GEÇEN pazar günü "yatırım bankacığı ölüyor mu" başlıklı bir yazı yazmıştım. Özetle, can çekişir, ama yine dirilir yönünde bir sonuçla yazıyı bitirmiştim.
O hafta sonu Morgan Stanley ve Goldman Sachs’ın yatırım bankası statülerinden vazgeçip mevduat bankası statüsüne geçtikleri açıklandı. Yatırım bankacılığının sembolü ve lideri haline gelmiş bu iki kuruluşun mevduat bankası statüsüne geçmesi yatırım bankacılığının öldüğü anlamına alınmamalı. Aynı şekilde, statüleri kağıt üzerinde değişti diye bu kurumların şimdi her köşe başında mevduat toplamaya çalışan mevduat bankaları olacağı da düşünülmemeli.
PİYASALARA GÜVEN VERMEK
Mevduat bankacılığı ile yatırım bankacılığı birbirinden oldukça farklı iki bankacılık türüdür. İkisinin de sonunda bankacılık kelimesi olsa da, düşünce tarzları farklıdır. Risk algılaması ve iştahı aynı değildir. İnsan sermayesi dahi farklıdır. Bir gecede kağıt üzerinde bir yatırım bankasının mevduat bankası statüsüne geçmesi o bankayı mevduat bankası yapmaz. Ama, mevduat bankacılığı da yapma konusunda girişimlerde bulunmasına izin verir.
Morgan Stanley ve Goldman Sachs ilk aşamada Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) bir takım borç verme kolaylıklarını daha rahat kullanabilmek için mevduat bankası olmayı kabullendiler. Bu şekilde, kendileri hakkında "likidite sorunları olabilir" kuşkularını dağıtmak istediler. Sorunları olsa da, artık kolayca kullanabilecekleri FED kaynakları olacağını piyasalara gösterdiler. Bunun karşılığında, FED’in daha sıkı denetimi altına girdiler. Bu kurumlar için bu da çok önemli bir özveri değildi. Aksine, piyasalara korkacak bir şeyleri olmadığını gösterdiler.
Bundan sonra ne olacak? Yatırım bankacılığı elbette ölmedi. Bu kurumlar yatırım bankacılığı yapmaya devam edecekler. En iyi bildikleri işi neden bıraksınlar ki?
ESKİ FELSEFE
Şimdi mevduat bankası statüsündeki yatırım bankalarının önünde iki seçenek var. Birinci, içinde yaşanan güven krizinden geçişte FED’in borç verme kolaylıklarına bu yatırım bankalarının ellerini uzatabilmeleri yeterli olur. Yeni kaynak arayışlarına yönelmelerine gerek kalmaz. Fırtına geçtikten sonra da yollarına eskiden olduğu gibi devam ederler.
İkinci seçenek, özellikle güven krizinin daha uzun sürmesi durumunda, bu yatırım bankaları fiyatı oldukça ucuzlamış, belli bir büyüklüğe gelmiş, ama bilançoları da çok yıpranmamış bazı bölgesel bankaları satın alma yoluyla mevduat ve perakende kredi piyasasına girebilirler. Kaliforniya gibi nüfus yoğunluğu artan ve ekonomik büyümesi hızlı olabilecek bölgelerdeki bankalar özellikle tercih edilecektir.
İçinde yaşanan kriz gelişmiş ülkelerde bankalar için istikrarlı kaynağın önemini öne çıkardı. Bankacılar 70 yıldır böylesine bir kriz görmediklerinden, ellerindeki kaynakların devamlı ve güçlü olduğunu sanıyorlardı. Yanıldıklarını anladılar. Dolayısıyla, mevduat bankaları dahi çalkantılı dönemlerde mevduatın önemini şimdi daha iyi kavradılar. Yatırım bankaları da bir ellerinin mevduata uzanabilmesini isteyebileceklerdir.
J.P. Morgan’ın kurucusu John Pierpont Morgan, 1800’lü yılların sonunda 1900’lü yılların başında yatırım bankacılığı yapılsa dahi bankacılıkta mevduatın önemini bilen biriydi. Hatta, daha da ileri giderek, yatırım bankacılığında doğru yatırımların ancak mevduat sahiplerinin çıkarlarının korunmaya çalışıldığında seçilebileceği görüşündeydi. 1970’lerden sonra yatırım bankacılığı da değişime uğradı.
Şimdi, J.P. Morgan’ın yüz yıl evvelki bakış açısına belli bir dönüşü yaşıyoruz. Şaşırmayalım.