ASLINDA bir sigorta şirketi gibi çalışması gereken Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun (TMSF) işi gereği bir parçası olduğu Bankacılık Düzenleme ve Düzenleme Kurumu’ndan (BDDK) ayrılıp bir tahsilat idaresine döndürülmesinin çeşitli sakıncaları olduğunu daha önce yazmıştım. Şimdi bu sakıncalar ortaya çıkmaya başladı.
Bankacılık, yapması da, denetlenmesi de, gözetlenmesi de, idaresi de zor bir iştir. İnsanın ahlakının bozulması ve yaptığı işte doğru perspektifi kaybetmesi için milyarlarca neden vardır. Bu nedenle, bankacılıkta tahrik ve teşvikten kaçınmak gerekir. Bunlardan kaçınılmamasının maliyetini Türkiye çok ağır ödemiştir ve ödemeye de devam etmektedir.
Bankacılıkta denetim ve gözetim otoritesi tek olmalıdır. Gözetim ve denetimin sonuçlarının üzerine yıkılabileceği mevduat sigorta fonu da aynı çatı altında iş görmelidir. Aksi taktirde, iki ayrı kurum halinde gözetim ve denetimle sigorta fonu kendi hedeflerine birbirinden bağımsız ulaşmaya çalışacaklardır. Halbuki, bankacılık ile düzenlemelerin tek hedefi vardır: Bankacılığın sağlıklı olması ve tüm kamuoyuna ve yurt dışındaki muhataplarına güven veren bir şekilde çalışması.
TMSF, BDDK’dan ayrılınca bu hedefler birbirine karıştı. TMSF tahsilatı hedefliyor. BDDK bankacılığın sağlığını düşünüyor. Bazen bu hedefler birbiriyle çelişebilir. Çelişki çok çabuk ortaya çıktı.
Çukurova Grubu’nun borçlarını zamanında ödemediğinden ortaya hem hukuki, hem de uygulamaya yönelik soru işaretleri çıktı. Herkesin kafası karıştı. Ne olacağını herkes birbirine sormaya başladı. Soruların asıl muhatapları elbette BDDK ve TMSF idi. Bu kurumlar tek bir ağız olarak konuşmalıydılar. Öyle olmadı.
Bu iki kurum sanki iki ülkenin farklı kurumlarıymış gibi, herkesin kafasını karıştıran açıklamalar yaptılar. Biri, BDDK, borcun zamanında ödenmemesiyle bir takım hakları olduğunu iddia ederken, diğeri, TMSF, ‘önemli değil, bir sonraki taksitle beraber geçmiş borcunu da öder’ türünden bir açıklama yaptı.
Bizim gibi kamuoyunda görünen kişilere ‘Yapı Kredi Bankası’na bir şeyler mi olacak’ türünden sorular yağmaya başladı. Çünkü, bankalarla iş yapan yatırımcılar geçmişte acı deneyimler yaşamışlardı.
Yapı Kredi’ye bir şey olmaz. Olmaması için her şey yapılır. Çünkü, Yapı Kredi’ye bir şey olması tüm bankacılık sistemine bir şeyler olması anlamına gelir. Bu risk hiçbir biçimde hiç kimse tarafından alınamaz. Konu, mikro bir olay değil, sonuçları nereye gideceği bilinmeyen makro bir olaydır. Mali sistemin istikrarı söz konusudur.
Gereksiz bir biçimde bir kurumdan iki kurum çıkardık. Biri, ben tahsilatımı yapar geçer giderim derken, diğeri, aman kafalar karışıp bankacılık sektörü zarar görmesin telaşı içindedir. İki kurumun ayrılması toplu çıkarı azamiye çıkarmak yerine kurumlar bazında bireysel çıkarların azamiye çıkarılmasını gündeme getiriyor. Bu iki yaklaşım hiçbir zaman aynı anlama gelmiyor. Çünkü, iki kurum arasında karşılıklı etkileşimler var.
Nobel Ödülü sahibi Kenneth Arrow bu gerçeği bizlere yıllar önce öğretmişti.
Piyasalar direniyor
İLERİYE dönük olumlu beklentilerin oluşması yönünde birçok neden olmasına rağmen faizler ve döviz kuru düşmekte direniyor. Reel faizler yüksek kalmaya devam ediyor. Merkez Bankası yardım etmeye çalıştığı halde, mali piyasalarda belli bir direnç gözleniyor.
Mali piyasalarda gözlenen denge iki yönde yorumlanabilir:
1.İleriye dönük olumlu beklentileri haklı kılabilecek yapısal reformların yapılmasını mali piyasalar beklemektedirler. Bu konuda kaygıları vardır.
2.Sütten ağzı yandıktan sonra yoğurdu üfleyerek yiyen mali sektör yayınlanan olumsuz olarak algılanan çeşitli makro ekonomik verilere aşırı hassastır. Olumlu gelişmeler zaten satın alınmıştır.
Galiba, ilk seçenek doğruyu daha fazla yansıtmaktadır. İleriye dönük bazı kaygılar yaratabilecek makro ekonomik veriler varsa da, hükümetin yapısal reformlar konusunda sessizliğini koruması bazı kaygılar yaratmaktadır.
Örneğin, özelleştirme konusunda atılacak kararlı adımlar piyasaların direncini çok çabuk kırabilecektir. IMF ile yapılacak yeni düzenlemelerin daha da netleşmesi piyasaların moralini yükseltebilecektir. Bu bağlamda, yapısal reformların izlenebilecek bir tarihe bağlanması piyasaları rahatlatacaktır.
Eğilim, dövizin de, faizlerinde düşmesi yönündedir. Ama, gözlenen hareket çok temkinlidir. Faizlerin düşmesini isteyip döviz kurlarının artmasını arzulasak da, sonuç değişmemektedir. Güçlü bir yapısal reform programının devreye girdiği izlenimi piyasalar tarafından satın alındığında, faizler de, döviz kurları da düşmeye devam edecektir.
Böyle bir gelişme, bir anlamda Merkez Bankası’nın enflasyonu düşürme yönünde işini kolaylaştıracaktır.
Hükümet iyi direndi
KAMU çalışanlarının maaşları ortalama yüzde 11’e yakın artırılacak diye bir haber çıktı. Doğruysa, hükümetin kamu çalışanlarının akıl almaz taleplerine iyi direndiğini söyleyebiliriz.
Konu gülünç bir düzeye taşınmıştı. Enflasyonun yüzde 10 civarında olduğu bir ortamda, bir sonraki yıl için enflasyonun yüzde 8 olarak hedeflendiği bilindiği halde, enflasyonun çok üzerinde ücret artışı istemek sorumsuzluktu. Yeni Türk Lirası’na geçileceği için ulufe ister gibi, yüzde 5 ek ücret zammı istemek gülünç kaçmaya başlamıştı. Böyle bir ortamda, hükümetin kamu sektöründe ücret artışlarını yüzde 11’lerde tutması başarıdır.
Ekonomik büyüme bu yıl yüzde 10 civarında olacaktır. Gelecek yıl da ekonomik büyümenin yüzde 5 olacağı hedeflenmektedir. Hedeflenen büyümeyi bir kenara bıraksak da, yalnızca bu yıl büyümenin yüzde 10 civarında gerçekleşmesi ücret artışlarının hedeflenen enflasyondan bir miktar fazla olabileceğini haklı çıkarmaktadır.
Ortalama enflasyonu makul düzeylerde tutabilmek için her hükümet gibi, bu hükümet de düşük ücretlilere yüksek ücret artışı, göreli olarak yüksek ücretlilere düşük ücret artışı vermeyi planlamaktadır. Bu yaklaşım yanlıştır.
İlk bakışta, düşük ücretlilere daha yüksek ücret artışları vermek sosyal adalet ilkesiyle tutarlı gibi görünmektedir. Ama, çalışanlar arasında yetki ve sorumlulukları paralelinde ücret farklılığı oluşturulmayan bir yapıda çalışma şevki de kalmamaktadır. Sorumluluk almamak için yetki de kullanılmamaya başlamaktadır.
Hükümetler bu sorunu dolaylı yoldan çözmeye çalışıp yüksek ücretlilerin düşük ücretlilerle aralarındaki farkın kapanmaması için ‘ek gösterge’ ya da ‘makam tazminatı’ gibi kamu sektöründe ücret yapısını daha da bozan farklılıklar getirmeye çalışmaktadır. Sonuç aynı yere gelmektedir.
Bir genel müdür bir çaycıdan üç-beş misli ücret almalıdır. Bu ilke değiştirilemez. Değiştirildiğinde, orta dönemde çaycı nitelikli genel müdürlerle çalışmak zorunda kalırsınız. Bu da çözüm değildir.
Asgari refah düzeyi gibi bir kavramdan hareket ediliyorsa, bunun da sonu yoktur. Çünkü, refah denen kavram da görelidir. Ücret düzeyine göre yüksek ücretlilerin aleyhine ücret artışı farklılaşması yaratmak bir aldatmacadan başka bir şey değildir.
Konu, kamu sektöründeki ücret artışları olduğu için bu yaklaşımın yalnızca kamu sektöründe olduğunu sanmayalım. Özel sektörde de bu çeşit yaklaşımlar geçerli olabilmektedir. Zaten, kamu sektörü doğru yaklaşımları bulamazken özel sektörün doğru yaklaşımlar içinde olması beklenmemelidir.