GELİŞMİŞ ülkelerin finans piyasalarında yaşananlardan herkes dersler çıkarmaya çalışıyor. Risk idaresinin bu denli geliştiği bir dönemde, risklerin gerçekleşmesiyle finansal kurumların içine düştükleri durum etraflıca sorgulanıyor.
Bankacılık "risklerin yönetimidir" diye tanımlanır. Ama, geçenlerde, bir uluslararası toplantıda tanınmış bankacılardan biri bankalarda "risk kültürünün oluşturulması" gereğinden söz etti. Demek ki, bankalar aldıkları risklerin farkında dahi değiller!
RİSK ÖLÇÜMÜ
Alınan risklerin ölçülmesi ve raporlanması bir iş, ölçülen risklere dayanarak yatırım kararları vermek bir başka iştir. Artık finansal kurumlar, iyi ya da kötü, bilançolarındaki riskleri ölçebiliyorlar ve raporluyorlar. Ölçülen risklerin yatırım kararlarında kullanıldığını söylemek, yaşananlara bakılırsa, biraz zor.
Risklerin gerçekçi ölçülebilmesi ise bir başka sorun. Son yıllarda risk ölçüm modelleri çok gelişti ve karmaşıklaştı. Ama, istatistiksel modellerin yeterli olduğunu savunmak zor. En gelişmiş istatistiksel ve ekonometrik modeller dahi, insan davranışlarını tahmin etmekte başarısız kalıyorlar. 20. yüzyılın ilk yarısında, Keynes, insanların "hayvansal duyguları" modellenemez diye konuyu özetlemişti.
Uygulamadaki modellerin belli şokların etkilerini ölçmede (stres test) yeterli ve tatminkar olması halinde de, kullanıcılar çıkan riskin büyüklüğü karşısında modele verilen şokun ne denli gerçekçi olduğunu sorgulamaya başlıyorlar. Kısacası, bu kez kullanılan modeller ciddiye alınmıyor. Bir anlamda, risk alınmak isteniyor, ölçüm o paralelde yapılıyor.
İster modellerin yetersizliğinden, ister modellere güvenmemekten olsun, uygulamacıların riskleri görmezden gelmelerinin ana nedeni kısa vadede çok kár etme dürtüsü. Ne denli az risk alınırsa o denli az sermaye ile çok iş yapılabiliyor. Kuralların üzerinde sermaye bulundurmak bankacılar için sermayenin israfı anlamına geliyor. Sermayenin israfı daha az kár elde etmeye razı olmak oluyor.
O halde, temel dürtü, alınan riskleri küçük görüp toplam yatırımları mümkün olan en az sermaye ile gerçekleştirmek oluyor. Karışıklık (türbülans) çıktığında, doğal olarak finansal kurumlarda sermaye yetersizliği baş gösteriyor. Gelişmiş ülkelerde bugünün de en büyük sorunu bu.
AZ İŞ ÇOK SERMAYE
Karışıklık dönemlerinde, hiçbir sermaye düzeyi bir banka için yeterli olmuyor. Böyle bakıldığında, bir uçta, bankaların sermayeleri kadar risk almaları gereği ortaya çıkar. Bu komiktir. Bu, bankacılık değildir.
O halde, bankacılık yapmak için bankalar sermayelerinin kaç katı risk almalıdırlar? Bu soruya yanıt, bütün dünyada gözetim ve denetim otoritelerinin, alınan riskleri ölçülmesi kaydıyla, bir kurala bağladıkları "sermaye yeterlilik oranı" olarak özetlenebilir. Ama, görüldü ki, risklerin ölçülmesinde, çeşitli nedenlerle yetersiz kalındığında, bu yaklaşım da işe yaramıyor.
Yaşananlardan gözetim ve denetim otoriteleri de mutlaka kendilerine göre dersler çıkaracaklar. Çıkaracakları dersler bu kurumları daha tutucu hale getirecek. Otoriteler kaçınılmaz olarak bu konulara tepkisel yaklaşacaklar.
Bankalardan bir şekilde daha yüksek sermaye yeterliliği istenecek. Risklerin ölçülmesi yönünde yeni yaklaşımlar geliştirilecek. Finansal sistemde "likidite" kavramı bir kez daha masaya yatırılacak.
Önümüzdeki dönemde bankacılık daha az karlı bir iş kolu haline gelebilir. Ama, bankacılığı daha az karlı hale getirmek risk-sermaye karışımını mutlaka daha doğru tespit etmeye yeterli olamaz. Aksine, daha düşük karlılık bankaları daha da kırılgan hale getirebilir.