27 Şubat 2011
Bidğiniz üzere, arada sırada da olsa Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın yanlışlarını ve bu şehre yaptığı haksızlıkları yazarım.
Dikkat ettim de onu köşeye sıkıştıran birçok yazıma bugüne kadar ne cevap verdi, ne de yalanlama getirdi. Ta ki geçen haftaki köşe yazım çıkana dek. Canını çok acıtmış olacak ki anında cevap geldi. Önce, “Hayrola, hangi dağda kurt öldü” gibisinden düşüncelere kapıldım, hatta iyi niyetle Twitter sayesinde cevap verme alışkanlığına mı kapıldı dedim ama işin aslını gelen elektronik postayı sonuna kadar okuyunca anladım.
Sık sık, Melih Bey’in, Oran girişindeki villasını, bu villanın halka ait park ve trafo alanı nasıl yuttuğunu, metroda bir adım ilerleyememe kabiliyetini, otobana çevirdiği yollarla şehrin ruhunu yok ettiğini, yetersiz aydınlatma yüzünden Başkentin karanlığa gömüldüğünü, Armada AVM’nin karşısındaki demir yığını, Gökkuşağı projesi ve Konya yolu üzerindeki Hemşeri Evleri gibi gereksiz yatırımlarla belediyenin kasasını zarara soktuğunu, halkın parasıyla yapılan Dikmen- Ayrancı arasındaki 5,5 trilyonluk köprünün vatandaşa yasak olduğunu filan yazar dururum ama kendisinden tek bir ses çıkmazdı. Gerçi liste daha da uzuyor ama yer kaybetmemek için hepsini sıralamayayım.
SUS PUS OLMUŞKEN ASLAN KESİLDİ
Sonuçta Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, yazılarıma yanıt vermezdi ama benimle mahkeme koridorlarında ve medya üzerinde kapışmaya bayılırdı. Bu arada mahkemeye intikal eden didişmemizden benim lehime sonuçlar çıktığını da ilave edeyim. Örneğin Mahkemenin verdiği karar sonucunda kendisinin villa konusunda usulsüzlük yaptığını ispatlamam beyefendinin suspus olup köşesine çekilmesine sebep olmuştu. Gerçi kendisi batılı demokrasilerde görev yapan bir idareci olsaydı böylesine bir karar sonucu çoktan görevden el çektirilir ve adli soruşturmaya uğrardı ama bizde bir türlü gereği yapılmadı. Keza 17 yılda metroya bir metre ray dahi döşeyemeyip, işi merkezi hükümete yıkması bile olaydı ama hepsini “Es” geçip, gelelim esas konumuza.
ZEHİR ZEMBEREK AÇIKLAMANIN İÇİ BOŞ
Geçen hafta, “Başkentin ismi telaffuz bile edilemeyen cadde ve sokakları” başlığı altında bir yazı kaleme aldım ya, Ankara Büyükşehir Belediyesi Basın Koordinatörü Avni Kavlak’dan anında cevap geldi. Üstelik zehir zemberek satırlarla... Yazısının girişi ise niyetini apaçık ortaya koyuyordu.
“Pazar günleri köşenizde, her ne hikmetse her defasında lafı bir yerlerden döndürüp dolaştırıp Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e “Saldırı” niteliğine büründürmenizi, sanırım benim gibi Hürriyet’in tüm okuyucuları da anlamakta güçlük çekiyordur. Ancak yazılarınızda halka yanlış bilgiler vermeniz bir gazetecilik etiği açısından hiç de hoş değil” diye başlayan satırlar köşemdeki bir yanlışı dile getiriyordu.
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2011
Başkent Ankara, sınırları, bürokrasiyi, diplomasiyi ve protokolü çok sever. Ne de olsa devletin kalbidir.
Yolları bile yerlisiyle, yabancısıyla devlet adamlarının isimlerini taşır. Turan Güneş Bulvarı, Cinnah Caddesi, Melih Gökçek Bulvarı, Fevzi Çakmak Sokak, say sayabildiğin kadar... Ya da sokak ve cadde isimleri alfabetik indeksten çıkmışçasına sıralıdır. Bestekar, Bilir, Büklüm, Bülten... İsim bulunamadığı zaman da içinde ruh olmayan rakamlar tercih edilir: 1. Cadde, 4. Cadde, 48. Sokak...
Ruhunu yanlış yönlendirenler ise sanki Başkentliler istiyorcasına tabela isimlerini kendine ve yandaşlarına yontmaya başlar; Tıpkı, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in tabelaya Seyfi Saltoğlu Bulvarları yazdırması gibi. Biliyorsunuz, Beysukent’teki Angora Sitesi’ndeki caddenin adı değiştirilmişti. Bir baktık ismi “Saltoğlu Caddesi” olmuş. Yani Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili Seyfi Saltoğlu’nun soyadı...
Tabii Danıştay, bu değişikliği reddetmekte gecikmedi. Karar sonrası caddenin tabelası söküldü, yenisi asıldı ve ismi “Angora Caddesi” oldu. Çok geçmedi ki cadde bulvara dönüştürüldü. Danıştay’ın “Hayır” dediği Saltoğlu Caddesi, Saltoğlu Bulvarı oluverdi. Ankara 12. İdare Mahkemesi bu adı da reddetti. Danıştay’ın kararı beklenirken, bulvara bu kez “S. Saltoğlu” adı verildi. Mahkeme yine iptal etti ve “Adı geçen kişinin kanunda belirtilen özelliklere sahip olmadığı ve adının bir caddeye verilmesinin uygun olmayacağı...” cümlesiyle başlayan karara imza attı. Artık bitti derken, caddenin ismi bu kez de “Angora Saltoğlu Bulvarı” oldu. Anlaşılacağı üzere değerli Türk büyüğü(!) Saltoğlu’nun adı tabelaya bir girdi, çıkmak bilmedi.
BU İSMİ BİR ÇIRPIDA SÖYLEYEN VAR MIDIR?
Neyse Saltoğlu ile satırları eksiltmeyelim. Benim esas bahsetmek istediğim konu Başkentin telaffuz bile edilemeyen cadde ve sokak isimleri. Yol tarif ederken, adres sorarken sanki tekerleme gibi ağzınızdan bir türlü dökülemez ya, o isimlerle herkes gibi benim de başım belada. Hele hele Bangabandhu Şeyh Muciburrahman Bulvarı’nı bir türlü söyleyemiyorum.
Eminim aranızdan bazıları bu ismin kime ait olduğunu bilmek istiyordur, merakta bırakmayayım. Kendisi Bangladeş’in kurucusu... Gerçi ülkesinde Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı görevlerinde bulunmasına karşın askeri darbe sonucu idam edildi ama olsun Gökçek, onun isminin Ankara’da yaşaması için elinden geleni yapıyor.
ORDULAR ARTIK İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ DEĞİL
Onun ki gibi telaffuzu zor daha nice cadde ve bulvara sahibiz. Örneğin, Simon Bolivar Bulvarı, Konrad Adenauer Caddesi, Mahat Magandi Caddesi, Can F. Kenedi Caddesi, Dö Gol Caddesi, Muhammed Ali Cinnah Caddesi, saymakla bitmiyor. Bir de komik olanlar var. Ağaçkakan Sokak, Babaharmani Sokak, Yatıkmusluk Mahallesi, Tevekküller Sokak, Televizyon Caddesi, Şapka Devrimi Sokak, Çıpıtpıtı Sokak, Tabakhane Caddesi gibi... Üstelik birçoğu bilinen isimlerine Gökçek sayesinde veda etmiş bulvar, cadde ve sokaklar. Tıpkı Anıtkabir’in önünden geçen Akdeniz Caddesi’nin Abdullah Gabdulla Tukay Caddesi yapılması gibi.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2011
Aktaracaklarımı okumaya başlayınca, Irak’taki bir şehrin Ankara ile ilgisi ne olabilir diye düşenebilirsiniz. Ancak okumayı sürdürürseniz çok hoş bir bağlantı olduğunu göreceksiniz. Üstelik bu bağlantı öyle yabana atılır cinsten değil, aksine çok önemli. Şu sıralar Irak’ın Al-Anbar vilayetine bağlı Ramadi’nin kaderi Ankaralı mimarlar sayesinde büyük değişime uğruyor. Toplam 200 bin nüfusun yaşayacağı yeni Ramadi kentinin bütün alt ve üstyapı tasarımları Ankaralı bir mimar ve ekibi tarafından yapılıyor.
Tamamıyla Türk eseri olacak projeyle sadece değişim yaşanmayacak, geleceğin şehri yaratılacak. Ramadi kenti yakınındaki Al-Habbaniyah gölü kıyısında gerçekleşecek proje kapsamında 11 bin konut, hastaneler, eğitim tesisleri, üniversite kampusu, spor kompleksi, resmi binalar, iş ve alışveriş merkezleri, oteller ve tatil köyleri inşa ediliyor. Ticari üniteler, enerji santralı, arıtma tesisleri, rekreasyon alanları da işin cabası.
Bu yeni kenti tasarlayıp, projelendiren ise ünlü Ankaralı mimar Hasan Sökmen’den başkası değil. Bilmeyenler için Hasan Bey’in kim olduğuna gelirsek; Kendisini bugüne kadar birçok beş yıldızlı otel ve turizm kompleksine, iş ve alışveriş merkezine, konut kompleksine imza atmış çılgın bir mimar olarak tanımlayabiliriz. Ülkemizde temalı otel trendini başlatan bir isim. Tasarımını yaptığı otellerle Antalya ve Türk turizmine yeni bir soluk getirdiği ilgili herkesçe biliniyor.
Kumarhaneler cenneti Las Vegas’tan etkilenerek başladığı temalı otellerinde şimdiye kadar Topkapı Sarayı, Concorde uçağı, Titanik gemisi ve İstanbul silueti gibi pek çok tema otele dönüşmüş durumda. Üstelik O bu tematik yapı akımını yurtdışında ki pek çok yapıya da taşımış bir kişi. Örneğin Gürcistan Batum da yapılan Sheraton Otel onun hayal dünyasıyla şekillenmiş bir yapı. Dünyanın yedi harikasıdan biri olan İskenderiye Feneri bu otelin ana temasını oluşturuyor. Azerbaycan’daki Azer Havayolları genel müdürlük binası ise onun uluslararası yarışmalarda birincilik kazanmasına vesile olan bir bina.
İşte Hasan Bey ve ekibi yaptıklarını yapacaklarına teminat göstererek Irak’ta geleceğin şehrini yaratıyorlar. Bu şekilde de Türk müteahhitlerine ve işçilerine yeni ufuklar açıyorlar. Onun bu alkışlanacak başarısına kısa da olsa değinmek istedim.
ONLAR SAYESİNDE ESKİNİN ŞAŞASINA GERİ DÖNÜYORUZ
Gelelim bir diğer konuya... Dikkat ettiniz mi bilemiyorum ama son zamanlarda Ankara’nın sosyal yaşamı önemli bir değişime ugruyor. Daha düne kadar restoran, pastane ve bar karışımı hizmet anlayışıyla yeme içme sektörünü ele geçiren kafeler, tahtlarını konsept restoran-barlarla paylaşıyor. Bu bir yerde eskinin şaşalı günlerine dönüşün de habercisi. Ahşap masa üzerine konan kağıt Amerikan servisten, her tür yemeğin harmanlanmasıyla oluşan mönüden, pastane müşterisiyle aynı havayı soluyan restoran müşterisinin kakofonisinden sıkılanlar artık daha seçici davranıyorlar. Üstelik beyaz örtülü masalarda, şık yemek takımları eşliğinde, karakteri belli mönüden seçim yapmak istiyorlar. Bu istekleri ise yeni açılan ya da geçmişten beri bu geleneği hiç bozmayan işletmeler sayesinde cevap buluyor.
İşte bu yeni akıma cevap verecek birkaç restoranı sizlerle paylaşmak istedim. Bunu yaparken de bilinenlerle, yenileri harmanladım. Her ne kadar ticari bulup inanmasam da 14 Şubat günü, yani “Sevgililer Günü” için size fikir verebilir diye de en romantiklerini seçtim.
MÖNÜSÜNDEN DEKORA ADI GİBİ RAFİNE
İlk durağımız İran Caddesi’nde açılan Rafine Restoran... Sahibi hiç de yabancı olmadığımız bir isim; Big Chef’s restoran zincirini kurup, İstanbul’a bile taşıyan Gamze Cizreli... Yeni mekanı Rafine’yi kısa sürede Ankara’nın hit restoranları arasına sokmayı bildi. Başkent’te yıllardır özlemi duyulan ‘klasik-modern’ mekan boşluğunu doldurduğu her gece dolu olan masalarından anlaşılıyor. Dikkat ediyorum, son zamanlarda Ankara cemiyet hayatının, siyasi, diplomatik, askeri ve bürokratik kesimin yeni buluşma noktası oldu.
Üç katlı eski bir Ankara evinin baştan sona yenilenmesiyle hayat bulan restoran, mönüsünden dekoruna adı gibi ‘rafine’ bir tarza sahip. Canlı bitkilerin ve kesme çiçeklerin bolca kullanıldığı mekandan içeri girer girmez çiçek bahçesindeymişsiniz hissine kapılıyorsunuz. Duvarlarındaki Nazım Hikmet’ten Mevlana’ya, Bernard Shaw’dan Can Yücel’e, birçok şiir ve özlü söz ise bakışlarınızı duvarlardan ayıramamanıza sebep oluyor.
Mutfağından masalarınıza yansıyan yemekleri ise Türk- Akdeniz melezi... Mönüsündeki Karidesli imambayıldı, köz biberli marine kuşkonmaz, deniz börülceli fava, kırmızı pancarlı humus, portakallı fırın kuzu incik tavsiyelerim arasında... Tatlı severler için de iki önerim olacak. Güllü lokumlu crem brulee ve vişne sos ile sunulan Afyon kaymaklı ekmek kadayıfı çok güzel.
BU LEZZET DURAĞINA 110 YILLIK PİYANO EŞLİK EDİYOR
Oran Semti’nde, Panora AVM’nin az ötesinde açılan Hotel Monec’in kısa bir süre önce hizmete soktuğu restoran ve barı manzaradan keyif alarak lezzetli saatler geçirebileceğiniz güzel bir yer. Otelin en tepesindeki Roof Lounge, dağ evi sıcaklığında dekorasyonuyla dikkat çekiyor. Modern yaşamın konforunda, kentin karmaşasından uzak, Ankara’nın zirvesinde misafirlerine büyüleyici bir ortam sunduğu kesin. Doğal, ahşap çatının altında yemekler için açık mutfak ve restoran bölümünü, sohbetler ve eğlence için ise bar bölümü aynı mekanda toplamış. Ahşap rengi haricinde kullanılan sedef, gri ve kırmızı renkler salonda gündüz farklı, akşam farklı bir etki yapıyor. Salonun başköşesinde duran 110 yıllık piyanodan çıkan tınılar ise brunch ve akşam yemeklerine eşlik ediyor.
Pazar sabahları gerçekleşen zengin brunch büfesi sadece 29 lira. Size bir ip ucu da vereyim; pazarlık yapın, on kişi üzeri gruplarda fiyat 25 liraya iniyor. Pazartesiden perşembeye dört akşam saat 20:30 - 23:00 arası piyano, Cuma ve Cumartesi akşamları ise caz orkestrası eşliğinde yemeklerinizi yiyebileceğiniz hoş bir mekan. Mönüdeki fiyatlar ise lüks bir işletme için makul düzeyde.
DOYUMSUZ LEZZET ONUN GENLERİNDE VAR
Dikkat ettim ne zaman gitsem, Kavaklıdere’deki Divan Otel’in birinci katında hizmet veren Niki Restoran-Bar oldukça kalabalık. Üstelik de kuru bir kalabalık değil, entelektüel düzeyi yüksek insanların ağırlıkta olduğu bir kalabalık. İşletmecileri ise Ankara’nın geçmiş yıllarını bilenler için tanıdık simalar. Niki, bir dönem bırakın Ankara’yı tüm Türkiye’de fırtınalar koparan RV ve Piknik restoranların sahibi Reşat Bey’in kızı Gülen Onat ile damadı Mehmet Köse’nin yönetiminde faaliyetini sürdürüyor. Hal böyle olunca da yemekleri gurmelerin damak tadına hitap edecek kadar güzel.
Uzun zamandır diplomatların ve iş adamlarının vazgeçilmezi olan işletmede haftanın dört günü canlı jazz müzik sunuluyor. Cuma akşamları 18:30- 21:30 arası keyifli bir buluşma ve sohbet ortamı sağlayan Happy Hour’da ise iğne atsan yere düşmeyecek kalabalık oluşuyor. Dünya mutfağından örneklerin sunulduğu mönüsünde kullanılan sosları ise başka bir yerde bulmanız zor. Sizlere tavsiyem mönüde bulunan Nar ekşili Levrek, Biberli bonfile, Kuzu şiş gibi özel yemeklerden birini tatmanız. Üstüne ise Çikolatalı sıcak puding yemeyi unutmayın.
Bu arada Cuma ve Cumartesi akşamları Niki’de Klasik Smooth Jazz müzikten örnekler sunan baba kız için parantez açmak istiyorum. Tuba- Ersun Çavuşoğlu ikilisinin sunduğu şarkılar en az yemekler kadar leziz. Müzikte akademik kariyere sahip baba kızı dinlemek için yemek yemeniz de şart değil. Niki’nin barında bir kadeh içseniz de yeterli.
BU SÜRPRİZ ONU HEP GENÇ TUTUYOR
Ankara’da balık ve deniz ürünleri denilince akla ilk gelen Trilye Restoran oluyor. Adı Latincede “Kırmızı Barbun” anlamına gelen işletmenin iç mekanı oldukça güzel ve ferah. Ama daha önemlisi Süreyya Üzmez ve eşi Mahmure Hanım’ın mekan sahibi olarak müşterilere gösterdiği ilgi... Bütün mekanlara örnek olacak cinsten başarılılar. Haftanın hemen hemen her günü yer bulmanın zor olduğu mekanın müdavimleri arasında siyasiler, bürokratlar, iş adamları, sanat ve spor camiasının ünlü isimlerini sayabiliriz. Açıldığından beri kaliteli hizmet anlayışından taviz vermeyen Trilye’yi hep ayrı yere koyarım. Hesap pusulasındaki parayı hak ettiğini düşündüğüm restoranda klasik mönüye sık sık yeni ürünlerin dahil olması benim gibi müşterilerini şaşırtmıyor. Hatta her hafta bir başka yeni lezzetin sunulmasına alıştık da diyebilirim. Bu özelliği de Trilye’nin hep genç kalmasını sağlıyor.
Söz hazır balık restorandan açılmışken iki işletmeye daha değineyim. Biri Bilkent Fish House diğeri ise Yosun Restoran... Bilkent Fish House etrafı çam ağaçlarıyla çevrili bahçesi sayesinde şehrin göbeğinde tabiatın kucağında olmanızı sağlıyor. Müşterileri için her zaman yeni tatları sunan mekan, balık şiş, balık tandoori ve balık sucuk gibi seçeneklerin de bulunduğu geniş mönüsüyle, damak zevkine düşkün olanlara hitap ediyor.
“Başkent’in nöbetçi balıkçısı” unvanını taşıyan İran Caddesi’ndeki Yosun Restoran’da balığın her türlüsünü bulmanız mümkün. Öğle ve akşam servislerinde açık olan restoranda onlarca çeşit soğuk meze, ara sıcak ve de deniz balığının yer aldığı geniş bir mönü var. Canlı müzik eşliğinde yemeklerinizi yerken keyif alacağınız kesin.
Biliyorum, hizmet kalitesi yüksek şık yemek takımları ve masa örtüleriyle bezenmiş daha yazacak çok yer var ama bana ayrılan yerin sonuna geldiğim için şimdilik bu kadar. Bu arada bir yanlış anlamaya da mahal vermeyeyim. Müşteri kafeleri göz ardı etmiş değil, bilakis halen ilgi çekmeyi biliyorlar. Benim anlatmak istediğim unsursa kimlik kargaşasının son bulması.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2011
BİLDİĞİNİZ üzere sosyal paylaşım ağı Twitter’in yeni yıldızı Melih Bey oldu. Bizler ise bu sayede Gökçek’in bilgisayar teknolojisinden de anladığını öğrenmiş bulunduk. Her gece ekran başına oturup, klavyesinin tuşlarından karşısında beliren sorulara yanıt veriyor, sözüm ona eleştirilere kulak asıyor. Gördüğüm kadarıyla da şimdiden Ankara’nın kimyasını bozduğu gibi Twitter kullanıcılarının da kimyasını bozmayı becermiş. Fikir ve söylemlerini beğenmediklerini ya “Block”luyor ya da dava açmakla tehdit ediyor. Takip ettiğim kadarıyla da Twitter’in öncülerinden olan Hürriyet yazarı Ahmet Hakan ile zaman zaman paslaşıyor, zaman zaman da çatışıyor.
Şimdi Gökçek’in Twitter macerasını ve sayfasına aktardığı görüşlerini köşeme konu yapacak değilim. Çünkü onun paylaşım sitesinde boy göstermesi de, teknoloji merakı da sanal. Amacı ise nefret oklarını kendisine yönelten bu kesimle diyalog kurup, şirin görünmeye çalışmak. Zaten Belediye’nin kasasını dolayısıyla Ankara halkının parasını büyük zarara soktuğu Bahçelievler’deki Gökkuşağı yatırımını, Twitter Sokağı yapma fikrini de bu yüzden ortaya attı.
Gelelim köşeme neden böyle bir giriş yaptığıma. Twitter’de benim ismimi gördüğü an block’layacağını çok iyi bildiğim için bazı sorularımı her zamanki gibi köşemden sormaya karar verdim. Cevabını da ister internet üzerinden versin, isterse medya aracılığıyla... Gerçi her zamanki gibi yanıt vermekten kaçınıp, konuyu laf kalabalığına getirecek ama olsun. Birazdan aktaracaklarıma nasıl bir açıklama getireceğini merakla bekliyorum. Konu, sizin vergilerinizle beslenen Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin pek de etik olmayan uygulaması.
GÖRSEL ŞÖLEN SUNAN KÖPRÜYÜ HALK KULLANAMIYORTürkiye’nin kalbi Ankara’nın Çankaya ilçesinde, daha net bir tarifle Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne 300, bilemediniz 400 metre uzaklıkta bir yerde büyük bir belirsizlik yaşanıyor. Halktan toplanan vergilerle yaklaşık 5,5 Trilyon lira’ya yapılan dev bir köprüyü kullanmak vatandaşa nasip olamıyor. Daha açık ifadeyle vatandaşın parasıyla yapılan köprü vatandaşın kullanımına yasak.
Gelin konuyu biraz daha açalım ve yaşanan garipliği gözler önüne serelim. Melih Gökçek’in 17 yıllık Belediye Başkanlığı döneminden birkaç yıl önce, zamanın Belediye Başkanı Murat Karayalçın, Ankaralılara, “Dikmen Vadisi Projesi”ni açıklamıştı. Ardından da dev siteler, villalar, yaşam parkları, alışveriş merkezleri derken Dikmen’de modern bir uydu kent kurulması için düğmeye basılmıştı. Tam projenin birinci etap çalışmaları başlamıştı ki, Belediye Başkanlığı Gökçek’in
eline geçiverdi. Doğrusunu söylemek gerekirse de o da bu projeye sıkı sıkıya sarıldı ve çok ilerleme kaydetti. Bölgenin havası değişti, Dikmen viranelikten kurtuldu ve vadi boyu muhteşem parklar yapıldı. Bir, iki, üç derken de etaplar bir bir geride kalmaya, binalar ve parklar görsel şölen sunmaya başladı. Bu günlere kadar da her şey çok güzel gitti.
Ancak üçüncü etap inşaatların tamamlanmasıyla birlikte Dikmen ile Ayrancı semtlerini birleştirmek için bir köprüye ihtiyaç duyuldu. Zira, 50 metre karşınızdaki sokağa aracınızla gitmek için en az dört kilometre yol katetmeniz gerekiyordu. Yaya olarak geçiş için ise merdivenleri ine çıka parkın içinden yürümeniz... Hal böyle olunca Ankara Büyükşehir Belediyesi, Çevre Koruma ve Kontrol Daire Başkanlığı 2006 yılında köprü yapımı için 5.5 trilyona ihaleye çıktı.
Dikmen 3. Etap Rekreasyon Projesi kapsamında çok kısa sürede tamamlanan bu köprü kullanıma açıldığında ülkemizin kemer açıklığı açısından en büyük olma unvanını da ele geçirdi. İnşa edilirken bölgede oturanları ve bu güzergahı kullanmaya niyeti olanları mutlu eden köprü, açıldıktan sonra herkesi sükutu hayale uğrattı. Zira üzerinde büyük harflerle “ANKARA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ” yazan köprüye, Ayrancı’dan giriş yapan araç sahipleri Dikmen girişindeki sitelerden birinde oturmuyorsa karşı tarafa geçememeye başladı. Çünkü güvenlik elemanları, bariyerli kontrol noktasında sitede oturmayan dışında kimsenin geçişine izin vermiyordu ki, aynı uygulamayı halen sürdürüyorlar.
KÖPRÜNÜN ÇIKIŞINI GÜVENLİK ELEMANLARI KESİYORGerçi bu uygulama haklı bir nedene de dayandırılıyordu. Köprü’nün Dikmen tarafı site arazisinde bulunuyor, şahsi mülkiyet statikosunda olduğu için de oturanlar dışında kimsenin geçişine izin verilmiyordu. Yani sitede oturanlar hem Dikmen’e hem de Çankaya ve Ayrancı’ya bu köprü sayesinde kısa yoldan rahatça gidip gelebiliyor, vatandaş ise anca Ayrancı’dan girebildiği köprüden geçip, Dikmen’e ulaşamadan geri dönüyor.
Şimdi aranızdan “Site yönetimleri izin vermiyorsa, Belediye ne yapsın?” diyenler çıkabilir. Kazın ayağı hiç de öyle değil. Çünkü Dikmen Vadisi’ni tasarlayan, o siteleri projelendiren Belediye’nin ta kendisi. Binanın, parkın, çiçeğin yerini belirleyen Belediye bu köprünün nereden başlayıp, nerede sonlanacağını belirleyemez miydi? Elbette belirlerdi ama vatandaşın parasıyla yapılan köprüyü vatandaşın kullanımına kapamak anca bu yolla oluşurdu, onu da becerdiler.
Bu arada bu sitelerden ev satın alanların, kirada oturanların bu uygulamada bir suçu yok. Burada suç Belediye’nin. İşte bu yüzden İçişleri Bakanlığı’nın ve savcıların harekete geçmesi gerektiğini söylüyorum. Bunca büyük projeye ve giden paraya hesaplama hatası denirse buna çocuklar bile güler. Zaten hesap hatası da görevi kötüye kullanma suçuna girer ya, neyse!
GÖKÇEK’E HALKTAN ÖNCE AK PARTİ DUR DEMELİArtık Melih Gökçek’in bu hesapsız ve tutarsız yatırımlarına “Dur” demenin zamanı, geldi de geçiyor bile. Twitter’la, 17 yıldır bir metre ray döşeyemediği metro söylemleriyle, Eskişehir yolunda Armada’nın tam karşısında mezbelelik halde bıraktığı demir yığınıyla oyalayan Gökçek’e sizlerden önce Ak Parti “Dur” demeli ama nerde?
Bir de Melih Gökçek’in bazı konuları tekrar tekrar ısıtarak önünüze sunduğunu da hatırlatayım. Gazetelerde okudum; bahsettiğim o demir yığınını bitirip, elektronik eşya satan esnaf için alışveriş merkezi yapacakmış ama Çankaya Belediyesi önünde engelmiş. Aynı sözleri yıllar önce bu mezbeleliğin inşaatına başlarken de söylemişti, ancak bir tek Çankaya Belediyesi kısmı eksikti. O sonradan ortaya çıktı. Zira geçen yıl da burayı kaynak yokluğundan dolayı bitiremeyeceğini, 95 milyon lira getiren olursa satacağını söylüyordu. Tabii imara aykırı yapılan ve önündeki Eskişehir yolunu bile daraltan bu demir yığınına kimse para yatırmak istemedi. Bu güne kadar harcananlar belediye kasasından, yani bizim cebimizden çıktığı için de binbir bahaneler sırayla telaffuz edilmeye başladı. Konya yolundaki Hemşeri Evleri, Gökkuşağı Projesi derken birçok hesapsız yatırım daha var ama sorup, soruşturan yok.
Bütün bunların yanı sıra metroda hangi hattın önce biteceği konuşmaları var ya, Gökçek’in bu konudaki açıklamaları da beni çok güldürüyor. İhtiyaç anlamında önceliğin Çayyolu hattında olması gerekirken Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım Keçiören hattı önce bitecek diyor, Gökçek ise Sincan hattı bitmeli diye ısrar ediyor. Ama işin komik tarafı metro yapımını Ulaştırma Bakanlığı’nın üstlenmesi bile çalışmaların başlaması için yetmiyor. Anlaşılan Gökçek gitmez durursa birkaç seçim dönemi daha biz metroyu konuşuruz.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2011
Durun, başlığa bakıp da hemen yol haritamı değiştirdiğimi filan düşünmeyin. Bu başlık, Tanrı’ya sık sık sunduğum bir dileğimi sizinle paylaşmak isteğimden doğdu. Dileğimse öyle büyük bir şey değil. Okuyunca, sanırım birçoğunuz benimle aynı duyguları paylaşacaksınız. En azından yüzde 63’ünüz... “Tanrım, bilmeni isterim ki Ankara’nın bazı bulvar ve meydanlarını çok severdik, hepsinin yok edilmesine izin verdin.
Ankara tiftik keçisini, Angora tavşanını ve beyaz tüylü kedisini çok severdik, neredeyse neslinin tükenmesine izin verdin.
Atatürk Orman Çiftliğini çok severdik, yavaş yavaş tırtıklanıp, yok olmasına izin verdin.
Tanrım, bilmeni isterim ki, en sevdiğim Belediye Başkanı Melih Gökçek’tir!”
Anlayan anladı diyerek gelelim esas konumuza. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü bünyesinde yer alan, Hayvan Irkı Tescil Komitesi, 2002 yılından bugüne kadar 40 hayvan ırkını genetik kaynak olarak tescil etmiş. Komite, uluslararası alanda, bu hayvanların genetik özelliklerini belirliyor ve kaynağının Türkiye olduğunu ispatlıyor. Komite tarafından tescil edilen Ankara Tiftik keçisi, Türkiye’nin en önemli genetik kaynakları arasında yer alıyor. 1980’li yıllarda 3,6 milyon baş olan Tiftik Keçisi varlığının, bugünlerde 300 binin altında olduğu tahmin ediliyor.
Bu kapsamda, Ankara Keçisi’nin “Halk Elinde Islahı Projesi” başlatıldı. Bakanlık, üniversite, yetiştirici birliği ve Ankara keçisi yetiştiricilerinin işbirliği ile yürütülen proje ile Ankara keçisinin tiftik verimi ve kalitesi artırılarak, yetiştiriciliğinin ekonomik hale getirilmesi öngörülüyor.
Proje kapsamında, Ankara’nın Ayaş, Beypazarı, Güdül ilçelerindeki sekiz Ankara keçisi yetiştiricisi, üretimi devam ettirmeleri için destekleniyor. Bu kişilerin sürüsünde beş bine yakın tiftik keçisi bulunuyor. Ancak, yurt içinde üretilen tiftiğin maliyeti yüksek olduğu için sanayiciler genellikle daha ucuz olan ve Türk Cumhuriyetlerinden ithal edilen tiftiği kullanıyor.
KEÇİLERİ KAÇIRMAK BU OLSA GEREK!
Sonuçta da gözümüz gibi bakıp, çoğaltmamız gereken Ankara Keçileri her geçen gün azalıyor. Yerineyse Melih Gökçek’in Ankara’nın dört bir tarafına serpiştirdiği keçi heykelleri çoğalıyor. Allahtan Başbakanımız bu heykelleri de ucube olarak görmüyor da şehrimize gelen konuklara, “Bizim Ankara keçilerimiz çok meşhurdur” diye gösteriyoruz. Duyduğuma göre 2010 yılının Eylül ayında çıkan bir kararname ile Ankara Keçilerinin ihracatına kolaylık getirilmiş. Keçileri kaçırmak böyle bir şey olsa gerek!
Aynı durum Ankara Tavşanı ve Ankara Kedisi için de geçerli. Sayıları her geçen gün azalıyor ve yanlış hayvancılık politikası yüzünden bizleri yavaş yavaş terk ediyorlar. Kediyi, sadece Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin “Kets” müzikalinden arakladığı Ankara logosunda görürsek şaşırmayın. Tavşanı da havuç reklamlarında... Onun için de Beypazarı’nın yardımına muhtacız. Ülkemizin yüzde 80 havuç gereksinimi karşılayarak havuç deposu unvanını kazanan Beypazarı inşallah reklamlarında Ankara tavşanını kullanır da, bu sevimli hayvanlar en azından kağıt üzerinde yaşar.
DIŞARIDAN AHKAM KESENLERE İTHAF OLUNUR
Bildiğiniz üzere bazı İstanbullu yemek ve eğlence mekanları Ankara’ya geldi ve sosyal hayata renk getirdi. Benim üzerinde durmak istediğim konuysa, açılmasıyla beraber Ankara yaşamına renk getiren bu tür mekanlar için İstanbul’dan gelen basın mensuplarının yazdıkları. Birçoğu öyle ipe sapa gelmez cümlelerle konuyu okuyucu ve izleyicisine aktarıyor ki, sormayın gitsin. Neymiş efendim, Ankara’ya hayat gelmiş, Başkent tarihinde ilk kez böyle bir mekana tanık olmuş, Ankara’nın sadece lacivert takım elbise ve bürokrasiden ibaret olmadığını kanıtlamış gibi, bir sürü saçma sapan tespitler. Dahası, İstanbul ile Ankaralı gençlerin kıyafet farklılıklarından, müzik zevklerine kadar karşılaştırmalara giren satırlar.
İstanbullu bazı meslektaşlarımın sıkça düştüğü bir yanlışlık var ki, hayatın, Beyoğlu, Nişantaşı, Kuruçeşme ve Etiler’den ibaret olduğunu zannederler. Oradaki mekanlardan birinin şubesi, İstanbul dışındaki bir kentte açıldığı zaman, gidilen yerin yaşamında büyük değişiklikler yarattığını düşünürler. Sonunda da yukarıda bahsettiğim yazıları yazarlar. Uzun süredir Ankara’da yaşayan bir İstanbullu olarak bu tip yanlışlık içindeki meslektaşlarıma bir çift lafım olacak.
ANKARALI DEĞİŞİMİ SEVER ÇÜNKÜ...!
Evet, açılan her yeni mekan Ankara sosyal yaşamına farklı bir soluk getirir ama radikal değişimler yaratmaz. Sadece benzer konseptte var olan işletmelerin arasına adını yazdırır. Değişen tek şey, her yıl öne çıkan mekanların en sonuncusunun kendisi olmasıdır. Şimdi filanca yer modadır ama belli bir süre sonra o da bayrağı yeni açılan bir başka mekana devredecektir. Çünkü Ankara müşterisi belli bir süreden sonra değişiklik sever. Bir, bilemediniz birkaç yıl sonra yeni yerlere doğru yelken açar. Zira denizi olmayan Ankara’nın İstanbul’daki Boğaz manzarası gibi doğal dekorasyonu yoktur. O yüzden de aynı ağaç, aynı cadde görüntüsü belli bir süreden sonra insanı sıkar. Kalıcı olan işletmeler ise mönüsü ve hizmet anlayışıyla kendisini yenilemesini bilen ve performansını hep üst seviyede tutanlardır.
ÜLKEMİZDE İLK, DÜNYADA BEŞİNCİ
Gelelim Ankara’nın yenilerine ve yeni projelerine. Kentpark AVM’de bulunan lüks moda perakende devi Harvey Nichols’ın bünyesinde çok güzel bir Brasserie açıldı. Bu işletme Harvey Nichols’ın ülkemizdeki ilk kafesi oldu. HNB Gıda’nın sahipleri Bülent Arman ve Veli Karabudak tarafından işletilen mekan, zengin mönüsüyle öne çıkmayı bildi. Mönüsünün Akdeniz ağırlıklı dünya mutfağından oluştuğunu söyleyebilirim. Londra, Dublin, Manchester, Edinburg ve Birmingham’ın ardından dünyada beşinci ve Türkiye’de ilk olma özelliği taşıyan Harvey Nichols Brasserie’nin dekorasyonu İngiltere’nin önde gelen mimarlık şirketlerinden Four IV tarafından yapılmış. Brasserie, restoran ve bahçe bölümü olmak üzere 125 kişi kapasiteli.
Her gün gece saat 01.00’e kadar açık kalan bu kafeye iki üç kez gittim. Her gidişimde de değişik tatlara yöneldim. Özellikle, pizza ve et yemekleri çok güzel. Değişik alkol kokteyleri de var. Ancak benim gibi çay ve kahve sevenler için düzenlediği seremoni ise harika. Markaya bakıp da gelecek fatura gözünüzü korkutmasın. Filistin caddesindeki kafelerden farkı yok. Hatta kimi ürünler daha ucuz. Denemenizde fayda var.
ET FİYATLARI ARTIYOR KEBAP FİYATLARI DÜŞÜYOR
Gazi Osman Paşa semtindeki Köşebaşı Restoran ise öğlen yemeklerinde yeni bir uygulamaya geçmiş. Öncelikle belirtmeliyim ki, et ürünleri, şık dekorasyonu ve kaliteli hizmet anlayışıyla Köşebaşı favori listeme giren restoranlar arasında. Akşam servisinde sunulan yiyeceklerle aynı gramajda olan ürünlerden oluşan mönüsünü kişi başı 25 Liradan müşterisine sunuyor. Et fiyatlarının gitgide pahallılaştığı bu dönem için fazla bir para değil. Mönü de tercih edeceğiniz bir kebap, meze tabağı, tatlı ve alkolsüz içeceklerden oluşuyor. İsteyenler için bu mönüyü paket servisle de yolluyorlar. Öğlenleri kimi iş yemeklerim için iyi bir seçenek oldu. Birçok kişi de benimle aynı fikirde olacak ki, geçenlerde masa boşalması için sıra bekledim.
BALIK YERKEN KENDİNİZİ SAHİLDE HİSSEDİN
Tunalı Hilmi Caddesi’ne çıkışı olan Bestekar Sokak’ta yaklaşık 10 ay önce açılan “Marmaris Balıkçısı”nı yeni keşfettim. Ankara’da uzun yıllar Casa Bonita isimli bir Meksika restoranının işletmeciliğini yapan Orhan Guneyçal ile eşi Aslı Hanım aynı markayı Marmaris’e taşımışlardı. Başkente tekrar dönüp, bu balıkçıyı açmışlar. Kendinizi bir sahil kasabasında hissedeceğiniz dekorasyonu çok güzel. Mönü çeşidi oldukça bol ve lezzetli... Kendine özgü bir tarz yaratan Marmaris Balıkçısı’nda akşamları olduğu gibi öğlen servisinde de ilgi büyük. Fiyatlarsa beklediğimden az. Tabii herkesin beklentisi farklı ama benim gibi orta halli insanlar için pahallı gelmiyor. Gidip görmeniz de, değişik lezzetlerden tatmanızda yarar var.
YEMEKLER TOPUZDA SERVİS EDİLİYOR
G.O.P Uğurbey Sokak’ta yeni hizmete giren People isimli bir işletme var. Üç katlı mekanın ilk iki katı restoran. Giriş katında ve terasta iki ayrı şömine bulunuyor. Pazar günleri hariç her gün açık olan işletmenin en üst katı ise kulüp olarak hizmete sokulmuş. Dünya mutfağından değişik örneklerin sunulduğu restoranın mutfağına uzun yıllar Amerika’da yaşamış Ahmet Özdemir’in hükmettiğini söylediler.
Kendisi mönüde 110 çeşit yemek var diyor ama restoranın en önemli özelliği servis anında göze çarpıyor. Bazı yemekler 600-700 derecede ısıtılan topuzda servis ediliyor. Zira topuzun çıkıntılarına takılan etler, uzun süre sıcaklığını koruyabiliyor. Farklı tarzıyla ilginç bir işletme olan People için daha net fikirler vermem için birkaç kez daha gitmem lazım. Şimdilik sadece bu özelliklerini yansıtmamla yetinin.
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2011
Polİtİkanın sıcak gündemi sebebiyle başkent Ankara’nın bünyede yarattığı ciddiyetten sıyrılıp, şehrin yeme, içme ve eğlence hayatını keşfetmek üzere yollara düşmeye ne dersiniz? Televizyon haberciliği ile konumuz ve mekânlarımız farklı ama cümlemiz aynı; “ Evet, şimdi son gelişmeleri almak üzere Ankara’ya bağlanıyoruz!” Başkent deyince akıllara ne gelir? Anıtkabir, Meclis, Çankaya Köşkü, bakanlıklar, ciddi bürokratlar... Belki de bu sebepten, yazımın nedeni Ankara sosyal hayatını keşfetmek de olsa, gayri ihtiyari bir ciddiyet hâkim üzerimde.
Ülkemizin dört bir yanını saran alışveriş merkezleri Ankaralıların da gün içerisinde sosyalleşmek ve biraz yemek, biraz eğlence için tercih ettikleri adreslerinde başında geliyor. Ancak otobana dönmüş şehir içi trafikten ve tarihe gömülmüş meydanlardan olsa gerek bu gidiş biraz da çaresizlikten oluşuyor.
Hal böyle olunca da şehrin kaybolan ruhu, yeme, içme ve eğlence sektörünün canlı kalmasına müsaade etmiyor. Ancak tüm olumsuzluklara rağmen Ankaralılara nefes aldıran bazı cadde ve sokakları göz ardı etmemek lazım. Hava kararınca akıllara düşen “Akşama ne yapıyoruz?” sorusuna, şehrin farklı ruhlara farklı cevapları mevcut.
TUNALI’DA ÜÇ-BEŞ TUR ATARIM REPERTUARI
Alternatif ruhlar, Bestekâr Sokak’ta toplanan rock soundu yüksek sesli müzik mekanlarında içeceklerini yudumlayabilir. Türkçe canlı müzik meraklıları için ise Farabi Sokak, Nenehatun Caddesi, Mesa Koru sitesi, gidilesi yerlerin başında geliyor. Genç müzisyenlerin “Tunalı’da üç-beş tur atarım” hattında ilerleyen repertuvarları ile felekten bir gece çalmak mümkün.
Şekillendirilip bu hali almasında, New York’taki meşhur Park Avenue’nun etkisinin olup olmadığını hala merak ettiğim Park Caddesi’ndeyiz bu sefer. Cadde, şehir merkezinden uzak, şık evlerinde banliyö hayatı yaşayan Ankaralıların yanı dibinde, banliyö sakinlerinin eğlence ihtiyaçlarını giderme amaçlı oluşturulmuş bir proje hissi uyandırıyor en başta. Şık, popüler restoran ve kulüpler derli toplu bir halde. Programında yemek sonrası eğlence olanlar için trafikten kurtarılmış bu bölgede takılmak son derece keyifli.
BU YAKARIŞLARIN ADRESİ BELLİ
Kulüplerden ziyade restoranların ağırlıkta olduğu Park Caddesi’nde kalabalığın yarısını çiçeği burnunda üniversiteliler, kalanını ise iş sebebiyle yolu başkente düşmüş iş adamları ve yakınlarda oturan aileler oluşturuyor. Bu farklı kalabalık hep yana yakıla bir ağızdan bağırıyor “Hayat beni neden yoruyorsun?” diye. Bu yakarışların adresi ise belli... Alkolü ve çocukları bahane ederek baskın üstüne baskın yapan polisler ile yaşam tarzını tehdit olarak algılatan siyasi gelişmeler.
Üniversite gençliğinden tutun ailenin tüm fertlerine kadar geniş bir kitlenin akın ettiği bir cadde de Filistin Caddesi. Sanki tüm şehir burada toplanıyor. Mekanların samimi havası, başarılı mönüsü ve modern dizaynıyla şehrin en trend yerlerinden biri. Filistin Caddesinden aşağı doğru kıvrılıp meşhur Arjantin Caddesine geçmemiz ise bünyede hafif bir hayal kırıklığı yaratıyor. Arjantin’i bu kadar kanlı canlı tutan mekânlar bir bir kapanmış olsa da kalanlar yine de ilgi çekmesini biliyor.
TAKLİT HOLLYWOOD FİLMLERİNİ ANDIRIYORLAR
Çankaya ve GOP’da ara sokakları kendine mesken tutmuş başarılı restoranların ve tavernaların azımsanmayacak çoklukta olması ise adresi iyi bilmenizi gerektiriyor. Çok özel tatları ve eğlenceyi bulacağınız bu adresleri zaman zaman sizlere aktarıyorum. Kendine özgü yiyecek ve servisleriyle bu işletmeleri çok beğeniyorum. Ne var ki Ankara’nın bazı kurnaz işletmecilerinin gözünün sürekli İstanbul’daki şaşalı, meşhur, yaldızlı isimlerde oluşu işleri değiştiriyor. Mazisinde hayli popüler işletmeler olan Ankara’nın bir bölüm gece hayatı, yıllar yılı yapılan aynı hataya yenik düşerek İstanbul’daki mekânların büyüsüne kapılmış durumda. Taklit Hollywood filmlerini andıran halleriyle, aslına benzeyeyim çabalarına rağmen “kaş yaparken göz çıkarmış” bu mekânlar, şimdilik kuru kalabalıkla idare ediyor gibi gözükse de gelecekleri meçhul!
ŞEHİRDEN ULAŞACAĞINIZ ALTERNATİF ADRESLER
Bu arada ülkemizin İstanbul gibi başka bir şehrinde doğup Ankara’da şube açan işletmelerden bahsetmiyorum. Benim bahsettiğim kendine rol model olarak belirlediği markayı çakma sıfatını yiyeceğini bile bile taklit eden mekanlar.
Ankara Kalesi, Gölbaşı, Bahçelievler, Çukurambar, Bilkent ve Sakarya Caddesi ise sizlere değişik tatlar bulabileceğiniz mekanlarıyla seslenebilir.
Gelelim bu hafta esas yazmak istediğim bir başka konuya. Geçen hafta sonunu Ankara’ya çok yakın bir kayak merkezinde değerlendirdim. Çok hoş saatler geçirdiğim bu gezimden sonra da aklıma kış turizmi konusunda yazı yazmak geldi. Kimine günü birlik bile gidebileceğiniz birkaç önerimi de size yol haritası olabilir düşüncesiyle sıraladım.
LODGE TİPOLOJİSİNİN MODERN YORUMU
Türkiye’nin en gözde kayak merkezlerinden biri olan Kartalkaya tam bir kayak ve snowboard merkezi. Biliyorsunuz Kartalkaya, Batı Karadeniz bölgesinde, Bolu ilinin güneydoğusunda, Köroğlu Dağları üzerinde yer alıyor. Kayak Merkezi ve çevresi çam ormanlarıyla kaplı ki her mevsimi ayrı bir güzellikte... Ankara’dan en fazla iki saatlik mesafedeki bu merkeze kayak için gitmeniz de şart değil. Pek ala leziz yemekler, seyri doyumsuz manzara ve karlar üzerinde yuvarlanmak için de gidebilirsiniz. Turla gitmiyorsanız yapmanız gereken ise aracınızda kar lastiği ya da zincir bulundurmak.
Yarısı buz tutmuş derelerin yanından, dev gibi ağaçlardan oluşan ormanın içinden geçerek Kartalkaya’ya ulaşırken gideceğim yer belliydi. Kırmızı rengin hakim olduğu Golden Key Otel’e ulaştığımız zaman kapı önünden itibaren binanın mimarisi ve içerisinin dekoru beni büyüledi. Otelin projesi klasik yayla evi ve lodge tipolojilerinin modern bir yorumu olarak tasarlanmıştı.
KAYMAK DEĞİL KAYMAMAK İÇİN GİTSEM DE
43 farklı büyüklükte ve özelikte odalardan birine yerleştiğim zaman ise gözüme ilk çarpan unsur aksesuarlar ile mobilyalardaki ince zevk oldu. Daha sonraki süreçte de güzel dizaynına başarılı işletmecilik anlayışını ekleyen SPA merkezine hayran kaldım. Sizlere tavsiyem, günübirlik de olsa Kartalkaya’ya, özellikle de Golden Kay Otel’e gidip, en azından güzel bir yemek yemeniz. Sıcak ya da soğuk bir şeyler içmeniz bile yeterli.
Tabii kış sporlarına meraklılar için oluşturulan pistler ve telesiyejler de bir harika. Ancak benim gibi hareketlerini kaymak değil de kaymamak üzere gününü programlayan bir kişiyseniz, karlar üstünde mangal keyfi yapmak da çok keyifli.
ILGAZ’DA FİYATLAR MAKUL DÜZEYDE
Yılın altı ayı karlarla kaplı olan Ilgaz Dağları, kış sporları ve turizmi bakımından son dönemlerde önemini bir hayli arttı. Ilgaz dağı Doruk mevkisinde bulunan ve birbirlerine çok yakın olan tesisler, Ilgaz milli parkı sınırları içerisinde yer alıyor. Kastamonu ve Çankırı’nın yanı sıra başta Ankara olmak üzere çevre illerden gelen turistlere hizmet veren bu işletmelerde fiyatlar ise makul seviyede.
ERCİYES VE DAVRAS BİRAZ UZAK GELEBİLİR AMA
Kayseri ilinin 25 kilometre güneyinde bulunan Erciyes dağının yüksek kısımları yılın her mevsiminde karlarla örtülü. Erciyes kayak merkezi, Tekir yaylası üzerinde bulunuyor. Kayak merkezinde iki adet teleski ve bir adet telesiyej olmak üzere üç adet mekanik tesis mevcut...
Davras, Isparta’da kayak, snowboard, tur kayağı, dağcılık gibi kış sporlarını yapabileceğiniz bir yeryüzü cenneti. Davras kayak merkezinde, dağın yüksek yamaçlarından kayarken Isparta ovasını ve Eğirdir gölünü değişik açılardan izleme olanağı var. Sirene Davras Otel’de konaklama ise tavsiyelerim arasında. Fiyatı ucuz ama hizmet kalitesi yüksek bir otel olduğu muhakkak.
MUHTEŞEM DOĞADA KÖY KAHVALTISI
Kartepe, İstanbul, İzmit ve Adapazarı gibi şehirlere yakınlığı ile ön plana çıkan bir bölgemiz. Özellikle yakın şehirlerden günübirlik gezi düzenlenebileceği gibi, konaklamak için oteller de mevcut. Muhteşem doğasında güzel bir köy kahvaltısı, piknik, mangal veya alabalık ile karnınızı doyurabilir, yürüyüşe çıkabilir, Kartepe kayak merkezinde kayak yapabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2011
İki mekan, iki öykü ve yaşattıkları nostalji. Bu hafta sizi tarihin tozlu sayfalarına doğru bir yolculuğa çıkarmak istedim. Dahası nesiller geçse de onların bıraktığı mirasın çığ gibi büyüdüğünü anlatacağım. Tabii bunun yanı sıra Ankara’nın imajının son zamanlarda nasıl zedelendiğini de örnekleriyle vurgulamak istiyorum. Sözü daha da uzatmadan konuya gireyim. Son zamanlarda dikkat ettim de tango, Latin derken birçok kişi akın akın dans kurslarına gidiyor. Yeni bir sosyalleşme kanalı gibi görünen bu dans kurslarının, televizyon ekranlarında gerçekleşen dans yarışmalarından etkilenmesi ise yadsınamaz bir gerçek. Geçenlerde hareketleri zor ama seyri zevkli ve kolay bu dans kurslarından birini ziyaret ettim. Çalışmaların yoğun olduğu bir süreçte kapıdan içeriye girdiğim zaman ise cızırtılı taş plaktan ortama yayılan ince bir ses dikkatimi çekti. Geçmişin izlerine götüren şarkı ise “Papatya gibisin” den başkası değildi. Buram buram nostalji kokan nağmelerin eşliğinde dans eden çiftleri izledikten sonra da soru yağmurum başladı.
KANTODAN TANGO’YA GEÇEN ÖNCÜLER
Dansları güzel icra ediyorlardı da o taş plaktan yayılan seslerin kime ait olduğunu, ya da neler yaşadığını biliyorlar mıydı? Cevaplardan anladım ki ne tangonun ülkemizdeki geçmişini biliyorlardı, ne de öğrenmek için gayret sarf ediyorlardı. Bense, çok önceleri kantodan tangoya geçen o süreci ve kahramanlarını merak edip, yaşam öykülerini okumuştum.
Dünyada hızla yayılan Tango’nun ülkemizdeki temel taşlarından birisi Seyyan Oskay’dı. Bu yenilikçi kadın, Türk tangosu olarak bestelenen Mazi’yi seslendirmişti. Necip Celal Andel, Fehmi Ege, Necdet Koyutürk o döneme imza atanların başında geliyordu.
Seyyan Oskay’ın taş plaklardaki sesini duyanlar ona aşık oluyor ama o kendi aşkını arıyor. Bir gün gönlünü bir subaya kaptırıyor. Evlenip Sarıkamış’a gidiyor. Şöhreti, sahnenin ihtişamını bir kenara bırakıyor. Sadece taş plakları doldurmak için İstanbul’a gelip gidiyor. Subay kocası ise evlendiği kadının, bütün dinleyenleri mest eden sese sahip Seyyan Oskay olduğunu ömrünün sonuna kadar öğrenemiyor.
Besteci Fehmi Ege, Necdet Koyutürk bu devre imzasını atıyor. Bu imza sonraki kuşaklara da taşınıyor. Fehmi Ege’nin oğlu Engin Ege, “Papatya Gibisin” adlı tangonun bestekarı Necdet Koyutürk’ün oğulları, Erdener Koyutürk tango besteleriyle ve Özdener Koyutürk orkestra şefi olarak babalarının mesleğini bugün de sürdürüyorlar.
ÖZEL GECEDE FARKLI MÜZİĞE TAVİZ YOK
İyi bir Türk Müziği dinleyicisiyseniz popüler kültürün etkisinde kalmış piyasa sanatçıları sayesinde ruhunuzu mest etmeniz biraz zor. Eğitimli ve şarkıların özüne sözüne sadık kalan sanatçılar için çalışma mekanı yok denecek kadar az. Hal böyle olunca da beğendiğiniz şarkı ve şarkıcıları ya CD’den dinleyeceksiniz, ya da bir özel davetin halkası olup keyif gecesinde yerinizi alacaksınız. Bir dostumuzun evinde radyo sanatçılarıyla birlikte buluşunca bu özlemimizi giderdik. Her ne kadar aramızdaki gençler arabeskten de örnekler istese de saz üstatları özüne sadık kaldı, ses sanatçıları repertuarlarından taviz vermedi. Genci yaşlısı herkesin ortak zevkine hitap eden “Bir Bahar Akşamı Rastladım Size...” gibi şarkılar ise gerekli konsensüsü sağladı.
Hazır söz “Bir Bahar Akşamı Rastladım Size...” den açılmışken o gece bu şarkının hikayesi ile ilgili anlattıklarım herkesin ilgisini çekti. Daha önce de yazmıştım ama anladım ki herkes tarafından ya okunmamış, ya da unutulmuş. Bu ilginç hikayeyi bir kez daha paylaşmak istedim.
O EMEL Kİ SORBONNE MEZUNU GÜZEL BİR KADINDI
Basın dünyasının çok iyi bildiği ve büyük saygı duyduğu gazeteci büyüğümüz Emel Aktuğ, 2007 yılının yaz aylarında vefat etmişti. 1938 yılında İzmir’de doğan ve ilk, orta eğitimini bu şehirde tamamlayan Emel ablamız, yüksek öğrenim için gittiği Fransa’da, Sorbonne Üniversitesi’ndeki eğitimini bırakarak Türkiye’ye dönmüş ve 1956 yılında mesleğe başlamıştı.
Ben tanıdığım zaman olgunlaşmış yaşına rağmen oldukça güzel bir kadındı. Etkin mesleki yaşamına yönelik anlatılan hikayeler ise hep ilgimi çekmişti. Bu anılardan en ilgincini ise bugün yaşı 70’i geçen gazeteci büyüğüm Sökmen Baykara anlatmıştı. Anlatılanı teyit için Emel Ablaya sorduğum zaman ise belki de hepinizin ilgisini çekecek bir tarihi gerçek ortaya çıkmıştı.
“Bir Bahar Akşamı Rastladım Size...” dizeleriyle başlayan şarkıyı hemen hatırlayacaksınızdır. Birçoğumuzun dilinden düşmeyen bu şarkı, yıllardır ilk tanışmaların, ilk aşkların, ilk heyecanların milli şarkısı gibidir. Sökmen Baykara ise bu şarkının ne anlam ifade ettiğini en iyi bilenlerden birisi. Bir sohbetimiz sırasında şarkının gerçek öyküsünü anlatmıştı:
Emel Aktuğ, yıllar önce bir sohbet sırasında, “Sökmen, sen İzmir’de hangi lisede okudun” diye sormuş. Baykara, Namık Kemal Lisesi’nde deyip, öğretmenlerinin isimlerini sayarken, edebiyat derslerine giren Fuat Edip Baskı’nın da adını söyleyince, rahmetli Emel Abla gülerek karşılık vermiş.
“Yahu biliyor musun, Fuat Edip benim için bir şiir yazdı” demiş. Tabii ardından da başından geçen o güzel hatırayı anlatmaya başlamış.
GÜZELYALI’DAKİ MAHCUP KIZ ONU DİLE DÜŞÜRDÜ
Bir bahar günü, Emel Aktuğ, okul arkadaşlarının da bulunduğu kalabalık bir grupla Güzelyalı sırtlarında pikniğe gitmiş. O sıralar Emel genç, güzel ve biraz da mahcup yapılı liseli bir öğrenci. Bir ara öğretmeni Fuat Edip Baskı‘yla göz göze gelmişler. O esnada Emel mahcubiyetten başını biraz öne eğmiş.
Bu güzellik ve mahcubiyetten çok etkilen Fuat Edip, daha sonra şöyle bir şiir yazmış: “Bir bahar akşamı rastladım size/ Sevinçli bir telaş içindeydiniz/ Uzaktan bakınca gözlerinize/ Neden başınızı öne eğdiniz...”
Şiiri okuyanlar çok beğenmişler. Bu arada öğretmenler arasında Selahattin Pınar’ı tanıyanlar varmış ki şiiri ona vermişler. Selahattin Pınar da bu şiire kayıtsız kalmayıp, bestelemiş. Tabii hocanın yazdığı bu şiir, ünlü bestekar tarafından bestelenince de dilden dile dolaşmaya başlamış. O yıllar herkes de Fuat Edip Baksı’nın bu şiiri bir öğrencisine yazdığını anlamış.
Şarkı ve dedikodusu dilden dile dolaşınca da, Edip Baskı bir şiir daha yazmış. “Dile düştüm dile senin yüzünden.” Bu şiiri de yine üstat Selahattin Pınar tarafından bestelenmiş.
Bunları niye mi anlattım. Eski söz yazarlarının üslubuna bir bakın ve ne kadar naif, ne kadar duygu yüklü şiirler yazdığını görürsünüz. Şimdikiler öyle mi? Her türlü argo, küfür ve şiddet almış başını gidiyor.
ANKARA’NIN İMAJINI BOZUYORLAR
Birçok kişi gibi, uzun süredir sanat dünyasındaki Ankara imajından rahatsızım. Daha doğrusu birçok Başkentli gibi çok öfkeliyim. Nedeni ise Ankara Havaları üzerine yazılan müstehcen türküler ve adının önüne Ankaralı lakabı koyarak parçalar yapan bazı kişiler. Bir yerde pavyon kültürüyle hareket eden bu insanlar, Ankara kültürünü yozlaştırırken, imajını da fena halde zedeliyorlar.
Çok değil, bundan kısa bir süre öncesine kadar Ankaralı sanatçı dendiği zaman ayrı bir köşeye konurdu. Yaptıkları müziğe ve yarattıkları bestelere büyük saygı gösterilir, isimleri neonların en üstüne yazılırdı. Gerek müzik, gerekse sinema dalında kalitenin birer temsilcileri olarak görülürlerdi.
Şöyle bir hatırlamak gerekirse; Kayahan, Füsun Önal, Atilla Özdemiroğlu, Muazzez Abacı, Emel Sayın, Seçil Heper, Erol Pekcan, İlhan Feyman, Zerrin Özer, Sibel Egemen, Nükhet Duru, Alpay, Belkıs Akkale, Arif Sağ, Kamil Sönmez, Seçil Heper, Ela Altın, Zekai Tunca, Nurhan Damcıoğlu bu ülkenin her türdeki müziğine damgasını vurmuş aklıma ilk gelen Ankara çıkışlı isimlerdi. Opera sanatçısı Ayhan Baran, piyanist İdil Biret, bestekarlar Şekip Ayhan Özışık ile Muammer Sun ise klasiğin vazgeçilmezleri arasındaydı.
YAKACAKSIN SOBAYI GÖRECEKSİN POMPAYI
Ve geliyoruz bu günlere... Ankaralı dendiği zaman akla Ankaralı Turgut, Namık, Aysel gibi isimler geliyor. Tüm ülkenin beynine kazınan “Ankara Rüzgarı” şarkısının yerine de hilkat garibesi sözlerden oluşan şu şarkılar geçiyor. “Yakacaksın sobayı, saat beşe gelince de göreceksin pompayı”, “Arabada 5, evde 15, hoşuma da giderse, bedave!”, “Tren gelir düttürür, düdüğünü öttürür, zamanın kızları bir sakıza öptürür”, “Ata vurdum belleme, gir koynuma terleme, her yanım senin olsun, uçkurumu elleme”
İşte bu yozlaşmaya ve dolayısıyla da Başkent imajının zedelenmesine şiddetle karşı çıkıyorum. O eskinin kalitesini özlemle anarken de, pavyon kültürünün ve popüler arabeskin Cumhuriyetin başkentine hiç yakışmadığını söylüyorum. Haksız mıyım?
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2011
Yılbaşı olmasa, kısa bir özür yazısıyla bu haftalık izninizi isteyecektim. Zira yoğun iş seyahatleri, toplantılar ve tabi ki kurumsal faaliyetler bilgisayar başına oturmak için fazla zaman tanımadı. Kuru bir özür yazısı yerine yeni yılınızı da kutlama şansı bulacağım bu satırları yazmak istedim.
2010 yılında üzüntü ve kederin ağır bastığı ne çok şey yaşadık ve gördük. Aslında gülmek istedik, çünkü bizler Ankara’da insan suratıyla yaşarız. Biliyorsunuz Başkentin tarihi, üzerine sonradan dikilmiş elbisesidir, yaşanmışlığı değil. İçeriği akıldır, mantıktır. Ruh ona sonradan biçilmiştir, gerekliliği bilindiği için. Ardında hayat değil, bilgi vardır. Bu yüzden toplamadır ruhu.
Otobüslerde, dolmuşlarda, pastanelerde, parklarda, insanların yüzlerine bakılarak kurulur hayaller. Çünkü bir deniz yoktur, insanlara sırtınızı dönüp seyredebileceğiniz. Yalnız kalamazsınız, denize kaçamazsınız. İnsanların dönüp gelecekleri yer yine birbirlerinin yüzüdür. Bu nedenden insan, ilişkileriyle var olur Ankara’da.
Mekanlarından öte insanlarının yüzleridir bu kente bağımlılığımızın temeli. Ankara ismi, Ancyra’dan, yani Çapa’dan geldiği söylenir. Denizi kaçalı çok zamanlar olmuştur ama kendini hala Melih Gökçek gibilerin yönetmesinden olsa gerek çapadır.
2010 ve öncesi için yazılacak daha çok şey var ama bizim adetlerimizde gidenin arkasından konuşmak ayıp olduğu için, hızla yeni yıla yönelelim. Şaka bir yana 2011, ülkemize, tüm insanlığa ve tabii ki Ankara’mıza bereket ve mutluluk getirsin. Hayatımızda yüzüne keyifle bakacağımız insan çok olsun. Gelecek hafta görüşmek üzere.
Yazının Devamını Oku