SEÇİMLERDEN hemen sonra yakın geçmişte kurulan özerk kurumlar üzerine spekülasyon yapılmaya başlandı. İktidar adayı partiden mikrofonu her eline alan özerk kurumların bir şekilde disipline edileceğinden söz ediyor.
Performansından memnun olunmayan kurumların başında da Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) geliyor. Açıkça da söyleniyor. BDDK'nın bankacılık sektörünü sağlığına kavuşturmak için yaptığı işlerin yüksek maliyetli olduğu iddia ediliyor. El konulan bankaların eski sahipleri ile başka bir biçimde anlaşılabilseydi, operasyonun maliyetinin çok daha düşük olabileceği söyleniyor.
Konu çok karmaşık ve aynı zamanda da çok teknik. Yine de, kamuoyunun bazı konularda temel bilgilere sahip olarak söylenenleri yorumlayabilmesinde fayda görüyorum. Çünkü, bankacılık sektörünün sorunları ve geçirdiği deneyimler iyi anlaşılıp çözümlenemezse, Türkiye'de büyüme ve istihdam uzun süre olumsuz etkilenecektir.
Yazının başlığından da anlaşılacağı gibi, bu konuda daha yazmaya devam edeceğim. Yazılarımda hiçbir banka ya da grup ima edilmemektedir. Sektörün bir kısmında geçmişte görülen hakim eğilimlerden söz edilmektedir. Yazacaklarımın sektörün tümünde geçerli olduğunu düşünmek de yanlıştır.
BANKALARIN AYRICALIĞI
Bir bankanın batması, yani borçlarını ödeyemeyecek duruma gelmesi serbestçe kullanabileceği, borçlarını ödeyebileceği parasının olmamasıyla (likidite sıkışıklığı) olur. Ticari şirketlerin aksine, bankalar sermayelerini yitirseler de, yaşamlarına devam edebilirler. Çünkü, ticari şirketlerden farklı olarak, bankalar, çoğunlukla ne olup bittiğinden habersiz tasarrufçulardan mevduat toplama yetkisine sahiptir. Yani, bankalar taze paraya ihtiyaçları olduğu kadar mevduatlarını artırabiliyorlarsa, yaşamaya devam ederler. Nereye kadar?
Türkiye'de tasarrufçular bankalara emanet ettiği paraların devlet garantisi altında olduğuna güvenerek, mevduatına yarım puan fazla veren bankaya yönelebilmektedir. Dolayısıyla, piyasanın biraz üzerinde faiz vererek bir bankanın mevduatlarını artırabilmesi hiç de zor bir iş değildir. Sorun, toplanan mevduatları kullanarak bankanın ne düzeyde bir getiri elde edeceğidir.
Bankaların topladıkları mevduatları yatırdıkları alanlarda getiriler piyasada oluşur. Tüm bankalar aynı risk düzeyinde yaklaşık aynı getiriyi elde ederler. Dolayısıyla, mevduatı pahalı toplayan bankalar diğerlerine göre ya daha az kar ederler ya da zarar ederler.
Toplanan mevduatların bankanın hakim ortağının şirketlerine kredi olarak verilmesi (grup kredileri) durumunda, olay biraz daha farklıdır. Gruba verilen kredilerin genellikle vadesi yoktur. Vade geldikçe yenilenir. Şirketlerin faiz borcu yeni kredi gibiymiş gibi gösterilip grup kredileri artmaya başlar. Bankaya nakit para girişi azalır. Gösterilen karlar bankaya giren taze paralardan değil, muhasebe içinde fiktif olarak oluşmaya başlar. Harcamalar nakit, gelirler giderek hesaben olmaya başlar. Likidite sorunu çıkar.
Banka kar edemediğinde, grup kredilerine işletilen faizler yükseltilerek banka kar ediyormuş gibi gösterilir. Bu kez, krediye dönüşen faiz borçları nedeniyle grup kredileri fiktif olarak artarken, grup şirketlerinin mali yapıları bozulmaya başlar. Bu, mevduatları kendisinin sanmanın ya da kendi şirketlerine sermaye olarak görmenin doğal sonucudur.
Bir noktada grup şirketlerinin bankaya olan borçlarını ödeyebilme olanağı kalmaz. Ama, banka yeni mevduat toplayabildiği sürece bu oyuna güle oynaya devam edebilir. Oyunun bu şekilde devam etmesinin tüm ekonomi için önemli sonuçları vardır.