Sıcak paradan değil sıcak paraya mahkum olmaktan korkalım
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
SON iki yıldır Türkiye ekonomisine yurt dışından çok ciddi boyutlarda kısa vadeli mali sermaye geliyor. Gelen paralar kısa vadeli yatırılmıyor. Ama, kısa vadede ekonomiyi terk etmelerinin çok ciddi riskleri var.
Yabancı mali sermaye Hazine bonosu alıyor. Alınan Hazine bonolarının vadesi büyük bir olasılıkla bir yıldan daha uzun. Yabancılar hisse senedi piyasasına geliyorlar. Yani, Türkiye’deki şirketlere ortak oluyorlar.
İster Hazine bonosu, isterlerse hisse senedi piyasalarına gelsinler, bu piyasaların yapısı gereği, gelenler aldıkları finans piyasaları araçlarını bir günde satıp gidebiliyorlar. O nedenle, bu yatırımlara ‘sıcak para’ deniyor. Yani, geldiklerinde ısıtıyorlar, gittiklerinde yakıyorlar.
Son verilere göre, tablodan da görüldüğü gibi, yabancıların menkul kıymet piyasalarındaki yatırımları 21 milyar dolara yaklaştı. Büyüklük, Türkiye ekonomisinin boyutlarına göre mutlak olarak büyük değilse de, artış eğilimi dikkat çekicidir. Bu bir rekordur.
Daha iki yıl önce, yabancıların Türkiye’deki menkul kıymet piyasalarındaki yatırımları 6 milyar dolar civarındaydı. Yani, son iki yılda, 14.5 milyar doların üzerinde yabancı yatırımlar Türkiye finans piyasalarına girdi.
Biz bu paraları ne yaptık? Gelen dövizleri yedik. Döviz gelirlerimizin çok üzerinde döviz harcamaları yaptık. Ekonomiyi kendi kaynaklarımızın sağlayabileceğinin çok üzerinde büyüttük. Bir anlamda, sıcak paraya mahkum olduk.
Gelen yabancı sermayeye bakıp şimdi korkuyoruz. Sıcak para girişine çözümler arıyoruz. Halbuki, aramamız gereken çözüm sıcak para ihtiyacını azaltmaktır. Yaratılan sorunun sonuçlarıyla değil, nedenleriyle uğraşmalıyız.
Sermaye hareketlerinin serbest olduğu ortamlarda, sıcak para ihtiyacı olmadan da ülkeye sıcak para girebilir. Onunla mücadelenin yolu da farklıdır. Ama, gelen sıcak paralar ülkenin döviz rezervlerini artırır. Dolayısıyla, sıcak para çıktığında, dövizleri geri ödemek o denli zor değildir.
Sorunun çözümü, gelen dövizlerin harcandığı durumlarda çok daha zordur. Çünkü, ortada yabancı yatırımcılara geri satılacak döviz yoktur, hepsi yenmiştir. Güneydoğu Asya ekonomilerinin 1997 yılında düştükleri durum buydu. Şimdi, derslerini almış görünüyorlar.
Benzer deneyimleri yaşamamak için, sıcak para gelse dahi, gelen dövizlerin harcanmayacağı bir ekonomik ortamı oluşturmak zorundayız. Bunun da yolu, ancak kendi kaynaklarımızla uyumlu ekonomik büyümenin gerçekleştirilmesidir.
Milli gelirimizin yüzde 5’i civarında döviz açığı vererek sağlanan ekonomik büyümenin kaynaklarımızla uyumlu bir büyüme olmadığı çok açıktır. Bir süre sonra, yerli-yabancı kaynak dengesini ciddiye almadığımız taktirde, ekonomik büyüme oranının sürdürülebilirliğini değil, milli gelir düzeyinin sürdürülebilirliğini tartışmaya başlayabiliriz.
Türkiye piyasalarında daha az oynaklık var
İLGİNÇ bir dönem yaşıyoruz. Yurt dışı finans piyasalarında oynaklık (fiyatların kısa sürede inip çıkması) son dönemlerde arttı. Buna karşılık Türkiye finans piyasalarında oynaklık göreli olarak çok daha az. Bu durum korunabilirse, Türkiye açısından önemli avantajlar söz konusu olabilecektir.
Türkiye piyasalarında oynaklığın azalması Türkiye’ye yabancı sermaye akacak anlamına alınmamalıdır. Ama, oynaklığın azalması ölçülebilir risklerin azalması anlamına gelir. Dolayısıyla, Türkiye yabancı mali sermaye açısından göreli olarak daha çekici görünebilir.
Böyle bir dönemde, Türkiye ekonomisi yurt dışından borçlanma ihtiyacını azaltabilirse, Türkiye’de reel faizlerin daha makul düzeylere inmesi hem kolaylaşacaktır hem de çabuklaşacaktır.
Türkiye piyasasının çekiciliğinin artması daha fazla borçlanıp daha fazla büyümek için değil, daha az borçlanıp reel faizlerin düşmesine katkıda bulunmak için kullanılmalıdır. Bu şekilde, ülke içindeki kaynak dağılımı da daha ekonomik bir hale gelecektir.
Bunu başarabilmek iki önemli gelişmeye paralel gerçekleşecektir: Ekonomik büyümeyi daha sürdürülebilir düzeylere çekmek ve herkesin beklediği yapısal reformların uygulanmasına hız vermek. Bunlar yapıldığında Türkiye ekonomisinin riski ciddi boyutlarda azalacaktır. Uluslararası konjonktür bu anlamda bizim yanımızdadır.
IMF ile mutabakat AB’nin alternatifi değil
ULUSLARARASI Para Fonu (IMF) ile 2005 yılı ve sonrasını kapsayacak üç yıllık bir ekonomik program üzerinde varılacak mutabakat Avrupa Birliği (AB) ile başlayacağı umulan müzakerelerin bir alternatifi değildir. Yani, ‘AB olmazsa, IMF verelim’ gibi bir seçenek yoktur. Aksine, IMF, AB’nin tamamlayıcısı olacaktır.
Geçmişte olduğu gibi, gereksiz zaman kaybediliyor. IMF’nin istekleri belli. Bir şekilde, hükümet bu istekleri yerine getirmeye çalışacak. Bütün bunlar bilindiği halde, IMF ile bir mutabakata varma yönünde kaybedilmesi ekonomik birimlere uzun vadeli bir perspektif kazandırmayı engelliyor.
2001 yılından bu yana değişmeyen bir gerçek var: IMF, Türkiye ekonomisinin kalıcı bir istikrara kavuşması yönünde bir çapa rolü oynuyor. 2005 yılından sonra, IMF’ye AB de katılacak ve hem iktisadi hem de siyasi-sosyal alanlarda çift çapa ile yola devam edeceğiz.
O halde, IMF ile uzlaşmanın zaman kaybedilmeden sağlanması ekonomik istikrara kavuşmayı da çabuklaştıracaktır. Ekonomik istikrar ne kadar çabuk sağlanırsa, istikrarı oluşturmaya yönelik sıkıntılar da o kadar çabuk atlatılabilecektir.
İstenenler bellidir: Kamu gelirlerinin yeniden yapılandırılması, sosyal güvenlik sisteminin kendi ayakları üzerinde durması ve sağlam bir bankacılık sisteminin oluşturulması. Bunlar olmadan zaten ekonomik istikrarın kalıcı olarak tesisi mümkün değildir.
Gelecek yıl, hedeflenen bütçe açıklarının dörtte üçü sosyal güvenlik sisteminin açıklarından gelecektir. Vergi gelirlerinin yüzde 70’i katma değer vergisi gibi dolaylı vergilerden oluşmaktadır. Bankacılık sektörü hastalıklarını henüz tam olarak atlatabilmiş değildir. Bu yapıda, istikrarın kalıcı olması zaten beklenemez.
Siyasi açıdan zor da olsa, bu alanlarda kararlı ve ciddi önlemler almak durumundayız. Aksi taktirde, şimdiye kadar alınan mesafe çok çabuk kaybedilebilecektir.