BANKACILIK sektörünün durumu ve içinde yaşadığı ortam elbette biliniyordu. Ama, hiçbir şey yapılamadı. Çünkü, devletin bu konularda bir şeyler yapabilmesi için siyasi otoritenin onayı gerekiyordu. Gereken onay, o dönemlerin siyasi otoriteleri tarafından ‘‘bıçak kemiğe dayanmadıkça’’ hiçbir zaman verilmedi.
İşin bir başka yüzü daha vardı. Bankaların kabul edilemeyecek boyutlarda aldığı riskler, dönemin denetim ve gözetimden sorumlu kurumu Hazine'nin de işine geliyordu. Çünkü, daha fazla piyasa ve kur riski alarak bankalar, Hazine'nin daha makul maliyetlerde borçlanabilme olanaklarını artıyordu. Bir anlamda, kuzu kurda emanet edilmişti. Dolayısıyla, bu konuda kimsenin kimseye söyleyecek bir lafı yoktur.
BANKACILIK REFORMU
1985'den itibaren, Dünya Bankası'nın da mali katkılarıyla, Türkiye'de bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılması projesi başlatıldı. Yeni bir Bankalar Yasası hazırlandı. Batık kredilere yönelik tanımlar ve batık kredilerin tahsilatına ilişkin süreçler tespit edildi. Bankaların yeknesak muhasebe ilkeleri uygulaması başlatıldı. Banka bilançolarının bağımsız denetim kuruluşlarınca denetlenmesi ilkesi benimsendi.
Başlatılan yeniden yapılandırılma sürecinde, konu, bankaların siyasetten bağımsız özerk bir kurum tarafından düzenlenip denetlenmesine gelince, mesafe alınamadı. Siyasi otorite sahip olduğu yetkileri bırakmak istemedi. Her şey ‘‘eski tas, eski hamam’’ anlayışıyla devam etti. Siyasetçinin yetkilerini kullanmak istemediği için zor durumda bırakılmamasını sağlayacak mekanizmalar dahi icat edildi.
Böyle bir yapıda, kársızlık ortamında, bankaların gerçek işlemler yoluyla kár etmesi ilkesi ikinci plana atıldı. Bilanço oyunlarıyla ya da tahsil edilemeyen faizlerin sanki tahsil edilecekmiş gibi gelir yazılmalarıyla bankalar karlı gösterildi. Aşırı riskler alarak (piyasa, döviz kuru ve kredi riskleri) yapılan karları da bu çabaya eklemek gerekir. Tüm kamuoyu da, bankaların korkunç karlar ettiklerini sandı. Halbuki, şato kağıttandı.
2000 yılı istikrar programı uygulamaya konarken yetkililer ve IMF dahi bankacılık sektöründeki riskleri, sektörün programın uygulanmasını zora sokabileceği olasılıklarını küçük gördüler. Yanıldıkları çok açık bir biçimde ortaya çıktı.
Kár edilemeyen bankacılıkta öncelik likiditeye verildi. Yani, mevduat sahibi parasını istediği zaman bir banka mevduatı geri verebiliyorsa, sorun yok sanıldı. Doğal olarak, daha fazla mevduat toplayarak likit kalmak bankaların birinci önceliği oldu. Bazı bankalar hakim ortaklarına kredi verebilmek amacıyla mevduat toplar hale geldiler.
Devlet, 60 milyon dolara ‘‘banka tabelası’’ sattı. Hissedarın kim olduğu önemsenmedi. Tabelası için 60 milyon dolar verilen bankanın nasıl kár edebileceği hiç düşünülmedi. Özelleştirme yapılıyor sanıldı. Topun yeniden devletin kalesine gelebileceği düşünülmedi.
Her köşede şubeler açıldı. Mevduat faizleri sokaktaki herkesin hoşuna gitmeye başladı. Masraflar arttı, kárlar ya azaldı ya da zararlar oluştu. El konan bankaların son döneminde verdikleri faizlerin sektör ortalamasının üzerinde olması hiçbir zaman tesadüf değildi. Bazı bankalar diğerlerine göre mevduat toplamayı daha çok sever hale gelmişlerdi!
BDDK kurulduğunda bankacılık sektörünün içinde yaşadığı dinamiklerin durumu buydu. Bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılmasında ‘‘yumuşak iniş’’ seçeneği çoktan yitirilmişti.BDDK sektörün bütün sorunlarını kucağında buldu. İşin başında sektörün risklerini küçük gören ve Türkiye'ye milyarlarca dolar para veren IMF de bankacılığın sorunlarına kalıcı bir çözüm bulunmadan verdiği paraları geri alamayacağını biliyordu.