YILIN başında kamu sektöründeki faiz dışı fazla hedefi milli gelirimizin yüzde 6.5’i olarak tespit edildi. Hedeflenen milli gelir artışı doğrultusunda, kamu sektöründeki faiz dışı fazla hedefi bir mutlak değere dönüştürülüp takip edilmeye başlandı.
Söz gelişi, milli gelirin yüzde 5 artacağı varsayımı altında, milli gelir 400 katrilyon lira, faiz dışlı fazla hedefi de bu büyüklüğün yüzde 6.5’i olan 26 katrilyon lira olarak hedeflendi. Yıl sonunda 26 katrilyon lira değerinde faiz dışı fazla tutturulmaya çalışılıyor.
Mutlak olarak faiz dışı fazla hedefini tuttursak dahi, milli gelirimizin tahminlerin ötesinde büyümesinden dolayı faiz dışlı fazlanın milli gelir içindeki oranı bazında hedefin oldukça altında kalmamız söz konusu olacaktır. Yani, mutlak değer olarak tespit edilen hedef milli gelir tahminlerindeki sapmaya paralel bir esneklik göstermemektedir.
Örneğin, milli gelirimiz bu yıl yüzde 5 yerine yüzde 10 büyürse, toplam milli gelirimiz, söz gelişi, 400 katrilyon lira yerine 420 katrilyon lira olacaktır. O taktirde, 26 katrilyon liralık faiz dışı fazla milli gelirimizin ancak yüzde 6.1 olacaktır. Hedefin altında kalınacaktır.
Milli gelirimizin tahminlerin ötesinde büyümesi nedeniyle hedeflenen doğrultuda gerçekleşmesi gereken ek faiz dışı fazla, söz gelişi, 1.3 katrilyon lira olmaktadır. Yani, harcamaların kısılması ya da vergi gelirlerindeki artışlar yoluyla kamu sektörü ek olarak 1.3 katrilyon lira daha fazla tasarruf yapmak zorundadır.
Maliye politikaları yoluyla iç talep patlamasını dizginleyebilecek politikalardan biri de zaten budur. Batılılar bu olguya otomatik dengeleyiciler (automatic stabilizers) demektedir. Mutlak hedefte esneklik olmadığından, milli gelir içindeki orana değil de, mutlak değere odaklanıldığından, faiz dışı fazla tutuyor görüntüsü verilmektedir. Halbuki, maliye politikası, hedeflenene göre, göreli olarak gevşemiş durumdadır.
Aslında, milli gelirin tahminlerin ötesinde büyümesi nedeniyle, hedeften şaşılmaktadır. Milli gelirin tahminlerin ötesinde büyümesinin hedefler üzerindeki olumsuz ektikleri göz ardı edilmektedir.
Memur zammı hedefleri zorlamamalı
GELECEK yıl için hedeflenen yüzde 8 enflasyona paralel olarak hükümet kamu çalışanlarına verilecek ücret zammını yüzde 8’te tutulmasını istemektedir. Kamu çalışanları ise bu zammı çok az bulmaktadırlar. Her zaman olduğu gibi, iki taraf arasında bir uyuşmazlık söz konusudur.
Enflasyon çok önemli bir eşiktedir. Kararlı ve tutarlı ekonomi politikaları uygulandığı taktirde, enflasyon tek haneli rakamlara inecektir. Aksi taktirde, enflasyonun yüzde 10’lardan gelip yeniden yukarı tırmanışı doğal karşılanmalıdır.
Kararlı ve tutarlı politikaların içinde önemli bir yer tutan kalem personel harcamalarıdır. Devlet bütçesi, genelde kamu sektörünün finansman dengesi, bugün geldiği nokta itibariyle, personel harcamaları, sosyal güvenlik sübvansiyonları ve faiz bütçesi halindedir. Nominal ve reel faizlerin iktisadi şartlar altında düşürülmesi ne kadar önemliyse, kamu çalışanlarının ücret artışlarının hedeflenen enflasyon paralelinde tespit edilmesi de o kadar önemlidir. Sosyal güvenlik reformu yapıp bütçenin önemli bir kısmını oluşturan sübvansiyonların azaltılması 2005 yılının vazgeçilmez hedeflerinden biri olmalıdır. Bugünkü eğilim devam ettiğinde, düşmesi hedeflenen enflasyonla tutarlı bütçe yapmak olanaksızlaşacaktır. Kamu sektörünün finansman dengesini makul sınırlar içinde tutmak zorlaşacaktır. Değil enflasyon paralelinde, kamu çalışanlarına herhangi bir ücret artışı vermek dahi mümkün olmayacaktır.
O noktadan uzak değiliz. O noktaya geldiğimizde, enflasyonun düşmesini hedeflemek gerçekçi olmaktan çıkacaktır. Bundan da en fazla zarar görecek kesim sabit gelirli çalışanlar (memurlar dahil) ve emekliler olacaktır. Dolayısıyla, kısa dönemde hedeflenen enflasyonun çok üzerinde ücret artışları talep etmek memurlar açısından kendilerini ayaklarından vurmak olacaktır. Artan ücretlerin yaratacağı olumsuzluklar daha yüksek enflasyon yoluyla yine ücretlilerin üzerine çok daha fazla ek maliyetler yükleyecektir. Yeni Türk Lirası’na geçilmesi nedeniyle yüzde 5 ek ücret artışı istemek ise gülünç olmaktır. YTL zammı ulufe istemeye benzemektedir. Ciddiyetten uzaktır. Toplum kesimleri iktisadi konularda ciddiyetsiz yaklaşımlarını devam ettirdiğinde, enflasyonsuz bir ortamda yaşayabilme olasılığı giderek düşmektedir.
Yabancı mali yatırımlar
EKONOMİNİN her yıl verdiği döviz açığı bir çeşit dış borçlanma ya da sermaye piyasası yoluyla oluşan döviz girişleriyle karşılanmaktadır. Mali piyasaların küreselleştiği günümüzde, dış borçlanma daha çok uluslararası yatırımcıların kur riski alarak yabancı mali piyasalara yatırım yapması yoluyla olmaktadır.
Yabancı yatırımcıların mali piyasalara girmesi kötü bir şey değildir. Aksine, mali piyasalar bu yolla derinleşmektedir. Başka yollarla karşılanamayacak döviz açıkları bu yolla karşılanmaktadır. İşin olumsuz tarafı yabancı mali yatırımların ülkeyi terk etmek istemesi durumunda ortaya çıkmaktadır.
Krizle beraber uluslararası yatırımcılar büyük ölçüde Türkiye’den çıktıktan sonra, Türkiye 2002 yılından bu yana her yıl cari işlemler açığı vermektedir. Son iki yıldır oluşan cari işlemler açığı ciddi boyutlara gelmiştir. Her yıl bu açıkların bir kısmı uluslararası yatırımcıların Türkiye piyasalarına girmesiyle karşılanmaktadır. Dolayısıyla, yabancıların Türkiye’de tuttukları fonlar stok olarak giderek artmaktadır.
Son verilere göre, yabancı yatırımcıların tuttukları Türkiye kaynaklı menkul kıymetlerin toplam değeri 18 milyar dolara ulaştı. Daha iki yıl önce, bu miktar 6 milyar dolardı. Yabancı yatırımcıların mevduatlarını da hesaba katarsak, son iki yıl içinde ekonomimizdeki toplam yabancı fonlar 8 milyar dolardan 21 milyar dolara çıkmıştır.
Bir başka açıdan, 2002 yılında yabancı yatırımcıların Türkiye mali piyasalarından çekip ülkelerine geri götürebilecekleri fonların toplamı 8 milyar dolarken, bugün 21 milyar dolar oldu. Bu, ihmal edilemeyecek bir risktir.
Riski azaltmanın tek yolu mali piyasaların bekledikleri ve hoşlandıkları ekonomi politikaların uygulanması yoluyla uluslararası yatırımcıların sinirlerini bozmamaktır. Yani, ekonomi politikaları seçenekleri üzerine çok ciddi bir kısıtlama gelmiştir. IMF ile üç yıl süreli yeni bir düzenlemeye gidilmesi de bu açıdan önemlidir.
Orta dönemde, mali piyasalara gelen fonların daha büyük bir kısmının reel ekonomiye sabit sermaye yatırımı olarak gelmesi önem kazanacaktır. Yani, yabancı fonlar gelmeye devam edecektir, ama şekli farklı olmalıdır. Halbuki, şimdi yalnızca çıkmaya hazır fonlar piyasalarımıza gelmektedir. Bu da ekonominin geleceği için önemli bir tehdit unsuru oluşturmaktadır.
Tehdidin şiddetini azaltmanın bir yolu yabancı sabit sermaye yatırımı çekmekse, diğer önemli tarafı dış borçlanma ihtiyacını azaltarak çıkabilecek toplam yabancı fon stokunun büyüme hızını kesmektir. Cari işlemler açığının makul düzeylere getirilmesinin önemi de burada yatmaktadır.