25 Şubat 2008
DÜNYANIN büyük ekonomilerinin durgunluğa (resesyon) girdiği yönünde henüz elimizde ikna edici bir data yok. Ama, birçok gösterge ekonomik büyümenin yavaşlamakta olduğu yönünde işaretler veriyor. 2007 yılının tümünde ortalama yüzde 2.2 büyüyen Amerikan ekonomisinin yapılan ilk ön tahminlere göre, yılın son üç ayında yüzde 0.6 büyüdü. Bu rakam Amerikan ekonomisindeki büyümenin hızla düştüğünü gösteriyor. Büyümedeki düşüşün 2008 yılında da devam etmesi bekleniyor.
Euro bölgesinde 2007 yılının üçüncü çeyreğinde ortalama büyüme yüzde 2.7 olmuştu. Son beş yılın ortalaması ile karşılaştırıldığında, Euro Bölgesi’ndeki büyümenin şikayet edilecek bir tarafı yok. 2007 yılının son çeyreğine ilişkin milli gelir bazında elimizde henüz bir veri yok. Yılın son ayında sanayi üretimindeki büyümenin Euro Bölgesi’nde yıl ortasındaki yüzde 3 civarındaki düzeylerden yüzde 1.3’e düştüğünü biliyoruz.
Japonya’da da ekonomik büyümenin düşmekte olduğu yönünde Japon Merkez Bankası’nın bazı gözlemleri var.
İngiltere’de 2007 yılının üçüncü çeyreğinde büyüme yüzde 3.3 oldu. Yılın son çeyrek verisini henüz bilmiyoruz. Ama, 2005 yılının ikinci çeyreğinden 2007 yılının üçüncü çeyreğine kadar ekonomik büyümede bir hızlanma olduğunu biliyoruz. 2007 yılının son çeyreğinde İngiltere’de imalat sanayi üretimi bir önceki çeyreğe göre yüzde 0.7 düştü, ama bir önceki yılın aynı çeyreğine göre, toplam sanayi üretimi yüzde 1.4 büyümeye devam etti.
İKİSİ BİRDEN
Uluslararası finans piyasalarındaki karışıklık, risklerin artması, likidite sıkışıklığının baş göstermesi ve varlık fiyatlarının düşme eğiliminin hızlanması ve bütün bunların ekonomik büyümedeki yavaşlamayı bir durgunluğa götürebileceği olasılığı özellikle Amerika ve İngiltere’de merkez bankalarının para politikalarını gevşetmelerinin en önemli nedeni oldu. Para politikalarının gevşemesi zaten artan enflasyon baskılarını daha da artırdı. Son veriler dünyanın büyük ekonomilerinde enflasyonun artmakta olduğuna işaret ediyorlar.
Amerika’da bu yılın ocak ayı itibariyle tüketici fiyat endeksindeki artış yüzde 4.3’e geldi. Üretici fiyat endeksindeki artış da 2007 yılının arlık ayı itibariyle yüzde 6’nın üzerinde kaldı. Euro Bölgesi’nde 2007 yılı sonu itibariyle ortalama tüketici fiyatlarındaki artış yüzde 3.1’e dayandı. Aynı dönemde üretici fiyatlarındaki artış da yüzde 4.3 oldu. İngiltere’de perakende fiyat endeksindeki artış bu yılın ocak ayı itibariyle yüzde 4.1’e çıktı.
Merkez bankaları sıkıştı kaldı. Enflasyondaki artışa bakıp para politikasını sıkılaştırmaya kalksalar, ekonomik durgunluğun tetikçisi olmaktan korkuyorlar. Ekonomik durgunluk olasılığını azaltmak için para politikasını daha da gevşetseler, enflasyonu daha da azdıracaklarından çekiniyorlar. Bunu bilen finans piyasaları da, merkez bankaları ekonomik durgunluğu öne çıkaran açıklamalar yaptıklarında ya da üretime yönelik veriler kötü çıktığında, para politikasının daha da gevşeyeceği beklentisine giriyorlar.
Merkez bankaları enflasyon riskini öne çıkardıklarında ya da enflasyon yüksek çıktığında, piyasalar para politikasının daha fazla gevşemeyebileceği kaygısına kapılıyorlar. Yapılan açıklamaların içeriğine ve yeni verilerin yönüne göre, piyasalar bir bu tarafa gidiyor, bir diğer tarafa. Piyasalardaki oynaklıklar ekonomik birimlerin daha da tutucu davranmalarına yol açıyor. Yatırım ve tüketim kararları erteleniyor.
Yakın döneme yönelik resim galiba biraz daha netleşiyor. Dünyanın büyük ekonomileri ekonomik yavaşlama (belki de resesyon) ile beraber yükselen enflasyonla bir süre yaşayacaklar. Bunun bizim gibi ülkeler için elbette bazı önemleri sonuçları da olacak .
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2008
GEÇENLERDE Hazine Müsteşarlığı Türkiye’nin OECD’deki kredi değerliliğinin bir basamak arttığını açıkladı. Bu iyi bir gelişme. Bundan böyle OECD üyesi olan ülkelerin ihracat kredi kuruluşlarından alacağımız kredilerin sigortalanmasında daha az prim ödeyeceğiz. Bir anlamda, bu kuruluşlardan yapacağımız borçlanmalarda maliyetimiz az da olsa düşecek.
OECD’NİN ÖNEMİ
OECD, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’nın İngilizce adının baş harflerinden oluşuyor. Türkiye bu kuruluşun en eski üyelerinden biri. Geçmişte bu kuruluşu en fazla çalıştıran üyelerden de biriydik.
1980’lere kadar yaşadığımız dış borç krizlerinde, dış borçların yeniden yapılandırılmaları ve kimsenin borç vermediği dönemde devletten devlete borçlanmaların devam etmesinde OECD Türkiye için çok önemli bir rol oynadı.
1960’ların başında OECD bünyesinde kurulan Türkiye Konsorsiyumu belli aralıklarla yaptığı toplantılarla Türkiye ekonomisini çok yakından takip etti. Dış borçlanmaların tıkandığı dönemlerde ekonomiye can suyu vermenin bir mekanizması oldu. Artık ihtiyacımız kalmadı diye OECD’deki Türkiye Konsorsiyumu’nun 1990’lı yılların başlarında kaldırılmasını talep ettik. OECD de, masrafları kısmaya çalıştığı bir dönemde memnuniyetle bizim arzumuzu kabul etti. 1994 ve 2001 krizlerinde bu oluşuma çok ihtiyacımız oldu. Özellikle, 2001 Krizi sırasında, sanki konsorsiyum varmış gibi hareket edilerek gerekli kaynaklar IMF tarafından sağlanabildi.
OECD, üye ülkeler arasında ekonomi politikalarını koordine eden bir kuruluş niteliğinde. Dış ticaret politikaları, vergi mevzuatı, kambiyo rejimi, para ve maliye politikaları gibi önemli alanlarda hem ülke içinde hem de ülkeler arasında rekabetin artması yönünde çalışmalar yapar, tavsiyelerde bulunur. Üye ülkeler belli aralıklarla farklı konularda bir araya gelerek görüş alış verişinde bulunurlar.
ULUSLARARASI REKABET
Bu konularından biri de ihracatın krediler yoluyla teşvik edilmesidir. Bir anlamda, üye ülkelerin ihracat kredi kuruluşları bir araya gelerek fiyat sabitlemesi yaparlar. Bir ülkenin kredi kuruluşunun başka ülkelere diğer ülkelerin kredi kuruluşlarından çok daha ucuz ihracat kredisi vererek uluslararası rekabetin bozulması engellenmeye çalışılır. İhracat kredilerinde yapılan sigortada primlerinin çeşitli risk basamaklarına göre tespiti de bu çerçevede yapılır.
Bu şekilde, OECD üyesi tüm ülkeler ticaret yaptıkları belli bir ülkeyi aynı risk basamağında değerlendirir. Aynı sigorta primini uygularlar. Bu yolla, maliyet farklılaştırmasının önüne geçilerek uluslararası rekabetin bozulması olasılığının önüne geçilmiş olunur.
Türkiye, son değişiklikten sonra OECD’ye üye ülkelerin ihracat kredi kuruluşları tarafından daha az riskli kabul edildi. OECD üyesi ülkelerin devletlerinin böyle düşünmesi serbest piyasada Türkiye’nin genel kredi derecelendirmesinin de yükseldiği anlamına gelmiyor. O işe kredi derecelendirme kuruluşları bakıyor. Kredi derecelendirme kuruluşları kredi notumuzu şimdilik pek değiştirmeye yanaşmıyorlar.
Bu konuya bir başka yazıda gireceğim.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2008
NÜFUS sayımı metodolojisi değişince, nüfus istatistiklerimiz de radikal bir biçimde değişti. Nüfus istatistiklerinin değişmesi işgücü istatistiklerinde de benzer bir değişimi gerektirdi. Yeni işgücü verilerini eskileriyle karşılaştırmak zorlaştı.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) aylık bazda bir önceki ve bir sonraki ayları kapsayan üç aylık ortalamalar şeklinde işgücü istatistikleri yayınlıyor. Anket çalışmalarından bulduğu eğilimleri nüfus istatistiklerine dayandırarak istihdam ve işsizlik verilerine ulaşıyor.
Nüfus bazı değişince, istihdam edilenlerin de, işsizlerin de sayısı değişti.
Yeni nüfus rakamlarına dayanan işgücü istatistikleri on iki ay geri götürüldü. Dolayısıyla, oransal istatistikler dışında, işgücü istatistiklerinin geçmiş yıllarla karşılaştırma olanağı kalmadı.
TÜİK tarafından yapılan bu çeşit zorunlu güncellemeler genel eğilimleri izleyebilmek açısından en az dört-beş yıl geriye götürülebilmeli.
Eldeki verilerle mutlak değerleri kullanan gözlemler ancak son on iki ayı kapsayabilecek şekilde yapılabiliyor. Oransal istatistikler de ise bir değişiklik söz konusu değil.
KULLANILAMAYAN POTANSİYEL
2007 yılının son çeyreğinde, 2006 yılının son çeyreğine göre,
Türkiye’nin kurumsal olmayan sivil nüfusunun yüzde 1.1 arttığı kabul ediliyor. Aynı kapsamdaki erkek nüfus yüzde 1 artarken, kadın nüfus yüzde 1.2 artıyor.
Çalışabilir nüfus olarak kabul edilen
15 yaş üzeri nüfus ise bu dönemde erkeklerde yüzde 1.4, kadınlarda ise 1.7 artıyor. Geçmişteki daha yüksek nüfus artışları şimdi çalışabilir nüfus artışının daha yüksek olmasını sağlıyor.
Çalışabilir nüfus hem erkeklerde, hem de kadınlarda yüzde 1.5 civarında arttığı halde, bu dönemde kendini
işgücünde kabul eden erkek sayısı yüzde 0.07 artarken, kadın sayısı yüzde 4.8 düşüyor. Yani, çalışabilir yaşa geldikleri halde, daha az kadın kendini işgücünün bir parçası görüyor. İşgücü piyasasını terk ediyor.
2007 yılının son çeyreğinde, bir önceki yılın aynı dönemine göre,
erkeklerin istihdamı yüzde 0.8, kadınların istihdamı ise yüzde 4.5 düşüyor. Doğal olarak erkeklerde işsizlik 9.2’den yüzde 9.9’a yükselirken, kadınlarda işsizlik oranı yüzde 11’den 10.7’ye geriledi. Erkeklerdeki işsizlik oranının göreli olarak az artması ve kadınlardaki işsizlik oranının azalmasındaki tek neden
çalışma yaşındakilerin daha fazlasının kendini işgücünde görmemelerinden kaynaklanıyor. Nüfus artıyor, piyasa küçülüyor.
Çalışma yaşındaki hem erkek hem de kadın nüfus ortalama nüfus artışının üzerinde arttığı halde, işgücüne katılımda oransal bir azalma söz konusu. Grafikten de görüldüğü gibi,
2005 yılının ortasından bu yana erkeklerde (sol eksen),
2003 yılından bu yana kadınlarda (sağ eksen)
işgücüne katılım oranı giderek düşüyor.
Bu rakamlarla, asıl sosyal sorunun işsizliğin de ötesinde, işgücüne katılımdaki düşme eğilimi ve düşüklük olduğu daha iyi anlaşılıyor. Geçen yılın son çeyreği itibariyle,
çalışabilir yaştaki erkeklerin yüzde 64’ü, kadınların ise ancak yüzde 21’i istihdam ediliyor. Türkiye’nin en büyük potansiyelinin genç nüfus olduğunu düşünüyoruz, ama potansiyelin yarısını bile kullanamıyoruz.
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2008
GELİŞMİŞ ülkelerde yaşanan çalkantılar Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere bugüne kadar aynı boyutta yansımadı. Her an her şey olabilir beklentisiyle ekonomik birimler doğal olarak tetikte. Çeşitli senaryolar tartışılıyor. Çok fazla senaryo da yok. Basitleştirip özetlersek, gelişmiş ülkelerin finans piyasalarındaki çalkantılar gelişmekte olan ülkelere ya yansıyacak ya da yansımayacak. Ama, bazı ülkeler zaten bozulan makro dengeler yüzünden çalkantıya davet çıkarıyorlar.
Maalesef, bu ülkelerin çoğu da bizim çevremizde. Doğrudan Türkiye ekonomisine yönelik risklerin göreli olarak daha az olduğunu düşünsek de (ki pek öyle görünmüyor), etrafımızdaki ülkelerin risklerinin artması dolaylı olarak bize yönelik riskleri daha da artırabilir. Hatırlanacak olursa, Güneydoğu Asya ekonomilerinde 1997 yılında çıkan kriz bizi fazla etkilememişti, ama 1998 yılındaki Rusya Krizi Türkiye ekonomisini çok daha fazla hırpalamıştı.
BULGARİSTAN VE ROMANYA
Tüm ülkelerde benzer bir hikaye var. Yabancı yatırımların artması ve iç talep genişlemesiyle enflasyon artıyor. Cari işlemler açığı tehlikeli boyutlara geliyor. Büyüme yüksek. Bu eğilim arttıkça, riskler de doğal olarak artıyor. Yabancı yatırımcıların sevdiği yüksek ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği sorgulanmaya başlıyor.
Komşumuz Bulgaristan’da cari işlemler açığı milli gelirlerinin yüzde 21.6’sına geldi. Dış borçlarının milli gelirlerine oranı yüzde 94’e dayandı. Ekonomi yüzde 6’nın üzerinde büyüyor. Enflasyon yüzde 2’lere kadar inmişken, şimdi yüzde 8’i zorluyor.
Ülke riskinin piyasa bazlı bir göstergesi olarak kabul edilen, bir anlamda, 5 yıl vadeli dış borçlanmada sigorta primi olarak kabul edilen fiyat (credit default swap spread primle Amerikan bono getirisi arasındaki fark) Bulgaristan için bir ara eksiye düşmüşken ocak ayında 200 baz puanı geçti. Bugünlerde 155 baz puan civarında. Yani, uluslararası yatırımcı açısından, Bulgaristan ekonomisi şimdi daha riskli bir hale geldi. Bu fiyatın artması gelişmiş ülkelerdeki çalkantının da bir sonucuydu.
Romanya’da cari işlemler açığı 2006 yılında 12.6 milyar dolarken, 2007 yılında 23.3 milyar dolara fırladı. Cari işlemler açığının milli gelirlerine oranı yüzde 15’e yaklaştı. Yıllık enflasyon bir yıl önce yüzde 3’lerdeyken, şimdi yüzde 7’nin üzerine geldi. Dış borçları milli gelirlerinin yüzde 43’ü civarında ve yükselme eğiliminde. Ekonomik büyüme yüzde 6’ya yaklaşıyor. Risk primi 161 puan civarında.
RUSYA
Rusya ekonomisi daha da tehlikeli sinyaller veriyor. Enflasyon yüzde 12.6’ya geldi. Petrol gelirleri nedeniyle dış ticaret fazlası oldukça büyük, ama hızla eriyor. Küçümsenmeyecek bir ithalat patlaması yaşıyorlar. Toplam ihracat gelirlerinin üçte ikisi petrol gelirleri. Yüksek petrol gelirlerine rağmen, cari işlemler açığı milli gelirlerinin yüzde 17’sinden yüzde 6’sına geldi. 2009 yılında bu düzeydeki petrol gelirleriyle Rusya ekonomisinin cari işlemler açığı verebileceği tahminleri yapılıyor. Rusya’nın risk primi bugünlerde 133 baz puan civarında.
Gelişmiş ülkelerde yaşanabilecek ekonomik durgunlukla petrol fiyatlarının düşmesi Rusya ekonomisini sarsabilecektir. Dış borçlanmada yaşanabilecek bir tıkanıklığın Rusya’da bir bankacılık krizine dahi yol açabileceği söyleniyor. Ama, ekonomi şimdilik yüzde 7.5 civarında büyüyor. Petrol fiyatlarının da şimdilik düşmeye pek niyeti yok.
Bu ülkeler Türkiye ekonomisi için dolaylı bir biçimde risk oluşturuyorlar. Bir de, yabancı yatırımcılar gözünde doğrudan kendi riskimiz söz konusu. Risk primi Türkiye için bugünlerde 233 baz puan civarında. Dikkat edilmesi gereken bir dönemden geçiyoruz.
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2008
YAKIN zamana kadar Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) son beş yıldır uyguladığı para politikası eleştirildi. FED’in efsanevi Başkanı Alan Greenspan’in kısa vadeli faizleri çok uzun süre çok düşük tuttuğu tartışıldı. Yanlışın faturası olarak enflasyonist baskılar, varlık fiyatlarının şişmesi ve bugünlerde yaşanan kaos gösterildi. FED faizleri artırmaya başladı. Yeni Başkan döneminde de faiz artırımı bir süre devam etti. Bu kez daha önce öngörülmemiş sorunlar su üzerine çıkmaya başladı. FED kısa vadeli faizleri yeniden indirmeye başladı.
Geçmişte FED’in kısa vadeli faizleri çok uzun süre çok düşük tuttuğu için eleştirenler şimdi FED’in faizleri yeniden çok düşük düzeylere (reel faizler negatif olacak şekilde) indirmesi gerektiğini savunuyorlar.
ALFA YARATMAK
Makro ekonomik sonuçları bir tarafa, çok düşük faizler dünya finans piyasalarında ahlak çöküntüsü yarattı. Finans kurumlarının risk idaresi ilkeleri bir tarafa atıldı. Önüne geçene kredi verip bilançoları büyütmek bir kural haline geldi. Kredilerden elde edilen mutlak getirilerin düşmesinin önüne geçmek için kredi portföyünün riskleri hesaba katmadan büyümesi hedeflendi. Konut kredileri krizi oluştu.
Düşük faizler kredi piyasası dışındaki piyasalarda da kár etme baskısını artırdı. Her kurum piyasa ortalamasının üzerinde getiri (alfa) elde etmeye çalıştı. Varlık fiyatlarının şişmesi (borsaların ve konut fiyatlarının artması gibi) bu baskının en doğal sonucu oldu. Ama, varlık fiyatlarının şişmesinin de ötesinde, risk idaresinin rafa kaldırılması yanında, piyasaların ve piyasalardaki oyuncuların ahlakı da bozuldu. Societe General’de düşük düzeyde bir çalışanın bankayı 5 milyar Euro gibi bir zarara uğratması bunun en iyi örneklerinden biriydi. Böyle başka olayların olup olmadığını henüz bilmiyoruz.
Finans piyasalarında yaşanan son olaylara topluca bakıldığında, finans kuruluşlarının düşük getirilere tahammülü olmadığı anlaşılıyor. Her ne pahasına olursa olsun, hangi makro ekonomik şartlarda olursa olsun, mutlak olarak bir önceki yıldan daha fazla kár etmek finans piyasalarının birinci önceliğiymiş gibi görünüyor. Bu öncelik çerçevesinde, riske bakış da farklılaşabiliyor, operasyonel kontroller de gevşeyebiliyor. Piyasadaki tüm kurumların alfa yaratamayacağı gerçeğini gözetim ve denetim kurumlarının da göz ardı etmiş oldukları artık açığa çıktı.
PAY SAHİPLERİ
Çoğu çevrelerde düşük kar potansiyelinin yol açtığı ahlak çöküntüsünün nedeni olarak finans kurumlarında çalışanların teşvik edilme mekanizmaları tartışılıyor. Bu doğrudur, ama resmin tamamı değildir.
Bir taraftan çalışanlar uygulamadaki teşvik mekanizması çerçevesinde kendi gelirlerini azamiye çıkarmaya çalışırlarken, finans kurumlarındaki pay sahipleri de kendi getirilerini azamiye çıkarmak için yönetimleri baskı altında tutma eğilimindedirler. Doğal olarak da, uygulamadaki teşvik mekanizmaları pay sahiplerinin dürtülerini de yansıtıyor. Çünkü, onlar da riske bakmaksızın elde ettikleri alfa’ları azamiye çıkarmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla, sorgulanması gereken yalnızca finans kurumlarının idarecileri değil, aynı zamanda bu kurumların pay sahipleri (kontrol hisseleri sahipleri) de olmalıdır.
Tekrar başa dönersek, düşük faizlerin finans piyasalarındaki ahlak düzeyini düşürdüğü sonucuna varılabilir. Faizler yeniden indirilmeye çalışılmaktadır. Yani, yeniden başa dönülüyor. Başa dönme çabaları bazı soruları da gündeme getiriyor.
Aynı yapı içinde, başa dönmek ileride aynı sorunları yeniden yaratmayacak mı? Zaten öz kaynaklarını neredeyse yitirerek hisse sahiplerine küçümsenmeyecek bir darbe vurmuş olan finans kurumları yeniden spekülatif girişimlerde bulunmayacaklar mı?
Galiba, önce sistem risklerini ölçmeyi ve bu risklerin azami sınırlarının boyutlarını tartışmalıyız.
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2008
BANKACILIK sektörünü kendi ayakları üzerinde sağlam durmasını sağlayan iki önemli destek vardır: sermaye ve likidite. İkisi de bankaların sağlığı açısından olmazsa olmaz olgulardır. Sermaye ve likiditenin önemi son bir yıldır Amerika ve Avrupa’da yaşanan olaylarla çok daha iyi anlaşıldı. Dünyanın en büyük bankaları, sağlam sanılırken, sermaye dilenmeye başladılar. UBS gibi bir bankanın piyasa değeri yarı yarıya düştü. Dünyada likidite bolluğundan söz edilirken, bankalar karşılıklı birbirlerine olan borçlarını ödeyebilsinler diye merkez bankaları piyasalara para pompalamak zorunda kaldılar.
İşler kötüye gittiğinde, bankalarda hiçbir sermaye düzeyi yeterli olmayabilir. Hiçbir likidite düzeyi bankaları yüzdürmeye yetmeyebilir. Bankacılığın esası borçlanılan paranın borç verilmesine dayanır. Borç verilen para geri tahsil edilemeden borçlanılan paranın geri ödenmesi söz konusu olabilir. Sermayenin düzeyi borçlanılan para miktarını belirlerken, likidite borç verilen para geri dönmeden borçların ödenebilme kabiliyetini gösterir.
KÖTÜYE HAZIRLIK
Uluslararası piyasalar zor bir dönemden geçiyor. Kimin ne zaman daha fazla sermaye ve daha fazla likiditeye ihtiyacı olacağının önceden kestirilemediği bir dönem yaşıyoruz. Bugüne kadar yurt dışındaki krizin Türkiye’ye yansıması göreli olarak çok ılımlı oldu. Ama, Türkiye’deki bankalar da çok daha kötüye hazır olmak zorundalar.
Son yedi yıldır Türkiye’deki bankaların doğru yönde aldığı yol küçümsenemez. Bankalarımızın sermaye yapıları 2001 yılı öncesine göre çok daha sağlam hale geldi.
Bankalarımız geçmişe göre likiditelerine çok daha fazla önem veriyorlar. Çeşitli riskleri çok daha iyi idare edebilecek bir konuma geldiler. Zor, ama zorunlu yapısal değişimin sonunda, bugünkü ortamda, bankalarımız gerçek anlamda çok daha kárlı bir yapıya kavuştular.
Geçenlerde Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) Başkanı bankalarımızın 2007 yılı içinde elde ettikleri kárları hissedarlara temettü olarak dağıtmak yerine bünye içinde bırakmalarını tavsiye etti. Tavsiye çok yerindeydi.
Bankaların temettü dağıtması likiditelerini azaltan, öz kaynaklarını düşüren bir uygulamadır. Halbuki, içinde yaşadığımız şartlarda, bankalarımızın en ihtiyacı olduğu şeyin sağlam sermaye yapısı ve yüksek likidite olduğu unutulmamalı. Dolayısıyla, bankacılık sektörünün sağlığı açısından, bugünkü ortamda, geçen yıl elde edilen kárların bünyede bırakılması ileride doğabilecek risklere karşı bankalarımızı çok daha sağlam bir konumda tutacaktır.
Bu açıdan, BDDK Başkanı’nın tavsiyesi, bir tavsiyeden de öte, bankalarımız tarafından gayri resmi bir talimat olarak alınmalıdır.
KAMU BANKALARI
Bu tavsiye yalnızca özel sektör bankaları ile de sınırlı olmamalıdır. 2001 yılı ve sonrasındaki sermaye artışları ve devletin eski borçlarını kapatmasıyla bilançolarını düzelten kamu bankaları da bu tavsiyeye uymalıdır.
İşler kötüye gittiğinde, onların da sermayeye ve likiditeye ihtiyaçları olacaktır. Onlar hastalanırsa, tüm sektör de hastalanır.
Son yıllarda, devlet, kamu bankalarından oldukça yüksek miktarlarda temettü aldı. Kamu bankalardan alınan temettü bütçe gelirleri arasına girer. Devletin kamu bankalarından gelecek temettüden feragat etmesi bütçe gelirlerinin azalması anlamına geleceğinden, devleti ikna etmek ya da devletin BDDK Başkanı’nın tavsiyelerine uyması zor görünüyor.
Dolayısıyla, BDDK, Başkanı’nın yaptığı tavsiyeyi resmi bir talimat haline getirmesi gereklidir. Biz gayri resmi tavsiyelerden değil, ancak resmi talimatlardan anlarız.
Unutmayalım ki, işler karışıp bankacılık sektörü bir kez daha zor duruma düşerse, bunun sorumlularından biri de BDDK olacaktır.
İşler kötüye gitmezse de, daha yüksek sermaye ve daha fazla likidite hiçbir bankayı zor durumda bırakmaz! Kaldı ki, böyle bir uygulama Türkiye’deki bankacılık sektörünün uluslararası itibarının artmasına katkıda bulunacaktır.
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2008
TÜRKİYE ekonomisinin cari işlemler açığı 2007 yılında 38 milyar dolar oldu. Yılın tümüne yönelik milli gelir rakamlarını henüz bilmesek de, bu rakam tahminen milli gelirimizin yüzde 8’i civarına geliyor. Nereden bakarsak bakalım, ekonomi yüksek bir cari işlemler açığı veriyor. Cari işlemler açığı ile başı dertte tek ülke biz değiliz. Rusya hariç, Avrupa’daki tüm gelişmekte olan ülkeler (emerging markets) cari işlemler açığı veriyorlar. Bazı ülkelerin açıkları göreli olarak bizden çok daha büyük.
AVRUPA RİSKLİ
Tablo’da Avrupa’daki gelişmekte olan ülkelerin cari işlemler dengesinin milli gelirlerine oranı veriliyor. Polonya ve Rusya hariç bu ülkelerin tümü Türkiye’ye göre çok küçük ülkeler. Ama, bazılarında cari işlemler açığının geldiği göreli yükseklik korkutucu boyutlarda.
Örneğin, Bulgaristan ve Latvia ekonomilerinde cari işlemler açığı milli gelirlerinin beşte birini aşmış durumda. Estonya, Litvanya ve Romanya’da bu rakam yüzde 10’un üzerinde. Hırvatistan bizim düzeyimizde. Macaristan, Polonya, Slovakya ve Ukrayna’da ise çok daha makul düzeylerde. Rusya’nın ise cari işlemler fazlası var.
Avrupa kıtasındaki gelişmekte olan ülkeler, aslında diğer gelişmekte olan ülkelerden çok farklı bir yapıdalar. Asya ve Latin Amerika’daki gelişmekte olan ülkeler cari işlemler fazlası verirken, Avrupa’dakiler cari işlemler açığı veriyorlar. Tablodaki cari işlemler açığı veren ülkelerin ortalama açıklarının milli gelire oranı yüzde 7.3 civarında. Doğal olarak bu ülkeler son yıllarda diğerlerine göre çok daha fazla yabancı mali kaynak çekiyorlar.
Rusya bu ülkeler içinde çok farklı bir konumda. Rusya’nın petrol üreten bir ülke olması ve petrol fiyatlarının yüksekliği Rusya’yı farklı kılıyor. Rusya’nın toplam mal ihracatı gelirlerinin yaklaşık üçte ikisi petrol gelirlerinden oluşuyor. Son yıllarda Rusya petrolden gelen gelirlerini hızla harcamaya başladı. Üç yıl önce, milli gelirlerinin yüzde 20’sine dayanan cari işlemler fazlası yüzde 6’ya geldi. Petrol fiyatlarının yüksekliğine rağmen, 2009 yılından itibaren Rusya’nın da cari işlemler açığı vereceği tahminleri yapılıyor.
RUSYA VE KOMŞULAR
Uluslararası yatırımcılar tarafından gelişmekte olan ülkeler içinde en yüksek riskli ülkelerin Avrupa kıtasında olduğu düşünülüyor. Biz, cari işlemler açığımızın geldiği göreli boyutu sorunsuz idare edebilsek de, Avrupa’nın orta boy gelişmekte olan ülkelerinin birinde ya da komşularda çıkacak sıkıntıların, uluslararası yatırımcıların tercihlerindeki değişmeyle, çok kolay bize de bulaşması söz konusu olabilecektir. Bu açıdan, kötü bir mahallede oturmaktayız.
Baltık ülkeleri ile Macaristan Çek Cumhuriyeti’nden bize olumsuzluk gelmeyebilir. Ama, Rusya, Polonya, Bulgaristan ve Romanya dikkatle takip etmemiz gereken ülkeler arasındadır. Önümüzdeki dönemde, Rusya, Romanya ve Bulgaristan bizim için de büyük riskler taşımaktadır. Bu konuyu bir başka yazıda irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2008
GEÇTİĞİMİZ hafta "rüşvet yasaktır, ama bahşiş kabul edilebilir" gibi görüşler basında çıktı. Tapu dairelerinde memurlara açıktan verilen paralar "rüşvet" değil, "bahşiş" kapsamında değerlendirildi. Bu yaklaşımda şaşılacak bir taraf yok. Lokantada garsona verilen bahşişle bir kamu hizmeti alırken ya da tapu dairesindeki memurlara verilen para aynı kefeye konduğunda, bizlere özgü bir kavram yaratmış oluyoruz.
Aslında, "bahşiş, rüşvetin kıyafet değiştirmiş halidir." Doğu toplumları işi kılıfına uydurmak için rüşvete bahşiş demektedirler.
KAMUDA BAHŞİŞ!
Lokantada garsona verilen bahşiş çok farklı bir kavramdır. Müşterilerin daha iyi servis alabilmeleri için işletmeci tarafından yaratılmış bir ödül sistemidir. Batıda garsonlara verilen bahşişin vergi mevzuatında dahi yeri vardır. Çoğu ülkede garsonlar asgari ücretle çalışırlar. Asgari ücret vergiden muaf dahi olsa, kazandıkları bahşişe karşılık olarak götürü bir vergiye muhatap olurlar. Vergi mevzuatına konu olmayan her türlü gelir bu anlamda "rüşvet" kapsamına girer.
Rüşvet bir rant geliridir. Otoritenin gelişi güzel kullanılmasına yol açan fiyat mekanizmasının bir parçasıdır. Otoriteyi amaçları dışında kullanmak anlamına gelir. Doğu toplumlarında, rüşvet uygulaması yaygınlaştırılarak "bahşiş" adı altında, herhangi bir rant söz konusu olmadığı halde, bazı devlet görevlilerine ek gelir sağlanması söz konusu olmaktadır. Doğal olarak, kamuda bahşişin de yeri yoktur.
Bir gayrimenkulun el değiştirmesi konusunda, alıcı ve satıcı arasında anlaşmaya varıldığında, tapu dairesinin herhangi bir otorite kullanması söz konusu değildir. Tapu dairesi alım-satım işlemini kayda geçirmekle sorumludur. Bahşişlik bir konu yoktur. Ama, işlerin hızlanması için işlemin rüşvetlik (bahşişlik) bir yanı olabilir.
Gümrüklerde ithal edilen malın ülkeye sokulması aşamasında da "bahşiş" söz konusu olabilmektedir. Her şey mevzuata uygun olduğu takdirde, bu işlemin de bahşişlik bir tarafı yoktur. Ama, farklı açılardan rüşvetlik (bahşişlik) bir yan bulunabilir.
NEYİ TARTIŞIYORUZ?
Adına ne dersek diyelim, rüşvet de, bahşiş de rekabeti yaralayan unsurlardır. Yatırım ortamını bozan, iş yapmayı pahalılaştıran, kayıt dışılığı özendiren mekanizmalardır. Rüşvet ya da bahşiş, verenin de, alanın da devlette beyan edemeyeceği gelirlerdendir. Devlete beyan edilemeyen her türlü gelir ya da gider en geniş anlamıyla "kara para" sınıfına girer. Daha dar anlamda, bunlar kayıt dışı gelir ya da giderlerdir. Zaten, rüşvet-bahşiş olgusunun en fazla rastlandığı alanlar da kayıt dışılığın yaygın olduğu alanlar olmaktadır.
Kayıt dışılığı azaltıp yok etmeyi hedefleyen, yatırım ortamını iyileştirmeye çalışıp yabancı yatırımcıları çekmeye çalışan bir ülkede "bahşiş, rüşvet midir?" gibi bir sorunun cevabını devletin en üst makamları düzeyinde aramaya çalışmak kayıt dışılığı azaltmaktan, yatırım ortamını iyileştirmekten ne denli uzak olduğumuza işaret etmektedir.
Halbuki, daha doğru bir yaklaşım "bahşiş, rüşvetin Arapça karşılığıdır" diyerek konunun kapatılmasıydı. Belli ki, rüşvet-bahşiş konularında da kafalar biraz karışık. Kamu hizmeti sunmada bahşişi savunmaya çalışırken, ağzımızdan çıkanı bazen kulaklarımız duymayabiliyor.
Yazının Devamını Oku