SON haftalarda Merkez Bankası Başkanı bir takım uyarılarda bulunuyor. Kamu sektöründeki tasarrufun önemini vurguluyor.
İç talep büyümesinin iyi izlenmesinden ve analiz edilmesinden söz ediyor. Kamuda gevşemenin sakıncalarını söyleyip uyarıyor.
Uyarılar son derece ölçülü. Belki de, biraz fazla ölçülü. Bazılarının satın aralarını okumak gerekiyor. Yine de, anlayana çok şey ifade ediyorlar.
Bu uyarılar karşısında bir Başbakan Yardımcısı’nın ‘sınırı geçtiler’ türünden tepkileri henüz Merkez Bankası’nın ekonomideki konumunun siyasi cephede iyi hazmedilemediğini gösteriyor.
Siyasetçiler Merkez Bankası ile ilişkilerini bir türlü ayarlayamazlar. Uyumsuzluk bugünün sorunu değildir. Merkez Bankası kurulduğundan beri (64 yıldır), siyasetçiler Merkez Bankası’nı arka cepleri gibi görmek istemişlerdir.
‘Yazarım çeki, Merkez Bankası da öder’ anlayışını benimsemişlerdir. Yani, siyasetçiler için Merkez Bankası’nın Hazine’den farkı yoktur. Hazine ödeme emrini verir. Merkez Bankası da devletin veznesi olarak öder. Herhalde, bu alışkanlık padişahlık zamanından kaldı!
Devir değişti. Bütün dünyada merkez bankalarının ekonomideki konumu değişti. Enflasyon yaratmak artık siyasi bir tercih olmaktan çıkarıldı. Fiyat istikrarı içinde hükümetlerin ekonomi politikalarını uygulama ilkesi benimsendi. Bu görüşten yola çıkarak, Merkez bankaları fiyat istikrarını hedef alan para politikasını bağımsız bir biçimde uygulama imkanına kavuştu.
Biz bu değişimi ıskaladık. Iskaladığımız için de, otuz yıl çok yüksek enflasyon içinde yaşadık. Çeşitli krizler yaşadık. İki ileri, bir geri gittik. Batı’da ve Doğu’da bir çok ülke bizi solladı, geçti.
Türkiye’de hükümetler enflasyon yaratmayı da siyasi tercih yelpazesinin bir parçası olarak görmüşlerdir. Hala da söylevleriyle ve davranışlarıyla bu görüşlerini değiştirmiş gözükmemektedirler. Bu bakış açısı Türkiye’ye çok şey kaybettirmiştir.
2001 yılındaki krizle beraber, dışardan dayatmayla da olsa, Merkez Bankası para politikasının oluşumunda ve uygulanmasında çok daha bağımsız bir hale geldi. Yani, istemesek de, Türkiye’de de enflasyon yaratmak siyasi bir tercih olmaktan çıkarıldı.
Yeni bir ortamda yaşıyoruz. Yeni ortamda, fiyat istikrarını tehdit edebilecek gelişmeler konusunda Merkez Bankası’nın bazen yumuşak, bazen sert açıklamalar yapması kadar doğal bir şey olamaz. Her şeyden önce, bu yeni ortamda çalışan piyasaların düzgün çalışmaları açısından Merkez Bankası’nın böyle bir sorumluluğu vardır.
Merkez Bankası artık hükümetlerden çok kamuoyuna sorumludur. Bu sorumluluk, Merkez Bankası’nın kapılı kapılar ardında hükümete yaptığı uyarılar hafife alındığında daha da artmaktadır.
Uyarılar hükümete olduğu kadar, tüm ekonomik birimlere de yapılmaktadır. Herkes o uyarılardan kendine düşen dersleri almalıdır. Bugün bu uyarılardan gerekli dersleri almayıp ‘Merkez Bankası da haddini bilsin’ gibi tavırlar içine girersek, yarın Merkez Bankası’nın tokadını yediğimizde iş işten geçmiş olacaktır. Merkez Bankası tokat atmadığında, ekonomik dinamikler zaten gereğini yapar.
Dün arka cep gibi görülen Merkez Bankası’nın şimdi baş kaldırıyor gibi gösterilmesi siyasi otoritenin yeni ortamı içine sindirememiş olması olasılığını güçlendirmektedir.
Siyasetçilerin şikayetlerinin tersine, Merkez Bankası devlet içinde devlet değildir. Aynı hükümet gibi, Merkez Bankası da devletin bir parçasıdır. Bu eğitimle istihdam sorunu çözülür mü?
ÖNÜMÜZDEKİ dönemde emek piyasasında rekabet eskiye göre çok daha fazla kızışacak. Diplomalı değil, eğitilmiş işgücünün önemi çok daha fazla artacak. Artık, eğitim sistemimizi aldatmaca diploma odaklı olmaktan çıkarıp çocuklarımıza üretimde işe yarayacak eğitim odaklı hale getirmek zorundayız.
Lise giriş sınavlarına giren çocukların yüzde 10’undan fazlası sıfır aldı. Yani, sekiz yıllık temel eğitim bu çocuklara hiçbir şey vermedi. Doğal olarak bu çocuklar liseye de gidecekler. Hatta, bir çeşit üniversite diploması da alacaklar. Sonra ne olacak?
İlk sekiz yıllık zorunlu eğitimi bir binanın temeline benzetirsek, lise eğitimi binanın su basmanıdır. Üniversite eğitimi on katlı bir binadır. Lisans üstü eğitim binanın 20-30 katlı olmasına yardım eder.
Lise giriş sınavına girenlerin yüzde 10’undan fazlası sıfır alan bir öğrenci kitlesi üniversite bitirmeye odaklanmış bir biçimde eğitimlerine devam edecekler. Temel olmadan on kat çıkılacak. O binaya iskan da (üniversite diploması) verilecek. Ama, binada oturacak insan bulamayacağız. Bulsak da, o insanları yıkıma (işsizliğe) terk edeceğiz. O insanların büyük çoğunluğu işsiz kalacaklar ya da okuyup öğrendiklerini sandıkları iş kollarından çok farklı alanlarda iş bulabilecekler.
Bu yapının sorumluları olarak sınavda sıfır alan çocukları gösteremeyiz. Eğitimi almaya çalışanlar kadar eğitimi verenlerin de sorumlulukları vardır.
Dengelerin kalıcılığı tehdit altında
YILIN ilk yarısında dış ticaret açığımız 17 milyar dolara yaklaştı. On iki aylık bazda, dış ticaret açığı 30 milyar dolar oldu. Bu eğilim devam ettiği taktirde, dış ticaret açığı yıl sonunda 40 milyar dolara yaklaşacak.
2000 yılı sonunda toplam ithalat 54.5 milyar dolar, milli gelirimizin yüzde 27’si civarındaydı. Şimdi, on iki aylık bazda, ithalat 82 milyar dolar, milli gelirimizin yüzde 34.2’sidir. Dış ticaret açığı da milli gelirimizin yüzde 13’ü civarındadır.
Bu büyüklükleri sürdürebilmemiz kesintisiz bir sermaye akımının gerçekleşmesiyle mümkündür. Sermaye akımları hiçbir zaman kesintisiz olmamıştır. Bir gün, mutlaka bu dengeleri zorlayacak gelişmeler olacaktır.
Sermaye akımı ihtiyacını azaltmanın yolu iç talep büyümesini kontrol etmektir. İthalatın bu denli artmış olması enflasyonla mücadeleyi kolaylaştırıcı bir rol oynamaktadır. Ama, ithalat artışını sürdüremediğimiz zaman, enflasyonda alınan mesafenin de kalıcılığı tehdit altında olacaktır.
Bu konu çok yazılıp çizildi. Galiba, Merkez Bankası ve IMF’nin bu konudaki uyarılarına kulak vermekten başka seçeneğimiz kalmadı.