlıkları da gözler önüne serilmeye başlıyor. Rakı, şarap ve bira üçgeninde sıkışan içki alışkanlıklarına viski, konyak gibi ürünler de dahil oluyor. Haliyle de bar, gece kulübü gibi işletmelerde caz ve blues müziğinin eşliğinde küçük sehpa gibi masalarda kadeh tokuşturma devri başlıyor.
1960’lı yıllar Rock’n Roll gibi müzik akımlarının, Elvis Presley, Roy Charles gibi sanatçıların Beatles gibi grupların yeni bir çığır açtığı dönem ki, bu Ankara’nın sosyal yaşamını da etkiliyor. Bu süreç aynı zamanda o döneme kadar aileleriyle eğlenebilen gençlerin, bağımsız hareket edebildiği, bu arzularına hitap edebilen mekanlara gidebildiği bir süreç...
Bu hafta da yerimiz kalmadı, devamı haftaya.
Yazının Devamını Oku