Erdal İpekeşen

Ekonomi yönetiminin adı asırlık yokuşla anılır oldu

1 Mayıs 2011
Bir yanda Ankara Kalesi, diğer yanda At Pazarı, Koyun Pazarı, Saman Pazarı, Bakırcılar Çarşısı, Çıkrıkçılar Yokuşu ve Pirinç Han; Ankara’nın bu tarihi yerlerinde değişen sadece takvim yaprakları.

Geçmiş yüzyılın penceresinden de baksanız, yaşadığımız bu yüzyılın perspektifinden de gözlemleseniz yansıyan görüntü hep aynı. Biraz eskimişlik, sıvalardaki dökülmüşlük... Yıpranmışlık ön plana çıksa da, yel değirmenleriyle savaşan Donkişot ruhlu ustaların elinde yaratılan nostalji kokulu eserler yine ziyaretçilerini bekliyor.
Geçmişte bu yokuşları tırmananlar, çıkrıklarının yenilenmesi için uğraşır, saman pazarında hayvanları için balya balya saman yükler ve atına nal çaktırırdı. Koyun Pazarı’ndan etini alıp, bakırcılarda lengerini, tasını, kara dipli tenceresini kalaylatanlar ise hiç azımsanmayacak çoğunluktaydı. Bugün ise gidenlerin amaçları çok farklı... Geçmişin güzelliklerine meraklı koleksiyoncular, aile büyüklerinden kalan hasarlı eşyasına çare arayanlar ve ucuz yollu eşya edinmek isteyenler, hepsi o kadar.

BABA YADİGARINA ÇARE OLACAKLAR MI?

Bu hafta ülkemizin ekonomi yönetimindeki atamalarıyla gündeme gelen “Çıkrıkçılar Yokuşu”nu ele almak, biraz sosyo-ekonomik de olsa bu yokuşun dününü ve bugününü sizlere yansıtmak istiyorum. Bilmeyenler için söyleyeyim yokuşun tarihi, çok eskilere beş asır öncesine kadar dayanıyor. Her dönem için Ankara’nın en merkezi ticaret alanı olan Çıkrıkçılar Yokuşu 1917 yılında çıkan büyük Ankara yangınından da nasibini alıyor. Korkunç zararla yangını atlatsa da büyük bir dirençle yaşamını sürdürüyor ve kısa zaman içinde toparlanıyor. Üstelik çarşı, cumhuriyetin genç başkentinin de en işlek alışveriş ve ticaret merkezi olma niteliğini kısa sürede kazanıyor. İstanbul’un “Mahmutpaşa”sıyla eş değer tutulan çarşı, 1990’lar sonrasındaki alışveriş merkezleri çılgınlığına teslim olan yerler arasına adını yazdırıyor. Bu tarihten sonraki ticari yaşamı ise ne öldürüyor, ne güldürüyor ama 2002 yılından itibaren tekrar Ankara’nın ve ülkemizin gündemine giriyor.
2002 yılında kurulan 58. hükümetin ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ın adı açıklandığında Çıkrıkçılar Yokuşu’nun yıldızı tekrar parlıyor. Zira Babacan Ailesi bu çarşının bilinen esnaflarından biri. Bakan Ali Babacan’ın babası Hilmi Bey, üç nesildir ticaretle uğraşan bir ailenin oğlu. Evladı Ali Babacan da kendinden önceki aile fertleri gibi Çıkrıkçılar Yokuşu’ndaki aileye ait dükkanda çalışıyor. Üstelik Ali Babacan bir röportajında kendi oğlu Kerem’in de yaz aylarında dedesinin dükkanında çalıştığını ve aynı yolu takip ettiğini anlatmıştı.
Ve geliyoruz 2011 yılına... Geçtiğimiz günlerde Durmuş Yılmaz’dan boşalan Merkez Bankası Başkanlığı’na getirilen Başkan Yardımcısı Erdem Başçı da Çıkrıkçılar esnafının arasından çıkmış bir isim. Çocukluk arkadaşı olan Ali Babacan gibi onun da babası bu yokuşun esnaflarından. Ayrıca uzun yıllardır yokuşta dükkan işleten Başçı’nın babası o dükkanı da Ali Babacan’ın babasından kiralayarak iş hayatına atılmış bir isim.
Kimya yüksek mühendisi olan ve Makine Kimya Endüstrisi Gazi Fişek Fabrikası müdür yardımcılığı görevinden 1983’te emekli olan baba Ahmet Uğur Başçı, yaklaşık 25 yıl Çıkrıkçılar Yokuşu’nda esnaflık yapmış. Kendisine ait dükkanda kırtasiye, temizlik ve ambalaj malzemeleri satan baba Başçı’ya oğlu da boş zamanlarında yardım etmiş.

ANKARA TİCARETİNİN KÖKLERİ ONLARA DAYANIYOR

Yazının Devamını Oku

Afişlere yansıyan organizasyonun şifrelerini sizler çözebildiniz mi

24 Nisan 2011
Ankara Büyükşehir Belediyesi kentin ana caddelerini, bulvarlarını ve önemli köşe başlarını bez afişlerle donatmış durumda. Başınızı nereye çevirirseniz çevirin o dev afişlerle, flamalarla ve kedi heykelleriyle burun buruna geliyorsunuz. Üzerinde ise 24 Nisan-1 Mayıs tarihleri arasında düzenlenecek olan “Dünya Çocuk Oyunları”nın duyurusu var. Dünyanın 90 ülkesinden gelecek 13-14 yaş grubundaki çocuklar 13 ayrı branşta yarışacaklarmış. Çocuk Oyunları’nın maskotu Seymen kıyafeti giymiş kedi ise baş köşede...
Peki, bu afişlerin üzerinde 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na ait bir ibareye rastladınız mı? Sizi fazla zorlamayayım, maalesef göremediniz. Zira afişler üzerinde bayrama ait tek bir satır yok. Sanki Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlanmıyor. Eğer bu Çocuk Oyunları organizasyonu ulusal bayramımızın bir uzantısı olarak yapılıyorsa afişlerin üzerinde belirtilmesi gerekli değil mi? Yok, bayramdan ayrı bir etkinlik olarak düşünülüyorsa da 24 Nisan’dan başka bir gün mü bulunamadı? Pek ala Mayıs ayında olurdu, Haziran’da olurdu ama 24 Nisan’da olmazdı. Oluyorsa da bu organizasyonu bizim 23 Nisan Çocuk Bayramı kapsamında düşünmemiz ve sorgulamamız çok doğal.
ATA’NIN YADİGARI GÖLGEDE Mİ KALIYOR? 
Olaya neresinden bakarsanız bakın bu uygulama sizlere de yanlış gelmiyor mu? Acaba bazıları Ulu önder Atatürk’ün çocuklarımıza armağan ettiği 23 Nisan’ı gölgede bırakma çabası içinde mi? Bu arada dünyada çocuk bayramı olan tek ülkenin Türkiye olduğu vurgusunu 23 Nisan’ı gözardı ederek, yabancı konuklara nasıl anlatacağız? 23 Nisan 1920 günü açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletimizin sadece Kurtuluş Mücadelesi’nde değil, o mücadelenin hemen ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ve çağdaş uygarlık yolculuğunun da en önemli kilometre taşlarından birisidir. Sonuçta yabancı konuklar bu gerçekleri öğrenemeyip, sadece olimpiyat yarışları için geldiğini zannetmezler mi?
Birileri bunu anlatma ihtiyacı duymuyorsa, onu bilmem. Benim yazımı okuduğunuz bu gün, yani 24 Nisan günü Ankara Arena Spor Salonu’nda olimpiyatın açılış töreni var. Belediyenin duyurusuna göre birbirinden güzel ve özel şovlar olacakmış. Organizasyonda, ekibiyle beraber vurmalı çalgılar ustası Burhan Öcal ve Alman Uçan Davulcuları gösteri yapacakmış. Ayrıca Hacettepe Akademik Senfoni Orkestrası, Ankara Devlet Balesi, Kültür Bakanlığı Çocuk Korosu ile Hakan Aysev sahne alacakmış. Cadde, bulvar ve meydanlardaki afişlerde göremedik ama inşallah organizasyon esnasında birileri 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı hatırlar da, hakkında bir iki kelam eder.
Ufak bir bilgi notum daha olacak. Ankara kedisini amblem olarak kullanan ilk kişi Melih Gökçek değil. 2003 yılında İzmir ve Ankara’da gerçekleşen Avrupa Bayanlar Voleybol Şampiyonası’nın maskotu Ankara kedisiydi. Üstelik Gökçek’in tüm Başkente donattığı kediden daha sevimli ve sıcak. Sekiz yıl arayla yaratılan iki amblemi de inceleyin, kararı siz verin.  
BU İDDİA DOĞRUYSA VAH KIZILAY’IN HALİNE
Kulağıma, Kızılay’daki meşhur gökdelen ile ilgili ilginç fısıltılar geliyor. Hatırlanacağı üzere Türkiye’nin ismini, “Ankara’nın vergi rekortmeni” olarak duyduğu, başkentin gizemli zengin işadamı Talip Kahraman, Gökdelen’i 55 milyon 500 bin dolara devletten satın almıştı. Emek İşhanı olarak da bilinen gökdelendeki bütün kiracıları çıkaran Kahraman, binayı otele dönüştürmek için de inşaata başlamıştı. Vergi rekortmeni Talip Bey binanın tefrişini tamamlarken de önce Çankaya Belediyesi, daha sonra da Büyükşehir Belediyesi sık sık devreye girip, tadilatı durdurmuştu. Geçen yılın sonlarına doğru ise ünlü iş adamı kaza geçirip ve yatağa düşünce tüm çalışmalar durmuştu.
Herkes inşaatın durmasını bu kazaya bağlarken çok önemli bir bürokrat kulağıma bambaşka bir gerekçeyi uçurdu: “Özelleştirme İdaresi bu satış işlemini iptal edecek ve Talip Kahraman’a yatırdığı parayı faiziyle beraber iade edip, gökdeleni geri alacak. Bu şekilde de Emek İşhanı’nın otel yapılması projesi ortadan kalkacak”
OTELE NİYET KIZ YURDUNA KISMET(Mİ)?
Doğal olarak, yerine ne yapılacağını sorduğum da ise şaşırtıcı bir yanıt verdi. Sıkı durun, söylüyorum, “Gökdelen kız öğrenci yurdu yapılacak”...  Zira Başbakan buranın kız öğrenci yurdu yapılmasını çok istiyormuş. Hazır Talip Kahraman içerisindeki tadilatın büyük kısmını tamamlayıp, odaları tefriş etmişken de kısa sürede faaliyete geçebilecek bir yurt oluşabilecekmiş.
Sağa sola sordum, soruşturdum ama bu gelişmeyle ilgili resmi açıklamaya veya belgeye ulaşamadım. Ancak konuyu bana aktaran bürokrata ilaveten ünlü bir sanayici de aynı şeyleri söyleyince, yazmaya karar verdim. Üstelik bu sanayici de hükümete yakın isimlerden biri ve önemli odalardan birinin başkanı. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz diyerek de Talip Kahraman ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığı cephesinden bir açıklama bekliyorum. İnşallah da bu yurt işi söylentiden öteye gitmez. Zira gökdelen yurt binasına dönüşürse Ankara’nın en önemli simgelerinden biri olan Kızılay ve meşhur meydanı iyice yok olup gidecek.
Şimdi Kızılay Meydanı’nı gözünüzün önüne getirin ve yıllar içinde nasıl parça parça yok edildiğini hatırlayın. Bir köşesinde meşhur Kızılay binası vardı, yıkıldı yerine iş merkezi yapıldı. Diğer bir köşesinde Soysal Han vardı, gözden düştü can çekişiyor. Bir köşesinde Güvenpark var ki, Melih Gökçek onun altını oyup otopark yapacağım diye tutturuyor. Geriye bir tek gökdelenin bulunduğu köşe kalmıştı ki o da kız yurdu yapılacak deniyor. Anlaşılan o ki Kızılay Meydanı anılarda ve fotoğraflarda yaşayacak.
ÜCRETSİZ VE FORMALİTESİZ TAHLİL SORGULAMA
Son olarak hepinizin bilmesinde yarar gördüğüm bir internet sitesinden bahsetmek istiyorum. Bu sitenin sahibini iyi tanırım ve alanındaki uzmanlığına çok güvenirim. Bizim kurum bünyesinde çalıştığı için de sık sık görüşürüm. Bahsettiğim kişinin adı Cem Argun. Başarılı bir doktor... “www.tahlil.com” isimli bir sağlık sitesi kurdu. Site ziyaretçilerine ücretsiz olarak ve üyelik gibi formalitelere gerek kalmadan tahlil yorumlama hizmeti veriyor.
Hastalar ve hasta yakınları çoğu zaman doktora sormaya çekindikleri ve merak ettikleri tahlil sonuçlarını online olarak bu siteye yazıyorlar. Yazdıkları sorunun altına da doktorlar tarafından tahlillerinin yorumu yapılıyor. Ayrıca A dan Z ye tüm tahlillerin normal değerleri, kullanım alanları ve hangi durumlarda yüksek veya düşük çıktığına dair bilgiler veriliyor. Ayrıca çeşitli sağlık konuları, tahlil ve cinsel sağlık bilgileri aktarılıyor.
Duyduğuma göre sitenin aylık 120 ile 150 bin arasında ziyaretçisi varmış. Bu arada sitede uzman doktorlar, diyetisyenler ve spor hocaları da sağlıkla ilgili köşe yazıları yazıyor. Bu portala girmenizde fayda var diyorum. Zira beş kuruş para harcamadan sağlıkla ilgili soru ve sorunlarınıza yanıt bulabilirsiniz.
SPOR ARABA SÜRÜCÜSÜNÜN GİZEMİ ÇÖZÜLEMEDİ
Neredeyse tüm tıp camiasının Tam Gün Yasası’na tepki koyduğu bu günlerde hoş bir hikayeyle yazımı tamamlayalım. Göz doktoru gece yarısı işinden evine dönüyor. Hava soğuk, yerler buz tutmuş bir haldeyken, kendisini delice sollayan bir spor araba kayıyor ve bir ağaca çarpıp, parçalanıyor. Sürücü olay yerinde ölüyor.
Hekimin görevi insanlara hizmet ya! Hemen ölünün gözlerini alıp, yerine protez göz koyuyor. Ardından da hastaneye giderek, aldığı gözü bir hastasına takıyor. Bir hafta sonra hastanın gözlerindeki bantlar açılıyor. Mutlu sonuca ulaşılmış ve hasta kendisine verilen günlük gazeteyi okuyor. Manşette ise şunlar yazıyor:
“Polis çaresiz kaldı. İki gözü de protez olan bir spor araba sürücüsünün gizemi halen çözülemedi…”
Ben bu fıkrayı Başkente uyarlıyorum ve medyanın önümüzdeki günlerde şöyle bir başlık atacağını düşünüyorum. “Ankaralı çaresiz kaldı. 24 Nisan organizasyonunun gizemi halen çözülemedi...”
Yazının Devamını Oku

Keşke 118 06’dan Gökçeklere bilinmeyen numaraları(nı) sorsak

17 Nisan 2011
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde Fransız delegeye, “Arkadaşımız Fransız galiba, Türkiye’ye de Fransız kalmış” demesini hatırlıyorsunuzdur. Erdoğan’ın haber kanallarında bu çıkışını izlerken aklıma bir anda operetlerin babası olarak anılan Muhlis Sabahattin Bey geldi. Okuduğum kadarıyla kendisinin kökleri, Osmanlı’ya, Hurşit Paşa’ya dayanıyordu. 1923 yılında Süreyya Opereti’ni kurmuştu. Gözüne gözlük yerine monoklü takan, Türkçeyi Fransız aksanı ile konuşan bir kişiydi. Muhlis Sabahattin Bey’in kız kardeşi Neveser Kökdeş bestekar olarak parlarken, kızı Melek Tayfur da operetlerdeki başarıları ile alkışlanıyordu. Melek Tayfur’un kocası ise ilk seslendirme sanatçısı Ferdi Tayfur idi. Küçük bir bilgi daha Muhlis Sabahattin Bey’in kuzeni Keriman Halis ise ilk dünya güzelimizdi.

Aklıma bir de denizlerde şarkı söyleyen Deniz Kızı Eftalya geldi. Zamanının en meşhur kadın seslerinden biriydi... Sandalda babası ile gezerken şarkılar söyleyen bu kadının sesini sadece kıyıdakilere ulaşmamış, namı yürüdükçe de bir anda ünlenmişti. Maske takarak sahneye çıkıyordu. Atatürk’ün huzurunda Safiye Ayla ile girdiği ses yarışmasını Türk kızı olmadığı için kaybediyordu. Bu arada Sadi Işılay ile evlenmiş ve Avrupa’yı gezmeye başlamıştı. Sonrasında Fransa’da dahil birçok ülkede astronomik ücretlerle sahneye çıkmaya başlamıştı. Dahası, güzelliği ile herkesi büyülemesini bilen bu kadının aksanı da Fransızcaya kaymaya başlamıştı. l936 da Şirketi Hayriye tarafından düzenlenen jübileden sonra herkes Fransız kaldığı için onu gören olmamıştı. Bugün bile bir rivayete göre 42 yaşında veremden öldüğü söyleniyor.

PIRILTILI DÜNYALARININ ARDINDA KALAN HÜZÜN

Niye mi bu bilgileri aktardım? Fransız olmanın o kadarda kolay bir şey olmadığını anlatmak için. Sahne ışıklarının büyüsü onları sararken replikler kaçışmış, perde inmiş ve pırıltılı dünyalarının arkalarında kalan hüzün ise çok az kişi tarafından bilinmişti. Belki o döneme damgalarını vururken ülkeye Fransız kalmış olabilirler ama bugün namları halen yürüyor. Bizler de günümüzde yaşanan birçok gelişmeye Fransız kalsak da eminim bu dönemin kahramanlarının namı da yıllarca yürüyecek. Sonuçta sanata ve Devlet tiyatrolarına ithaf edilen haksız söylemlere Fransız kalmamak için geçmişe şöyle bir uzanayım dedim.

MÜZENİN KADERİ MİLLİ KOMİTENİN ELİNDE

Hazır söz sanattan açılmışken Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile yaptığımız görüşmeden çok ilginç bir bölümü aktarayım. Bakanla müzeleri ve Ankara’daki kültür ve sanattaki gerilemeyi konuşmuştuk. Malumunuz belediyenin başındaki zihniyetin sanatla ilgisi heykellere tükürmekten fazla öteye gidemiyor. Bu sorum üzerine Ertuğrul Günay, çok ilginç bir cevap verdi:

“Anadolu’da birçok müzeyi yeniliyoruz. Aslında Ankara’ya Londra, Berlin gibi dünya çapında bir müze kazandırmayı çok istemiştim. Cumhuriyetin 100. yılına böyle bir şey kazandırmak lazım. Hipodrom Alanı’yla ilgili bizim bir avam projemiz var. Ancak oranın sahibi Milli Komite? 1980 darbesinin bize armağanı olan bir komite. 80 darbesinin bize geçirdiği gömleklerden biri ve bu komiteyi bir araya getiremediğimiz için kararı çıkartamadık. Ama tüm kurumlarla prensipte anlaştık. Türkiye Uygarlıklar Müzesi olacak. Tabii kütüphanesi ve kültür merkezi olacak. 40 bin metrekarelik alanda kurulacak. İnsanların özel olarak görmeye gelecekleri bir yer olacak. Hayalim budur. Seçimden önce nihai kararı çıkartabileceğimizi düşünüyorum.”

FRANSIZ KALMIŞ OLABİLİRİZ AMA ELİNİZİ TUTAN MI VAR?

Gerçekleşirse hakikaten Ankara için mükemmel bir eser hayata geçecek... Bu projeyi canı gönülden destekliyorum ama her şeyin 1980 darbesine bağlanmasına da hafiften kızmaya başlıyorum. Aradan 30 yıl geçmiş ve Ak Parti sekiz yıldan bu yana iktidarda. Üstelik Milli Komite’nin neredeyse tüm üyeleri de parti tabanından. Bu eserin kazandırılması için elinizi tutan mı var? Karar yetkisi sizin partinizde, startın düğmesine basacak Cumhurbaşkanını siz seçmişin ama gecikmenin bedelini 30 yıl öncesine bağlıyorsunuz. Eminim, Ertuğrul Günay olarak bu projenin gerçekleşmesini çok istiyorsunuz ama engelleyenleri yanlış adreste aratmayın.

Bu arada Milli Komite’nin kuruluş felsefesini ve üyelerini bilmeyenler için açıklayayım. Milli Komite, 23 Eylül 1980 tarihli ve 2302 Sayılı Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılının Kutlanması ve Atatürk Kültür Merkezi Kurulması Hakkındaki Kanun’un 4. Maddesi kapsamında Cumhurbaşkanının nezdinde kurulmuş bir yapı. Cumhurbaşkanı’nın liderliğindeki komitede Başbakan, Genelkurmay Başkanı, ilgili Devlet Bakanları, Milli Savunma Bakanı, Milli Eğitim Bakanı, Kültür ve Turizm Bakanı ve Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı ile Başbakanın teklif ettiği ve Cumhurbaşkanının onayladığı sekiz uzman veya danışman üye var. Milli Komite’nin sekretarya hizmetlerini ise Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanlığı yürütüyor.

Hal böyleyken uygarlıklar müzesinin yapılamamasını 12 Eylül 1980 darbesine bağlamak bana biraz garip geliyor. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve hükümet üyeleri istedikten sonra bir tek Genelkurmay Başkanı mı karşı çıkıyor? Hiç sanmıyorum, bilakis o sonuna kadar bu müzeyi destekliyordur. Peki, sizce sorun nereden kaynaklanıyor?

GÖKÇEK’İN MİSKET OYNAYAN KEDİLERİNİ DESTEKLİYORUM AMA!

Son günlerde Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in yeni girişimi ve bir haber kanalındaki dansı çok konuşuluyor. 23 Nisan- 1 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek olan “Dünya Çocuk Oyunları” organizasyonu için belediye hummalı bir çalışmaya girmiş. Bu etkinlik içinde Seymen kıyafetine bürünmüş Ankara kedisini marka olarak seçmiş. Şimdi dağıtılmak üzere binlerce Seymen kıyafetli kedi oyuncağı, kuklası ve biblosu hazırlanıyormuş. Bence iyi bir fikir ve Gökçek’i bu girişiminden dolayı destekliyorum. Ancak benim itirazım projeye değil, uygulama yöntemine. Nasıl mı? Anlatayım.

Gökçek bu projeyi tanıtmak için Seymen kıyafeti giymiş iki kocaman adamın kafasına kedi maketi yerleştirmiş. Hadi tanıtım için o da bir yöntem diyelim ama o kostüm içindeki adamların “Oy farfara, farfara” şarkısı eşliğinde misket havası oynamaları tam bir felaket. Dahası televizyon programında Melih Gökçek’in dans ederek onlara eşlik etmesi daha da büyük felaket. Seymen kıyafetindeki kedi adamların bir tek kolları yukarı aşağı oynuyor, el parmakları kıpırdıyor, biraz da dizleri hafiften bükülüyor, hepsi o.

Bakın elin Japonuna, Amerikalısına, Fransızına, metalden imal ettikleri robotlarına bile benimmisin diyen dansçılara taş çıkaracak kadar hareket kabiliyeti sağlıyorlar. Buna karşılık bizim kedi kostümlü adamlar basit bir hareketi yaparken bile zorlanırken, TV stüdyosunda kameranın görüş alanına bile görevlilerin yardımıyla girebiliyorlar. Hal böyle olunca da ortaya komik bir görüntü çıkıyor.

BUNCA YILDIR SEYMENLERİ İZLERİM BÖYLESİNİ İLK GÖRDÜM

Hadi onu da bir kenara bırakalım, kedi kostümlü bu adamlarla Gökçek’in kameralar karşısında gerçekleştirdiği misket oyununa ne demeli? Bunca yıldır Seymenlerin dansını izlerim ama Gökçek kadar hareketi kalça kıvırtarak yapan Seymen hiç görmedim. Benim bildiğim Seymen hareketleri ağır ve vakurdur ama Melih Bey’in dansında bir tek gerdan kırma eksikti. Ankara Seymenler Kulübü’nde şöyle bir yazı okumuştum; “Doh doh diyerek misket oynarken, Hüdayda diyerek türkü söylerken, Dizini erkekçe yere vurdukça, Şahlanır Seymenler misket oynarken.” Gökçek’in ve kedilerinin dansı bu sözlerde belirtilen hareketlere hiç uyuyor mu? Zaten kendisi de durumun farkına varmış olacak ki, suratındaki utangaç gülümseme hiç eksik olmadı.

Melih Bey’in misket havası görüntülerini, daha doğrusu dans numaralarını seyrederken aklıma 118’li bilinmeyen numaralar reklamı geldi. Düşünceme nereden takıldı bilemeyeceğim ama hani reklamlarında “118 10”, “118 80” ya da “118 33” filan diyorlar ya, işte oradaki reklam figürleri gözümün önünde canlandı. Bence yeni bir numarasını daha görmüş olduğum Gökçek de acilen bir bilinmeyen numaralar hattı açmalı. Hatta bu hat “118 06” olabilir. Ankara’nın plaka kodu olan “06”yı arayıp Gökçeklere bilinmeyen numaraları(nı) sorabiliriz. Onlar da bu şekilde maddi bir kazanç sağlar ve bu parayla hareket kabiliyeti daha fazla kedi kostümleri yaparlar. Ne dersiniz?
Yazının Devamını Oku

Ankara’nın batı kanadında yerin altı da sorunlu üstü de

10 Nisan 2011
Eskişehir yolu olarak da bilinen Dumlupınar Bulvarı gitgide Ankara’nın ana arterlerinden biri oluyor.

Üniversiteler, kamu binaları, iş merkezleri, alıveriş merkezleri, konutlar, oteller derken de cadde ve sokaklarında trafik yükü her geçen gün artıyor. Bildiğim kadarıyla da sırf bu yol üzerindeki Alışveriş Merkezi sayısı yılsonunda 21 rakamını bulacakmış.
Kendimce basit bir hesap yaptım. Şehir merkeziyle irtibatı sağlayan bu yol üzerinde tam beş üniversite var. Öğrenci ve öğretim görevlisi sayısı 100 bin sayısını bulan Hacettepe ve ODTÜ’nün bile bulvara getirdiği yük inanılmaz boyutta. Buna Başkent, Atılım ve Ufuk Üniversitelerinin yükünü de ilave ederseniz sayı iki katına çıkıyor. Alışveriş Merkezleri’nde çalışanların ve ziyaretçilerin trafiğe getirdiği yükü de hesaba katınca sayı daha da yükseliyor. Zira Armada, Cepa, Kentpark, Gordion gibi AVM’lerin her birine gün yedi bin araç giriş yaptığını düşünün, bulvarı kullanan toplam araç sayısı inanılmaz bir rakama ulaşıyor.
Bölgedeki kamu ve özel sektör çalışanlarının, Sögütözü, Eryaman, Sincan, Ümitköy, Bilkent, Beysukent gibi semtlerde evi olanların nüfusunu dile getirmiyorum bile. Kısacası bu yolu her gün binlerce özel oto ile belediye otobüsleri, dolmuşlar ve servis araçları kullanıyor. Banliyö hattının ulaşıma sağladığı katkı ise çok az.
Ve hal böyleyken 17 yıldır metro için bir metrelik ray döşeyemeyen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek çıkıp ne söylüyor? “Öncelik Keçiören ve Sincan hattında, Ümitköy en son yapılacak...” Acı olanı ise Belediyenin bu işi beceremeyeceğini anladığı için metro yatırımını üstlenen Ulaştırma Bakanlığı da aynı söylemi kullanıyor.

YERİN ALTI GİBİ ÜSTÜNDE DE DURUM KÖTÜ

Keçiören, Sincan metrosu da elbette yapılmalı ve vatandaşın hizmetine sunulmalı ama beyler, elinizi şakağınıza koyun ve düşünün; Sınırları içinde üniversitesi olmayan, doğru dürüst kamu binası bulunmayan, AVM’den yana fakir Keçiören’in mi metroya daha çok ihtiyacı var, yoksa haddinden fazla trafiğe maruz kalan Eskişehir Yolu’nun mu? İnanın metro yapılsa binlerce araç şehir merkezine giriş-çıkış yapmayacak, insanlar medeni bir şekilde yer altını kullanarak gideceği yere gidecek.
Bu haftaki köşe yazıma yeraltıyla girdim ama esas bahsetmek istediğim konu yerin üstüyle ilgili. Zira Eskişehir Yolu’nda yerin üstü de en az altı kadar sorunlu. Nasıl mı? Anlatayım.  2000 yılı başlarında, Milli Savunma Bakanlığı tarafından belediyelere gönderilen bir yazı bölgedeki yerleşimi işin içinden çıkılamaz bir hale soktu. Bu yazıda Güvercinlik ve Etimesgut Havaalanları mania planları gündeme getirildi ve Çankaya, Yenimahalle ve Etimesgut Belediyelerinden mevzuata aykırı yapılaşmaların durdurulması istendi. Zira Mania Planında, Güvercinlik Havaalanı’nın yüksekliği 925 metre olduğu göz önüne alınarak civar binaların yüksekliğinin deniz seviyesinden 925 metreden yüksek olmayacağı belirtildi. Gerçi bu rakam önce 950, sonra da 1040’a çıktı ama bu ikaz beraberin de neyi mi getirdi?

KOMŞUSU 35 KATLI AMA 16 KATA BİLE ZOR ÇIKTI

Yazının Devamını Oku

Ruslar Emine Erdoğan’ın peşinde niye kuyruğa girdi

4 Nisan 2011
Dün yazmıştım, MITT 2011 Moskova Turizm ve Seyahat Fuarı için Tempo Travel Rusça Özel sayısı hazırlamıştık. Sayfalarında Antalya, Muğla, İzmir, Erzurum gibi ülkemizin turistik bölgelerini anlatan haberlere yer vermiştik. Moskova fuarı Türk turizmi açısından çok önemli... Turizm gelirinden pay almak isteyen dünyadaki tüm ülkeler orada yerini alıyor ama bizim başarı grafiğimizi asla yakalayamıyor. Yinede Rusya’dan bu sezon gelecek turistlerin sayısını artırmak için ülke olarak mutlaka orada olmak zorundaydık ki biz de öyle yaptık. Tıpkı Berlin, Londra turizm fuarları gibi.
İşte bu önemden dolayı Kültür ve Turizm Bakanlığımız bu fuara çok iyi hazırlanıyor ve Ruslara en üst düzeyde sunumlar yapıyor. Bu sunumlardan biri de Tempo Travel Rusça Özel Sayısı oldu. İnanın stantlardan bedava dağıtılan binlerce dergi kısa sürede bitti. Hatta üç günlük fuarın ikinci ve üçüncü günü dergiyi duyup da bulamayan Ruslar tarafından tekrar talep edildi. Bu projeyi ekip arkadaşlarımla birlikte yaratan kişi olarak da gösterilen ilgiden büyük onur duydum.
Ayrıca Tempo Travel ülkemizdeki dergi pazarının büyük çoğunluğunu elinde tutan 34 yayınlı Doğan Burda Dergi Grubu’nun yabancı dile çevrilen ilk ürünü oldu. Derginin yılda dört kez çıkan Türkçe sayıları zaten çok satılıyordu ama Rusçası da aynı ilgiyi görünce gururumuz bir kat daha okşandı. Nasıl okşanmasın ki, hem ülke tanıtımına katkı da bulunduk, hem de yayınımızı dünyaya açtık. Şimdiden söyleyeyim sırada İngilizce ve Almanca baskıları var.

HAZIRLAYIP DA İÇERİĞİNİ ANLAMADIĞIM TEK YAYIN

Peki, bu ve benzeri dergiler sadece fuarlarda mı dağıtılacak? Elbette “Hayır”. Rusça sayısı Mayıs 2011 tarihinden itibaren Rus turistlerin yoğun olduğu Antalya, Muğla, Aydın gibi turizm merkezlerimizdeki tüm bayilerdeki raflarda yerini alacak. Bu şekilde Ruslar, hem kendi dillerinde okuyabileceği bir yayın bulacak, hem de Türkiye’yi daha iyi tanıyacak. Aynı şekilde 2012 yılında İngilizler, Almanlar da kendi dillerindeki Tempo Travel’ı bayilerde bulacak.
Bu Rusça travel, haberinden fotoğrafına, reklamından basımına tüm hazırlığına katkı sağladığım ama basılınca tek bir satırını anlamadığım tek yayın. Zira Kiril alfabesini hiç bilmediğim gibi bu saatten sonra öğrenmemde zor. Bizim Türkçe hazırlığımızı iki Rus editör kendi dillerine çevirdi. Bu fikir ise tatil yörelerine akın akın gelen Ruslara ülkemizi daha iyi tanıtma gayretimizden doğdu. Tabii bir de sırf Antalya’da 26 bin sayısını bulan Rus gelinlerimize ulaşabilme çabamızdan. Ancak deminde belirttim ya, dil büyük sorun. “Şurada hata yaptınız” deseler, eleştiride bulunanlara Rus editörler olmadan cevap bile veremiyoruz. Yapabildiğimiz tek şey, Rus editörlerin son şeklini verdiği metinleri bir de yeminli tercümana okutmak.

ZİKZAKLAR ÇİZSE DE EN İYİSİ O OLDU

Gelelim üç günlük Moskova Turizm Fuarı’nda yaşadıklarıma. Tüm ülkeler arasında en büyük stant alanı Türkiye’nindi. Ülkemizde bilinen neredeyse bütün dev turizm markalarımız stant kurmuştu. Tabii Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın himayesinde... Fuarın açılış törenine katılan Bakan Ertuğrul Günay ise ülkemizi en üst düzeyde temsil eden yetkiliydi. Tek tek stantları dolaştı, ebru sanatçısıyla şov yaptı, Ruslarla sıcak sohbete girdi.
Daha öncede yazmıştım; Günay, siyasi hayatında zikzaklar çizse de bu makam için en ideal kişilerden biri. Düzgün Türkçesiyle yaptığı konuşmalar, sempatik tavırları, kültür ve turizme alanındaki çağdaş fikirleri beğeni topluyor. Onun döneminde dış dünyaya sesimizi daha iyi duyurduğumuz yadsınamaz bir gerçek. Bakanlığın dar bütçesini popülist değil, akılcı bir yönetim anlayışıyla kullanması, yeni dünya düzenine göre stratejiler geliştirmesi dikkatlerden kaçmıyor. Bir yandan kültürel mirasımıza sahip çıkmasını biliyor, diğer yandan da özlenen turizm politikalarını hayata geçiriyor.
Şöyle bir düşünün turizm deyince aklına karpuz, kavun festivali gelip yerel ölçekteki organizasyonlara yönelen bakanımız olsa daha mı iyi? Çok değil, Günay’dan önceki dönemlerde bunlara çok şahit olduk. İnşallah Ak Parti onu seçilebileceği bir yerden listeye alır. Tabii birinci parti çıkarsa da aynı makamda tutar. Bu şekilde de Türk turizmi çıkışını sürdürür, kültür politikamız daha da darbe yemez. Günay bir yerde hem ülkemiz, hem de Ak Parti için emniyet sipobı.

ONUN BU CESARETİNİ HER BABAYİGİT GÖSTEREMEZ

Bu arada birçok sektör temsilcisi gibi Türk turizmine hizmet açısından Mecliste görmek istediğim isimlerden biri de Akdeniz Turistik Otelciler ve İşletmeciler Birliği(AKTOB) başkanı Sururi Çorabatır. Moskova’da karşılaşınca öğrendim ki CHP saflarından Antalya’da aday adayı olmuş. Temennim o ki hem listeye girsin, hem de seçilebileceği bir sıraya konsun. Çünkü biliyorum ki bugüne kadar siyasi partiler hep turizm sektörünün neferlerini göz ardı ettiler, onlarda politikadan uzak durdular. Ancak neredeyse tüm Antalya turizmden geçiniyor, Türk ekonomisi bu sektörden nemalanıyor ama Mecliste doğru dürüst temsilcileri yok.
Listeleri belirleyen CHP işin bu yönünü göz ardı etmemeli ve özellikle Antalya’da daha kuvvetli olmak için seçimini doğru yapmalı. Altı adet oteli, 800’e yakın çalışanı yöneten Sururi Çorabatır’ı siyasete girme çabasından dolayı kutlamak lazım. Mevcut iktidara rağmen muhalefet kanadından adaylığını koymak, seçilememe durumunda baskılara gögüs gerecek iradeye sahip olmak her babayiğidin harcı değil. Çağdaş vizyonu, diplomatik üslubu ve dik duruşuyla Meclis’e girecek bir Sururi Çorabatır, turizm başkentinin beklentilerini ülkemiz başkenti Ankara’da daha iyi savunacaktır.

HAYAT KADINLARI BİLE KARABORSAYA DÜŞTÜ

Birazda bu fuarın arka yüzüne bakalım. Ruslar, daha doğrusu Moskova’daki şehir otelleri organizasyonun sürdüğü üç gün boyunca büyük paralar kazandılar. Gecelik konaklamaya 150, bilemediğiniz 200 dolar oda parası alanlar bu süreçte 700- 800 dolar oda parasını fatura etti. Üstelik bu fiyat politikalarını milim değiştirmeden. Fuarın başladığı gün ise boş kalan birkaç odaları için en az bin dolar istediler ki, amaçlarına da ulaştılar. Aynı şekilde fuar alanındaki restoranların mönü fiyatları, stant hosteslerinin günlük ücretleri iki üç katına yükseldi. Dahası otel lobilerinde ve gece kulüplerinde bloklaşan hayat kadınları bile karaborsaya düştü. Tabii arz talep meselesi...

ELİNDE BAVUL DOLAŞAN RUSLARIN MERAKI

Fuarın ikinci günü yaşadığımız bir sürprizle konuyu bağlayayım. Ekonomik işbirliği için aynı tarihlerde Moskova’da bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ülkemiz için çok önemli olan turizm fuarına gelemedi ama eşi Emine Hanım, program dışı bir kararla fuar alanına sürpriz ziyarette bulundu. Tek tek stantları gezdi, notlar tuttu ve sektör temsilcileriyle sohbet etti.
En komik görüntü de peşindeki kuyruğa Rusların da katılmasıyla oluştu. Sakın yanlış anlamayın Ruslar Emine Hanım’ı merak ettiği için değil, promosyon peşinde olduğu için kuyruğa girmişti. Bazı stantlarda ara ara hediyelik eşya dağıtıldığını iyi bilen Ruslar gördükleri her kuyruğa giriyorlardı. Emine Hanım’ın peşine sıralanmaları da ondandı. Hatta birçok Rus bu işi profesyonelliğe götürüp fuar alanını ellerindeki tekerlekli davulla dolaşıyordu. Son olarak Belek Turizm Yatırımcıları Birliği (BETÜYAB) Başkanı Cemil Uğurlu’dan bahsedeyim. Cemil Bey, renkli kişiliği ve turizm bilgisiyle oldukça keyifli bir kişiliktir. Bence Rusya fuarının en renkli kişisi oydu. Zaten Ruslarda bunu farketmiş olacak ki sürekli etrafında halka oluşturdu.
Yazının Devamını Oku

Rusya’da turizm dergisini Türkiye’de apandisiti patlattım

3 Nisan 2011
İkİ haftadır elimde olmayan sebeplerden dolayı sizlerle birlikte olamadım. Nedeni ise ilk hafta Rusya’nın başkenti Moskova’ya gitmem, ikinci hafta Ankara’ya döndüğüm gün apar topar yatırıldığım hastane de ameliyata alınmamdı. Şimdilerde ise yarım yamalak da olsa bilgisayarın klavyesine dokunabiliyor, gazetedeki odamda boy gösterebiliyorum. Dostlarıma bu iki haftalık durumumu ise şu cümleyle açıklıyorum: “Moskova’ya gidince dergiyi, ülkeye dönünce de apandisitimi patlattım.” Şimdi, aranızdan “Moskova’da ne işin vardı?” diye soranlar çıkabilir. Ülkem adına çok önemli işlerim vardı ki, aslında biraz da böbürlenerek bu konuyu sizlere yansıtmayı iple çektiğimi söyleyebilirim. Çok ilginç bir girişim, çok ilginç bir gözlem ve çok ilginç olaylar, kısaca hepsini tek tek yazacağım ama öncelik ameliyatında. Merak etmeyin uzun uzadıya apandisit ameliyatının detaylarını yazıp, ruhunuzu karartmayacağım. Serde gazetecilik var ya, hasta yatağında da olsam gördüklerimi ve duyduklarımı köşeme taşıyacağım. Bakalım yaptığım sentezlere sizler de katılacak mısınız?
Moskova’dan gece yarısına doğru Ankara’ya döndüğümde ağrılar içinde kıvranıyordum. Durumumu Rusya’da geçirdiğim üç günün yorgunluğuna verip, ertesi gün geçer düşüncesiyle kendimi yatağa atmıştım. Bir gün sonra durum değişmeyince ve üstüne üstlük iki büklüm kalınca da soluğu Hacettepe Hastanesi, Genel Cerrahi Bölümü’nde aldım. Konusunda dünyanın sayılı isimlerinden olan Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Zafer Öner’e hem aile dostu, hem de işinin ehli olması sebebiyle çok güvenirim. Keza aynı bölümün vazgeçilmez isimlerinden Prof. Dr. Volkan Kaynaroğlu’na da.

KAYNAK SIKINTISI ÇEKERKEN MÜCİZE YENİLENME

Zafer Hoca, bir bakışta teşhisini koydu ve tahliller, tomografi derken de bir saat gibi kısa sürede ameliyata aldı. Patlattığım apandisit ve tüm vücuduma yayılan salgısı temizlenirken de günlerce sürecek hasta yatağı mesaim başladı. Beraberinde de hastanenin içinde ve önünde gördüğüm manzaranın sentezi.
Sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da sayılı tıp merkezlerinden biri olarak kabul edilen Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri’nde yaklaşık 10 yıldır süren “yenilenme” çalışmalarının sonuna gelinmiş. Şimdilerde hastane bir yandan bina restorasyon ve teknolojik yenileme faaliyetini tamamlıyor, diğer yandan da maddi kaynak sıkıntısıyla boğuşuyor. Bu kaynak sıkıntısının ana sebebi ise iktidarın izlediği sağlık politikası. Ancak her şeye rağmen bilim ve teknolojik üstünlüğü devam eden hastanede Rektör Prof. Dr. Ugur Erdener ve ekibi sayesinde işler tıkır tıkır yürüyor. Örneğin benim bizzat tanık olduğum Genel Cerrahi Bölümü’nde istisnasız her hasta mükemmel bir sağlık hizmeti alıyor.

100 KİŞİLİK GRUP GÖRÜNMEYECEK GİBİ DEĞİLDİ

Yataktan doğrulduğum, daha doğrusu yarım yamalak da olsa ayaklandığım andan itibaren hastanenin giriş kapısını gören oda penceresinin yanından hiç ayrılmadım. Gördüğüm manzara ise birazdan aktaracağım satırları yazmama neden oldu. Öğlen saatinde karşı binadaki yemekhaneye doğru yürüyen hastane personeliyle, bahçede bloke olan hasta yakınları tam anlamıyla Türkiye panoramasını yansıtıyordu. Hele ki bahçede benim yattığım günler boyunca bekleyen 100 kişilik bir grup, görmezden gelinecek gibi değildi. Anlatayım da, siz de ne demek istediğimi öğrenin.
Belli ki bu grup hastanede yatan bir tarikat liderinin cemaatiydi. Giyimleri, davranışları diğer hasta yakınları ve hastane personelinden çok farklıydı. Ancak ben kafaya onların ortaçağı anımsatan giyim kuşamlarını değil, davranışlarını taktım. Nasıl mı? Birincisi misafir banklarını haremlik selamlık olarak ayırmalarından dolayı? Erkekler bir tarafta, kadınlar diğer tarafta neredeyse tüm bankları işgal etmişlerdi. Diğer hasta yakınları ise onların bu parsellemesine aldırmadan oturmak istiyorlarsa da uyarıyı göze almak zorunda kalıyordu. Zira bir erkeğin kadınların olduğu tarafa yönelmesi, ya da bir kadının erkekler tarafına yönelmesi grup tarafından hoş karşılanmıyor, üstüne üstlük de girişim sözlü tacizle sonlanıyordu.

HASTANEYİ MAMAK ÇÖPLÜĞÜNE ÇEVİRDİLER

İkincisi ise çevreye gösterdikleri hassasiyetti. Çöpler, boş bardak poşetleri, sigara izmaritleri gelişi güzel sağa sola atılıyor ve bahçeyi Mamak çöplüğüne çeviriyorlardı. Dikkat ettim tüm hastane personeli ve diğer hasta yakınları çöp kutularını kullanırken, bu grup elemanları aldırış bile etmiyordu. Sonuçta da ziyaret saati bitip de oradan ayrılmaları zamanı geldiğinde temizlik personeli ekstra bir gayret içinde giriyordu.
Üçüncüsü ise aralarından bazılarının hastanın yanına çıkmak için kural tanımaması, sık sık güvenlik görevlileriyle tartışması ve çamurlu ayakkabılarıyla yerleri kirletmesiydi. Daha da ilginci büyük çoğunluğu sadece hastane bahçesinde kalmakla yetiniyor, günlük mesai yapar gibi banklara gidip geliyordu.
Bu arada birbirlerine gösterdikleri nezaketin onda birini bile personele ve diğer hasta yakınlarına göstermekten çok uzaktılar. Hani derler ya kendine Müslüman, işte bu grup tam öyleydi. Daha birçok davranış bozukluğu daha vardı ama hepsine girmeden ulaştığım sentezi sizlere aktarayım.

NE TAM GÜNÜ BİRÇOĞU TÜM GÜN ÇALIŞIYOR

Aslında hastanede yaşananlar Türkiye panoramasının bir yansımasıydı. Eğitimin ve toplumsal yaşama saygının önemini bir kez daha gözler önüne seriyordu. İnanın o çağdaş görüntünün ekonomik koşullarla ve kentte yaşamayla bir ilgisi yok. Zira doktor, hemşire, garson derken hastane personelinin büyük çoğunluğu Anadolu’nun çeşitli il, ilçe ve köylerinden gelmiyor mu? Ya da aileleri halen orada yaşamıyor mu? Ama onlar ortak yaşamın kurallarına sonuna kadar riayet ederken, tarikat ve aşiret taassubu altında hareket eden kesim her şeyi kendine göre dizayn ediyor. Zaten ülkemizin bugünkü hali de bu dizayndan nasibini almıyor mu?
Bu arada doktorlarımıza reva görülen tam gün yasasını hiç onaylamıyorum. Bırakın bari adamlar tüm gün değil de yarım gün bu eziyete katlansınlar. İşin şakası, yıllarca oku ve okumaya devam et, geceni gündüzüne kat, şifa dağıt, karşılığında üç kuruş paraya çalış. Ortada bir yanlışın olduğu kesin. Ya emeğinin karşılığını ver, ya da iş yükünü azalt. Sonuçta yukarıda bahsettiğim kural tanımazlar dahil tüm vatandaşlarımızın hayatı onlara emanet. Bu arada birçok doktorumuz “Tam gün” değil, “Tüm gün” çalışıyorlar. Örnek mi? Ben Zafer Hoca’yı serviste sabahta görüyordum, gece de. Hem de tüm hastaların başında.

RUSYA’YA TRAVEL ZİYARETİ

Gelelim Rusya’da ne işim olduğuna. Süreli yayın olarak çıkan Tempo Travel Dergisi’nin MITT 2011 Moskova Turizm ve Seyahat Fuarı için Rusça özel sayısını hazırladık. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın stantlarında ücretsiz olarak dağılan ve tüm yazıları Rusça olan derginin içeriği Türkiye’nin tanıtımına yönelik haberlerden oluşmuştu. 160 sayfalık dergi kuşe kağıda basıldı ve kalın kapaklı oldu. Derginin sayfalarında ülkemizin turistik bölgelerini anlatan haber ve fotoğraflar yer aldı. Moskova fuarı ve çıkardığımız dergi Türk turizmi açısından çok önemli. Bunun açıklamasını ve Rusya’da tanık olduğum olayları da bu haftaya özel olmak üzere yarın aktaracağım.
Yazının Devamını Oku

Vatandaş teslim oldu kara o beceriksizliği savunuyor hala

13 Mart 2011
Bİz Türklerin kendine has tanımlama ve ölçüm biçimleri vardır. Örneğin yemek tarifi verirken, “Bir tutam” ya da “Bir bardak” gibi ölçüler kullanırız. Ancak kimse bardağın büyüklüğüne ya da kaşığın ebadına değinmez. Tutam ise herkesin el, hatta parmak yapısına göre değişir. Örnek mi? İki tutam karabiber, bir diş sarımsak, bir avuç fındık, bir tepeleme çay kaşığı tuz, bir silme çay kaşığı biber...
Adam dayak yemiştir. Kendisini dövenleri, “Bir kamyon dolusu adam” diye tarif eder ve “Beş posta dövdüler” diyerek zamanlama verir. Gerçi bu “Beş posta” terimi başka alanlarda da kullanılır, ama o yöne hiç girmeyelim... Bu kamyon kaç kişi alır? Hepsi birden mi üzerine çullanmıştır? Beş posta dediğine göre saldırganlar belli aralıklarla gelen postacı mıdır?
Bir de tariflerimize hayvanları alet etmez miyiz? “Öküz kadar”, “Ayı gibi”, “Zürafa boyunlu”, “Aslan gibi”, “Eşek kafalı”, “Hayvan gibi cüsseli”... Velhasıl alem milletiz biz.
Gelelim neden böyle bir giriş yaptığıma... Bir okuyucu mektubu aldım. Beyaz örtüye teslim olan Ankara’da yaşanan olumsuzluklara değinip, herkes gibi Melih Gökçek’in yetersizliğinden bahsediyordu. Yazısının bir bölümünde de “Bizler nemrut bir yönetime layık mıyız?” diye soru soruyordu. Al sana bir benzetme daha. Hâlbuki nemrutun gerçek anlamını ve ardında yatan hikâyeyi bilse, eminim bu kelimeyi kullanmazdı. Nasıl mı? Bilmeyenler için anlatayım.

GÖRÜNTÜ VE BAHANELER HİÇ DEĞİŞMİYOR

Bu arada kara teslim olmuş Ankara’da belediyenin acizliğinden ve Gökçek’in pişkin konuşmalarından fazla bahsetmeceğim. Zira yıllardır söylediklerimi vatandaşlar bir kez daha başına gelince anladı. Üstüne üstlük yazılı ve görsel medya, yaşanan bütün olumsuzlukları dünyaya aktardı. Artık söze hacet var mı?
Son yaşadığımız sıkıntılar 17 yıldır Gökçek yönetiminde çalışan belediyenin yoğun kar yağışı karşısında sergilediği acizliğin ilki değil. Size biri 1998, diğeri 2000, sonuncusu da şimdileri yansıtan üç fotoğraf göstermek istiyorum. Sizce değişen ne oldu? Karın her yoğun yağışında biz aynı sahneleri yaşıyoruz, Gökçek aynı tip bahaneleri öne sürüyor ama görüntü hiç değişmiyor. İnsan ders çıkarmaz mı demek istiyorum ama eldeki malzeme Gökçek olunca susuyorum. Neyse, biz dönelim Nemrut’un hikayesine:

NEMRUT’A 1985’İN BAHARINDA SON KEZ ÇIKTI

Kommanege Krallığı’nın genç ve güçlü kralı Antiochus, güneşe hükmetmek ve onun ayaklarının altından doğup, ayaklarının altından batması için harekete geçmiş. Bunun için de Nemrut’un zirvesine dünyanın sekizinci harikası olan heykelleri ve Tümülüssü yaptırmış. Sonuçta da iki bin 150 metrede insan eliyle dağ kesilerek inşa edilen bu dev heykeller ve tapınak bugün tüm dünyaca biliniyor. Beni esas etkileyen ise bu harikaları insanlığın hizmetine sunan Amerikalı arkeologun yaşam hikayesi.
Theresa Goel, 1953 yılında Nemrut’a geldiğinde Amerikalı genç bir arkeologdu. Nemrut Dağı’nın tepesinde güneşin doğuşunu ve batışını herkesten çok o seyretmişti. Dahası Nemrut’a aşıktı. Tam 32 yıl Nemrut’a çıktı. Nemrut Dağı’nın tepesindeki dev heykelleri ortaya çıkartarak, kitabeleri çözerek, Kommanege’lerin tarihine açıklık getirdi. 1985 yılına kadar da bıkmadan, durmadan, usanmadan çalıştı. Sapsarı saçları ağarmıştı. Kazı yapmaya artık gücü bile yetmiyordu. 1985 ilkbaharında Nemrut’a son kez çıktı. Tanrılarla güneşin doğuşunu, batışını bütün ihtişamıyla seyretti. Ömrünü harcadığı dağlara tepelere son kez baktı ve Amerika’ya döndü. Theresa, ölünceye kadar da bir daha Nemrut’a hiç gelmedi.

KÜÇÜK GÜMÜŞ KUTUNUN KAPAĞI AÇILDI VE...

1989 yılında ise Kahta’ya ulaşan bir otobüsten kır saçlı, yaşlı bir adam indi. Elinde küçük gümüş bir kutu vardı. Nemrut Dağı Sempozyumu için bilim adamlarıyla birlikte gelmişti. Bu adamın adı Kermit’ti. Tan vaktinden evvel güçlükle tepeye tırmandı. Sempozyuma katılan bilim adamlarının gelmesini bekledi. Tanrıların önünde doğan güneşe doğru döndü, gümüş kutuyu açtı, içindeki külleri havaya savurdu. Kermit, Theresa’nın erkek kardeşiydi. Theresa son nefesini verirken kardeşine “Cesedimi yakın, küllerini Nemrut Dağı’nın tepesinden serpin” diye vasiyette bulunmuştu. İşte o gün küller Kral Antiochus’un anıt mezarının üzerinde uçuştu.
İşte “Nemrut” denince aklıma dünyanın sekizinci harikası ve Theresa geliyor. Melih Bey ile ekibini bu yüzden Nemrut ile hiç bağdaştıramıyorum. Gerçi Türk Dil Kurumu’na göre “Nemrut” kelimesinin karşılığı, yüzü gülmeyen, acımasız, can yakıcı ama okuyucularımdan ricam, bundan sonraki tanımlarında başka bir kelime bulsunlar.
Şaka bir yana, Ankara’mızda çok iyi yöneticiler de var. Örneğin Mayıs 2010’da Ankara Valiliği’ne atanan Alâaddin Yüksel gibi. Göreve başladığı günden itibaren ildeki bütün dinamikleri harekete geçirmek için var gücüyle çalışıyor ve gecesini gündüzüne katıyor.

DEVLET UMURU GÖRMÜŞ VALİDEN YANA ŞANSLIYIZ

Hani derler ya devlet umuru görmüş biri diye, vali bey de öyle bir insan. Kendisini daha önceki görevi Antalya Valiliği’nden tanırım. Vizyonuyla, üretkenliğiyle, toplumla barışık kişiliğiyle ve en önemlisi çağdaş yapısıyla çevresini etkilemesini bilen bir kişidir.
İçimden, “Ankara’mız da böylesine başarılı bir valiye kavuşacak mı?” diye geçirirdim ki bir baktık geldi. Kısa sürede de her kesimi kucakladı ve en önemlisi Ankara valisinin sadece protokol valisi olmadığını gösterdi.
Samimi tavırları, etkileyici hitabetiyle gittiği her yerde vatandaşın sempatisini ve güvenini kazanan Vali Alâaddin Yüksel, gündeme birçok projeyi taşıdı ve teker teker hayata geçirmeye başladı. Bu projelerden bir tanesi, belki de en önemlisi, Mobese adıyla da bilinen “Kent Güvenliği Yönetim Sistemi”ni kısa sürede tüm şehre yaymasıydı. Ondan önce sınırlı sayıda hizmet veren sisteme ek projelerin ilavesini yaptı. Bunlarla birlikte o güne kadar 30 civarında olan kamera sayısını üç aylık bir çalışmanın ardından 825’e çıkartarak Ankara’nın daha güvenli, daha yaşanabilir bir kent haline gelmesini sağladı.

VALİNİN BU GAYRETİ BAŞKENTİN ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİRECEK

Ankara’nın yıllarca hiç gündemine gelmeyen, hatta varlığından bile haberdar olunmayan turizm potansiyeli onun sayesinde harekete geçti. Verdiği mücadele önceleri çok ilgi görmedi ancak sadece altı aylık bir süreçte üç kez yapılan Turizm ve Tanıtma Konseyi Toplantısı bile dinamiklerin harekete geçmesini sağladı. Size bir örnek daha vereyim. Ankara Kalesi ve çevresi düzenlemesi için her gün yoğun bir mesai harcıyor ve çalışmaları bizzat denetliyor. Kimi zaman emrindeki kamu kurumlarını zorluyor, kimi zaman da ilgili bakanlıkların koridorlarında bıkmadan usanmadan turluyor. Bir hayli mesafe aldığını ise söyleyebilirim. Çok değil, birkaç yıla Kale ve çevresinin çok değiştiğini göreceksiniz.
Ülkemizdeki mobilya sektörünün beşiği sayılan Siteler’in üzerine serpili olan ölü toprağını kaldırmakta da gecikmedi. “Siteler Markasını Oluşturmak İçin Ortak Akılda Buluşma Zamanı” sloganıyla Siteler Eylem Planı’nı hayata geçirdi.
Şehrin doğasını da unutmadı. Halkımızla bütünleşerek 4 Kasım 2010 tarihinde tüm Kaymakamlıkların koordinasyonunda ve eş zamanlı olarak 15 bin kişinin katılımıyla 117 hektar alana 65 bin fidan dikilmesini sağladı ki bu çabasını halen sürdürüyor. Anlayacağınız iyi bir valiye sahibiz ama belediyeden yana şanssız illerden biriyiz.

HAMAMÖNÜ’NDEKİ TESTİ KARIN ŞİDDETİNİ KESTİ

Karın ilk yağdığı gün Hacettepe Hastanesi’ndan çıkmış Hamamönü Semti’nde beni alacak arabayı bekliyordum. Gelmek bilmeyen araç yüzünden sığınacak bir yer arıyordum ki karşımda Sebu isminde bir kafe belirdi. Üstelik dekoruyla hayrete bile düşürdü. İçeri girip mönüsünden seçtiğim ürünleri yemeğe başladığım zaman ise bugüne kadar büyük bir haksızlığa imza attığımı fark ettim. Birçok Ankaralı gibi iyi kafelerin Kızılay, Ümitköy, Bahçelievler, Kavaklıdere, Çankaya gibi semtlerde olduğunu zanneder, Filistin Caddesi’ne toz kondurmazdım ya, kazın ayağı hiç de öyle değilmiş. Sebu emsallerini aratmayacak donanımda güzel bir kafeymiş. Hele manzarası ve kendi imalatı özel lezzetleriyle bir harikaymış.
Sonradan öğreniyorum ki Sebu, testi anlamına geliyormuş. Restoran, pastane karışımı Sebu’da akşam yemekleri de canlı müzik sunan sanatçılar sayesinde eğlenceli geçiyormuş. Ben o gün chese kek, krokanlı pasta ve profiterolden oluşan karışık tatlı tabağını denedim ki çok lezzetliydi. İçecek de ise expresso bazlı kahveler, aromalı cappucinolar, sıcak çikolatalar, aromalı kahveler, meyve ve bitki çayları, frappeler, soğuk çikolatalar, buzlu kahveler derken kafam karıştı ve taze sıkılmış meyve suyu içtim. İnşallah önümüzdeki günlerde diğerlerini de deneyeceğim.

TELEFON ÇALDI METRELİK KEBAP SONRAYA KALDI

Beyaza bürünmüş Ankara’daki belediyenin acizliğinden dolayı kapanan yolları aşıp da gelemeyen araç yüzünden kafedeki oturma sürem uzayınca yemek faslına da geçiyordum ki, cep telefonum çaldı. Şoför 150 metre uzağıma kadar gelmiş ama daha ileri gidememişti. Bana da araca kadar tüm Ankaralılar gibi yürümek düşmüştü. Ancak benim yürüyüşüm araca kadardı. Sonrası mı? Normalde 20 dakikada ulaşabileceğimiz gazete binasına tam dört saat 25 dakikada ulaşabildik.
Demin yemek faslı geçmek üzere olduğumdan bahsettim ya Sebu’nun yiyecek mönüsüne de göz gezdirdim. Makarnalar, beyaz ve kırmızı etten oluşan lezzetler, pizzalar gözüme çarparken, yan masaya gelen metrelik kebap ilgimi çekti. Oldukça şık bir sunumla masaya gelmiş ve kokusuyla başımı döndürmüştü. 4,5 saat yolda kalacağımı bilsem, durmaz mideme indirirdim ama en kısa zamanda tadacağımdan kuşkunuz olmasın.
Yazının Devamını Oku

Lezzet duraklarını ben, tabela isimlerini de başbakan anlattı

6 Mart 2011
Çengelhan, Çukurhan, CER Modern Kafeteryası, Divan Otel ve Pub derken Divan Grubu Ankara’ya çok özel mekanlar kazandırıyor.

Tüm bu organizasyonun başında ise Can Sezgin isminde başarılı bir CEO var. Can ile eskiden beri tanışır ve performansına hayranlık duyarım. Bilirim ki onun el attığı her işte hizmet ve kalite çizgisi yukarı doğru tırmanır. Tıpkı Başkente kazandırdığı yeni işletmesi Antrikot gibi.
Geçenlerde Can ile klasik telefon görüşmelerinden birini daha yaparken anladım ki ona karşı bugüne kadar haksızlık yapmışım. Bu cümlemi biraz daha açmam gerekirse, Can açtığı her yeni işletme öncesi beni telefonla arar ve “Burayı mutlaka görüp, lezzetleri tatman lazım ama bu sefer davetime olumsuz yanıt verme” der. Ben ise dostumun bu talebini bir bahaneyle geri çeviririm ama sonraki günlerde kendisine haber vermeden gidip, mekanın analizini yaparım. Tabii hesabı ödedikten sonra da telefona sarılıp, Can’a görüşlerimi aktarırım.
Aslında tüm işletmelere gidişimde uyguladığım bu sistem benim yazılarımı daha bağımsız bir gözle yazmamı sağlar. Buna editoryal bağımsızlık da diyebilirsiniz. Can, yaptığımız son telefon görüşmesinde bu tutumuma saygı gösterdiğini ama için için de kırıldığını söyledi. Aslında haklı olduğu bir yön de vardı. Bu bahaneyle dostunu yemekte ağırlarken beğeni süzgecimin cevaplarını sıcağı sıcağına öğrenmek istiyordu. Sonuçta Divan Otel içinde açtığı Antrikot Restoran da ilk kez yemek davetini kabul ettim. Gecenin sonunda ise büyük bir kaygıya kapıldım. Neden mi? Önce bu restoranı anlatayım, sonra cevabını veririm.

ET İLE SOSUN UYUMU ANCAK BU KADAR OLUR

Bu restoranda 50 yıllık bir geçmişe sahip Divan mutfağının geleneksel mönüsüyle karşılaşacağımı zannederken yanıldığımı kısa sürede anladım. Zira karşımda enfes dekore edilmiş şirin bir restoran, tabağımda ise özel bir etin çok özel sosla birleşmiş uyumlu lezzetini buldum. Antrikot mönüsünün yanındaki özel soslu salata, çıtır patates kızartması, peynir tabağı ve altı çeşit tatlı arasından seçtiğim sufle de bu lezzet yolculuğumun diğer ürünleriydi. Yemek üstüne ikram edilen kahve ve yanındaki ev yapımı buz gibi likör ise benim misin diyen gurmelerin ağzına layıktı.
Masadaki sohbet sırasında Can’ın anlattıklarından çıkarıyorum ki bu yeni konsept için bir hayli çaba göstermiş. Şefleri Ali Açıkgül ile beraber Paris ve Cenevre’de sayısız restorana gitmişler. Avrupa’daki benzerlerinin bir kademe üstüne ise hepsinin iyi yönlerinden alıntılar yaparak çıkmışlar. Zaten ette kullandıkları sosu da biraz Avrupalı, biraz Türk damak tadının sentezinden oluşan bir karışımla elde etmişler. Sonuçta da bırakın Kavaklıdere’yi ülkemizin en gözde mekânı olmaya aday bu konsepti yaratmışlar. Sözün özü özel bir et ile çok özel sosun uyumu ancak bu kadar güzel olabilir.

OLAN TAARRUZA UGRAYAN MİDEME OLDU

Gelelim neden kaygıya kapıldığıma. Yemeğin lezzeti ve hizmet kalitesi bu kadar yüksekken davet edildiğim bir mekanı çok beğendiğimi söyleyerek size nasıl aktaracağım kaygısına düştüm. Bu güne kadar aktardığım her yerde hesabı öderken güzel ya da çirkini rahatlıkla yazıyordum ama Can Sezgin bu özgürlüğümü elimden alıvermişti. Her şey çok güzeldi ancak davetli olduğum için bunu aktarmakla suç işlemiş psikolojisine büründüm. Çözüm yine elimdeydi ki ertesi gün uygulamakta gecikmedim. Kalabalık bir grupla aynı mekana gidip, hesap pusulasında yazan rakamı ödedim ve yükten kurtuldum. Olansa, iki gün aynı mönünün lezzet bombardımanına maruz kalan mideme oldu.

Yazının Devamını Oku