GELİŞMİŞ ülkelerde yaşananlar tüm dünyada bankacılığı radikal bir biçimde değiştirecek gibi görünüyor. Yalnızca iş yapma biçimleri değil, finans kurumlarının yatırımları da eskiye göre çok daha fazla mercek altına alınacak.
Çok arzulanmasa da, finans sistemini gözetip denetlemekle sorumlu kuruluşlar çok daha fazla müdahaleci olacaklar. Risk ve likidite kavramaları yeniden tanımlanacak. Sistem ve yatırım riskine dayalı "sermaye yeterliliği" kavramı çok daha fazla öne çıkacak.
İstesek de, istemesek de, gözetim ve denetim kurumları tepkisel davranacaklar. Tepkiselliğin makul ölçülerde kalması için bazı vazgeçilemeyecek ilkelere bağlı kalmak önem taşıyor. Ne yapılırsa yapılsın, finans sisteminin rekabetçi bir ortamda çalışmasından ve esnek olmasından ödün verilmemeli. Çünkü, bu iki önemli ilke göz ardı edildiğinde, ekonomilerin tümü zarar görür. Üzüm yemek isterken, bağcıyı dövmek yanlış olur.
RİSK ALGILAMASI
İngiliz Financial Times gazetesi yazarı Martin Wolf’un dediği gibi, sermaye yapısına bakılmaksızın, "bankalar devletin iştirakleridir."
Bankaların batması halkın parasının kaybolması anlamına geldiğinden, hiçbir devlet bankaların batışına seyirci kalamaz. Kural, halkın parasını kurtarıp bankaların sermayedarlarına yardım etmemek, hatta yardım ediyormuş gibi görünmemektedir. Bu nedenle, bankalar devletin iştirakleridir.
Finansal sistemin bir kamu kurumu tarafından gözetlenip denetlenmesinin ardında da halkın tasarruflarının batmasına göz yumulamayacağı ilkesi yatar. Denetim otoriteleri bir yandan halkın tasarruflarının kaybolmasının önüne geçerken, diğer taraftan finans kurumlarının devlete (vergi verenlere) yaslanmak zorunda kalmalarının olasılığını düşürmeye çalışırlar. O halde, denetim otoriteleri, finans kurumlarının kendi kendilerine ölçtükleri risklere bakarak değil, otoritenin kendi ölçtüğü risklere bakarak bankaları değerlendirmelidir. Kredi derecelendirme kuruluşları bunu bir anlamda ekonomik birimler bazında yapıyorlar. Ama, sorun, bireysel değil, sistem riskleridir.
En az sermaye ile en fazla yatırım yaparak kárlarını azamiye çıkarmaya çalışan bir ortamda, "risk alma" kararlarıyla "yapılan yatırımların risklerinin ölçülmesi" kararları aynı kurum içinde yapıldığında, "ahlak çöküntüsü" yaşanması kaçınılmazdır.
Hiçbir finans kurumu para batırmak için risk almaz. Ama, daha fazla kár edebilmek için alınan riskleri gerçekte olduğundan daha düşük algılamak insanın doğasında vardır. Risk ölçümü işlevinin aynı kurum içinde idareden bağımsız bir başka bölüm tarafından yerine getirilmesi de yeterli olmayabilir. Çünkü, riski ölçenler de aynı tastan (kár pastasından) geçimlerini sağlıyorlar. Çalıştıkları kurumların daha fazla kar etmesi de risk ölçenlerin amaçları içinde yer alıyor, almalıdır da.
RİSK-SERMAYE DENGESİ
Bu yaklaşım denetim otoritelerinin finans kurumlarının günlük çalışmalarına ya da iş stratejilerine burunlarını sokması anlamına gelmez. Aksine, finans kurumlarının daha az riskli çalışmaları yönünde alınabilecek çok daha kısıtlayıcı önlemlerin yerine geçer.
Risk çalışma sermayesi düzeyine göre alınması gerektiğine göre, finans kurumlarından ya riskleri iyi ölçüp makul bir sermaye istenecektir, ya da risklerin iyi ölçülemediğini kabul edip gereksiz olabilecek düzeyde sermaye istenecektir.
Risk-sermaye dengesi iyi oturtulamadığında, ya finans kurumlarının batmasına davetiye çıkarılır ya da finans sisteminin rekabetçi ve esnek olması ilkesi göz ardı edilmiş olur. Dolayısıyla, risklerin sistem bazında, doğru ve tarafsız bir gözle ölçülüp finans kurumlarının yatırım kararlarının ayrılmaz bir parçası yapılması yeni dönemde gözetim ve denetim otoritelerinin en önemli görevlerinden biri olacaktır.