AVRUPA Birliği (AB) Komisyonu raporu önemli bir dönüm noktasıydı. Siyasi açıdan, AB, Türkiye için bir ‘çapa’ olma işlevine fiilen başlamış oldu.
Ardından yayınlanan OECD raporu Türkiye ekonomisinin geldiği noktayı çok olumlu değerlendirerek iktisadi açıdan dünya kamuoyunda Türkiye ekonomisinin görünümünü yükseltti.
Çeşitli çevrelerde Türkiye konuşulur oldu. Eskiden de Türkiye konuşulurdu. Ama, şimdi konuşmalar hem olumlu hem de ileriye dönük olarak umut verici. Dikkati çeken bir ülkeyiz. Bu konumumuzu korumak durumundayız.
Geldiğimiz yere sevinip çoğu zaman yaptığımız gibi ‘dereyi görmeden paçaları sıvamak’ gibi bir tuzağa düşmememiz gerekiyor. Boş yere beklentileri şişirmek gibi bir hatadan kaçınmak gerekiyor. Çünkü, Türkiye hakkında olumlu konuşanların kafalarında hala ‘acaba yine saçmalarlar mı?’ diye bir soru işareti yok olmuş değil.
Dikkat edilirse, Türkiye hakkında konuşanlar ve yayınlanan raporlar olumlu gelişmeleri överken riskleri de sıralamayı ihmal etmiyorlar. Ev ödevimizin henüz tamamlanmadığını ima ediyorlar. Örneğin, OECD raporu ileriye dönük olarak Türkiye’nin iyi yönetişim (good governence), kayıt dışı ekonominin büyüklüğü gibi konularda ilerleme göstermesi gerektiğini vurguluyor.
Daha da ileri giderek, Türkiye, çeşitli alanlarda devletin rolünü yeniden tanımlamak zorundadır denebilir. Bu tanım içinde Türkiye’nin ekonomik alanda, en geniş anlamıyla teşvik ve sübvansiyon mekanizmalarını yeniden yapılandırmak zorundadır. Bu alanda üç önemli konu vardır: tarım sektörünün desteklenmesi,sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması ve kayıt dışılığa müsamaha göstermemek.
Bugünkü yapıda tarım sektörüne devlet tarafından verilen desteği kuruşlandırmak mümkün değildir. Yani, devlet tarıma verdiği desteğin tam olarak maliyetini bilmemektedir. Maliyeti bilinmeyen desteğin amacına ulaşması mümkün değildir.
Sosyal güvenlik sisteminin açıklarının karşılanması için bütçeden verilen mali destek toplam bütçe açığının yüzde 57’sine gelmiştir. Gelecek yıl bu oranın yüzde 75 olması planlanmaktadır. Faiz dışı giderlerin yüzde 20’sinden fazlası sosyal güvenlik sisteminin desteğine gitmektedir. Bu oran her yıl hızlanarak artmaktadır. On beş yıl önce, nakit açığı vermeyen bu sistem bugün vergi gelirlerinin yüzde 20’sini götürmektedir. Kısacası, altından kalkılamayacak bir yük söz konusudur.
Kayıt dışılık Türkiye’de bir norm olmuştur. Açıkçası, müsamaha edilmektedir. Hatta, korunmaktadır. Siyasi açıdan da hassas bir konudur.
Rüzgar arkamızdan esmektedir. Yelkenleri şişirip daha hızlı gitmek zorundayız. Rüzgarın arkamızdan esmesi reformları yavaşlatmamalı, aksine hızlandırmalıdır. Çünkü, acı verecek reformlar zor günlerde değil, ancak rüzgarın arkaya alındığı dönemlerde çok daha rahat yapılabilir.
Rüzgarı arkamıza almak hemen yabancı sabit sermaye yatırımlarının ülkemize gelmek için sıraya gireceği anlamına da alınmamalıdır. Yabancı sermaye Türkiye’ye daha yakından bakmaya başlayacaktır. Türkiye’nin haritadaki yerini çok daha iyi bileceklerdir. Dış borçlanma kapasitemiz artmaktadır. Ama, yabancı sabit sermaye yatırımlarının Türkiye’ye gelmesi Türkiye’nin yapısal reformları uygulamadaki başarısına bağlı olacaktır.
Hazine’nin eli rahatlıyor
İŞLER iyi gittikçe, ileriye dönük beklentiler düzeldikçe ekonomik birimlerin güveni artıyor. Ekonomide güven artışının en önemli yansımalarından ikisi Hazine’nin borçlanma maliyetinin düşmesi ve borç vadesinin uzamasıdır. Geçen hafta, Hazine’nin üç yıl vadeli sabit faizli borçlanmayı çok rahat yapabilmesi Hazine borçlanmasında önemli bir dönüm noktasıdır.
Gelinen noktada, para piyasasında bazı yapısal değişiklikleri düşünmenin zamanı gelmiştir. Artık Hazine üç-beş yıl vadeli borçlanmaları daha sık denemelidir. Uzun vadeli borçlanmalar, sabit faiz esası üzerine olacağına, altı aylık borçlanma ihalelerinde oluşan ortalama faizlere endeksli kuponlu senetlere baz edilebilmelidir.
Bu çerçevede, Hazine şimdi üç aylık yaptığı referans ihalelerini altı ay vadeye çekmeli, üç aylık borçlanma piyasasından belli bir program dahilinde çıkabilmelidir. Üç aylık borçlanma piyasasına Hazine arızi durumlarda girebilmelidir. Ama, bu uygulama bir sistemin parçası olmamalıdır.
Hazine’nin para piyasasındaki faaliyetleri çeşitli açılardan en fazla Merkez Bankası’nı ilgilendirmektedir. Merkez Bankası para piyasasının kısa vadeli bölümünde işlem yapan bir kurumdur. Hazine’nin borçlanma vadesi uzayıp piyasanın kısa vadeli bölümünden çıktıkça Merkez Bankası’nın işleri kolaylaşacaktır. Yani, Hazine’nin eli rahatladıkça, Merkez Bankası’nın misyonuna yönelik eli daha da rahatlayacaktır.
Bugün, Merkez Bankası para piyasasından yüklü miktarda borç alma durumunda olan bir para otoritesidir. Para piyasasının fiyat istikrarı yönünde etkili bir biçimde yönlendirilebilmesi açısından Merkez Bankası’nın borç alan değil, borç veren bir para otoritesi durumuna dönüşmesi şarttır.
Bu amaca yönelik olarak, Hazine eli rahatladıkça Merkez Bankası’nın bilançosundaki uzun vadeli ve piyasası olmayan Hazine bonolarını geri satın alması para politikasının etkinliğini artıracak en önemli stratejilerden biri olacaktır. Etkin bir parasal kontrol vadeye göre faizlerin de ayrışmasına (getiri eğrisinin düz değil, eğimli olması durumu) neden olacaktır.
Enflasyon düştükçe enflasyonu tek haneli rakamlara indirip ‘fiyat istikrarı oluştu’ diyebilmek giderek zorlaşan bir projedir. Para piyasalarındaki bu çeşit yapısal değişiklikler fiyat istikrarını tesis etme projesini göreli olarak kolaylaştırıcı unsurlardandır.
Piyasalara orta vadeli perspektif vermek gerekiyor
IMF ile yapılacak üç yıllık bir program üzerindeki mutabakat ekonomik birimlere orta-uzun vadeli bir perspektif vermesi açısından çok büyük bir önem taşımaktadır. Böyle bir program hem hükümetin niyetini ortaya koyacaktır hem de ekonomik istikrarın devam edeceği konusunda ekonomik birimleri biraz daha fazla ikna edecektir.
Orta-uzun vadeli perspektif inandırıcı olduğu sürece ekonomik birimlerin vade tercihleri uzayacaktır. Kalıcı fiyat istikrarı ve sürdürülebilir büyüme ancak ekonomik birimlerin vade tercihleri yeterince uzadığında gerçekleşebilir.
Geçenlerde Başbakan’ın ‘2008 yılına kadar kamu sektöründe faiz dışı fazlanın milli gelirimizin yüzde 6.5’i civarında tutulması hedeflenmektedir’ yönündeki beyanatı birçok açıdan çok önemlidir. Her şeyden önce, böyle bir stratejiyle, Türkiye’de kamu sektörünün üzerindeki borç yükünün radikal bir biçimde indirilmesi hedeflenmektedir.
Kamu sektörünün borçluluğu bir risk faktörü olmaktan çıkarılmaktadır. Bu kararlılığın beyanı, uygulamalarla birleştiğinde, ileriye dönük beklentileri çok daha olumluya döndürecektir. Şikayet ettiğimiz reel faizler Merkez Bankası’nın üzerine nominal faizleri indirmesi için baskı yapmakla değil, ekonomik birimlere bu çeşit orta-uzun vadeli bir perspektif vermekle düşebilecektir. Ortaya üç yıl vadeli bir perspektif konmaktadır.
Şimdi önemli olan, bekleyen yapısal reformların içeriği ve uygulamaya geçirileceği takvimin kamuoyu ile paylaşılmasıdır. IMF ile bu konularda varılacak mutabakat çok büyük bir önem taşımaktadır. Ekonomik istikrarın geçici ya da kalıcılığı yönünde, yabancılar da dahil olmak üzere, ekonomik birimlerin ikna edilmesi bu yolla olacaktır.
Orta-uzun vadeli bir perspektifin kamuoyu ile paylaşılması riskleri öne çıkaran Moody’s gibi kredi derecelendirme kuruluşlarının bakış açısını da olumlu yönde şekillendirecektir.