5 Mart 2008
ŞUBAT ayı tüketici fiyatları endeksi bir önceki aya göre yüzde 1.29 arttı. Herkes şaşırdı. Yıllık bazda enflasyon yeniden yüzde 9’un üzerine tırmandı. Merkez Bankası ayın ortasında kar yağışları nedeniyle şubat ayında enflasyonun yüksek çıkabileceğini tahmin etmişti. Tahmini tuttu. Dolayısıyla, ne yaptığını bilen bir izlenim vermiş oldu. Ama, para otoritesinin itibarı, iyi tahmin yapmakla değil, fiyat istikrarını sağlamakla oluşabiliyor.
KURLARA DUYARLILIK
Ortalama enflasyonu, mal bazına inip "gıda fiyatları çıktı, ayakkabı fiyatları düştü" yaklaşımıyla açıklamak kolaydır, ama çok doğru değildir. Ortalamalarda, ortalamanın üzerinde artan kalemler olacaktır, ortalamanın altında artan, hatta düşen kalemler olacaktır. Ortalamadaki yüksekliğin kabahatini ortalamanın üzerindeki artışlara yüklemek bilinenin ifşasından öteye gitmez.
Sorun, 2004 yılının ortalarından bu yana ortalama enflasyonun yıllık bazda, geçici istisnalar hariç, yüzde 7-9 arasında sıkışıp kalmasıdır. Yani, enflasyonda patinaj yapıp olduğumuz yerde kalıyoruz. Böyle olduğu halde, Merkez Bankası’nın para politikasını gevşetmekte bir sakınca görmemesi şaşırtıcıdır. Üç yıl, orta vadeli para politikası perspektifi açısından oldukça uzun bir dönemdir.
Dünyada petrol fiyatları tüm ülkeler için artıyor. Gıda fiyatları da tüm dünyada artıyor. Ama, nasıl oluyor da, enflasyon İsrail’de yüzde 3.4, Brezilya’da yüzde 4, Euro Bölgesi’nde yüzde 3.2, Amerika’da yüzde 4.2 oluyor, bizde yüzde 9’un üzerinde dolanıyor. Demek ki, fiyat istikrarı gerçekten bir hedefse, bizler bir şeyleri doğru yapmıyoruz.
Şubat ayı verilerinin şaşırtıcı yanları da vardı. Örneğin, imalat sanayinde üretici fiyatları şubat ayında bir önceki aya göre yüzde 1.64 arttı. Bu endeks döviz kuru gelişmeleriyle yakından ilgilidir. Ama, şubat ayında heyecan verici bir kur gelişmesi yaşanmamıştır. Şubat ayında ortalama döviz kurlarında küçük bir artış oldu. Şubat ayında, bir önceki aya göre, ortalama dolar kuru yüzde 1.52, ortalama Euro kuru yüzde 1.72 arttı. Bu artışlar birebir imalat sanayinde üretici fiyatlarına yansıdı. Şaşırtıcı oldu. Bu gözlem, döviz kurundaki artışlar sonucunda, küçük dahi olsalar, enflasyonist baskıların yoğunlaşabileceği olasılığını güçlendirdi. Döviz kurunun yükselmesi, gerçekten geçici de olsa, ekonomik birimlerce kalıcıymış gibi algılandığı yönünde işaretler oluşmaya başladı.
Bir başka şaşırtıcı veri üretici fiyatlarının bir alt kalemi olan enerji fiyatlarında bir aydaki yüzde 18.1 civarındaki artıştı. Bu artışın bir bölümü doğal gaz zamlarını ve TEAŞ ile TEDAŞ arasındaki fiyat ayarlamalarını içeriyor.
TABİATI İTİRAF ETTİRMEK
Tüketici fiyatlarındaki son altı aylık artış, endeksin oluşturulduğu 2003 yılından bu yana bir rekora ulaştı. Şubat 2008-ağustos 2007 arasındaki altı ayda tüketici enflasyonu yüzde 7.3 oldu.
Bütün bunların arasında, Merkez Bankası’nın önem verdiğini söylediği bir endeksteki yıllık artış yüzde 4’ün biraz üzerinde gerçekleşti. Bu rakama bakarak rahatlamak, enflasyon gelişmelerinin tatmin edici bir eğilim içinde olduğunu iddia etmek mümkün değil. Çünkü, bu enflasyon, ortalama bir tüketicinin toplam harcamalarının ancak yarısından biraz fazlasının kapsandığı enflasyondur.
Ekonomik istatistik bilimcileri çok sık birbirleriyle şakalaşırlar. Birinin diğerinin çalışmasına şaka yollu getirdiği en büyük eleştiri şudur: "Ekonomik verilere yeteri kadar işkence yaparsanız, tabiat mutlaka itiraf edecektir."
Bir seyahatim nedeniyle yazılarıma bir süre ara veriyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2008
BUGÜNKÜ ekonomik dengelerden memnun olmayanlar giderek artıyor. Sorunların çözümü genellikle "biraz enflasyondan zarar gelmez" yaklaşımıyla bulunmaya çalışılıyor. Halbuki, Türkiye ekonomisinin sorunlarının çözümünün asıl yolu enflasyonu acilen düşürmektir. Bir çeşit "sürdürülemezlik" yaşanıyor. Ya bugünkü dengelerin sürdürülebilmesi için enflasyon çok yüksek ya da arzulanan ekonomik dengeler için bugünkü enflasyon düzeyi çok düşük. Enflasyonun düzeyini veri alıp dengeleri değiştirmeye çalışmak yerine, enflasyonu kalıcı olarak düşürmek uzun dönemde Türkiye ekonomisinin yararınadır.
ZAMAN DEĞİŞİYOR
Otuz yılı aşkın bir süre yüksek enflasyonla yaşamış bir toplumda enflasyonun kalıcı olarak düşük düzeylere gelmesi önünde içsel ve dışsal engeller oluyor. Türkiye şimdi bu engellere takılıyor.
Sorunların en büyüğü enflasyon beklentilerindeki katılıklar gibi görünüyor. Beklentilerdeki katılıklar ekonomik birimlerin yüksek enflasyon döneminde edindikleri fiyatlandırma alışkanlıklarının devam etmesine neden oluyor. Enflasyon, ekonomik birimleri şaşırtıp beklentilerin üzerinde düşse dahi, "nasıl olsa yine çıkar" beklentisiyle ekonomik birimler davranışlarını değiştirmede isteksiz oluyorlar.
Bir başka sorun, çeşitli kaygılar ve etkilerle para otoritesinin enflasyonun az da olsa çıkışına göz yumuyor görünmesidir. Örneğin, 2006 yılında döviz kurlarının ortalama fiyatları etkileyecek boyutlarda sıçramasına izin verilmesi bir şansızlıktı. "Nasıl olsa yine çıkar" beklentileri içindeki ekonomik birimleri haklı çıkardı. Nedeni ne olursa olsun, bu örneklerin artması enflasyon beklentilerini daha da katılaştırıyor.
Enflasyon hedeflemesinin ilk iki yılda başarısız olması ve Merkez Bankası’nın bu alanda itibar yitiriyor olması da enflasyonu indirme mücadelesinde yaşanan olumsuzlukların biri. Enflasyon hedeflemesine erken geçildiği dahi iddia edilebilir. Belki, enflasyon birkaç yıl yüzde 10 civarında debelendikten sonra enflasyon hedeflemesine geçilseydi, bu yaklaşım "enflasyona son bir darbe" olarak kullanılabilirdi. İsrail böyle yapmıştı. Onlar da aynı uluslararası fiyatlara muhatap oldukları halde, İsrail’de de enflasyon artıyor, ama geldiği yer yüzde 3’ün biraz üzerinde. Bizim elimizde "son bir darbe" vuracak alet de kalmadı.
Uluslararası finansal konjonktür son döneme kadar bizim gibi ülkelerin yararınaydı. O da dönmüş görünüyor. Küresel ekonomik büyümenin düşmesiyle petrol fiyatlarının düşmesi enflasyonla mücadeleyi kolaylaştırabilir. Şimdilik böyle bir eğilim de görülmüyor.
ENFLASYON YÜKSEK
Enflasyonla mücadelenin ilk üç yılında (2002-2004), Türkiye ekonomisinde enflasyon hızla düşerken, ekonomik büyüme de uzun dönemli ortalamanın oldukça üzerinde gerçekleşti. Bir anlamda, enflasyonu düşürmenin kitleler üzerindeki maliyeti bir ölçüde hafifledi. Nedenleri ne olursa olsun, bu küçümsenmeyecek bir lükstü.
Şimdi bir başka döneme girdik. Önümüzdeki dönemde enflasyonla gerçekten mücadele etmek istiyorsak, ekonomik büyümeden de feragat etmeyi göze almamız gerekebilecektir. Dolayısıyla, enflasyonla mücadele daha sevimsiz hale gelmektedir. Bu da, enflasyonla mücadeleyi sulandırma girişimlerini doğal olarak artıracaktır. Yani, Merkez Bankası’nın işi daha da zorlaşıyor.
Ama, "biraz enflasyondan zarar gelmez" yaklaşımı bize bugünleri de aratabilir. Bu aşamada yapılabilecek en büyük yanlış bugünkü enflasyon düzeyini yeteri kadar düşük görmektir.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2008
ULUSLARARASI finans piyasaları daralıyor. Yatırımcılar kendi kabuğuna çekilme eğilimindeler. Örneğin, kendi dışındaki Euro Bölgesi ekonomilerine önemli ölçüde fon sağlayan Almanya bu piyasadan neredeyse çekilmiş görünüyor.
Finans kurumlarının elindeki varlıkların bir bölümü piyasası (alım-satımı) olmayan varlıklara dönüştü. Bir anlamda, bankaların kötü kredi portföyü arttı. Piyasası olan varlıkların alım-satım hacmi düştü. Avrupa, Amerika ve Japonya piyasalarında gerçekten neler olduğunu anlayana kadar bu durum devam edecek gibi görünüyor. Çok yakın gelecekte olup biteni tümüyle anlamak da galiba zor olacak.
SERMAYE AKIMI
Bu süreçte Türkiye ekonomisini zorlayacak iki alan var. Birincisi, cari işlemler açığımızın finansmanı için yılda gerekli 40-50 milyar dolar taze kaynağın bulunması. Bu meblağın bir kısmı doğrudan yabancı yatırımlar yoluyla bu yıl da elde edilecek gibi görünüyor. Tekel’in özelleştirilmesi bu açıdan moralleri yükseltti. Ama, özelleştirme programının bu yıl aksamaması geçen yıllara göre çok daha önemli hale geldi.
Türkiye ekonomisinin dış finansmanında zorluk yaratabilecek en önemli alan dış finansmanda önemli yer tutan özel sektör borçlanmaları. Bu alanda bazı tıkanıklıklar yaşanabilir. Risklerin arttığı dönemlerde, ülkeden çıkmasalar dahi, yabancı yatırımcılar özel sektör finansmanından çıkıp Hazine bonosu piyasasına kayma eğilimine girebilirler. Dolayısıyla, Hazine bonosu piyasası yoluyla gerekli finansmanın sağlanabilmesi için faiz-kur dengesi önemli olacaktır.
Bu olasılıklar yabancı yatırımcıların Türkiye’ye yönelik yatırımlarını azaltmayacağı varsayımıyla geçerli. Genelde, 2008 yılında gelişmekte olan ülkelere giden yabancı mali sermaye hacminde önemli bir düşüş bekleniyor. Yabancı yatırımlardaki düşüşün çok önemli bir bölümünün bizim de içinde olduğumuz Avrupa’daki gelişmekte olan ülkelere yönelik olacağı biliniyor. Bu konuda başı Rusya, Bulgaristan, Romanya gibi ülkeler çekiyor, ama Türkiye de bu eğilimden az ya da çok etkilenebilir.
KREDİ RİSKLERİ
Ekonominin yumuşak karnı, özel sektörün yeni dış borçlanma yapıp yapmaması bir yana, vadesi gelen borçlarını yeni dış borçlarla çeviremeyip dış borçlarını geri ödemek zorunda kalmasıdır. Eskiden olduğu gibi, özel sektörün dış borçlarının patronun yurt dışındaki varlıklarından oluştuğunu düşünmek yanıltıcı olur. Özel sektörün dış borçlarının çok önemli bir bölümü Türkiye’deki bankaların garanti mektupları karşılığında yabancı bankalardan alındı.
Dış borcu alanların önemli bir bölümü mevzuat çerçevesinde doğrudan Türkiye’deki bankalardan döviz borçlanamayan özel sektör şirketleri. Yani, bu şirketlerin döviz gelirleri yok. Aldıkları dış borçlar bu şirketlerin bilançolarında önemli boyutlarda kur riski yarattı. Geri ödemedeki güçlüklerle, özel sektörün dış borçları bankalarımızın ödemek zorunda kalacakları dış borçları haline gelebilir.
Bir tarafta dış piyasaların daralması sonucunda özel sektörün dış borçlanmada yaşayabileceği sıkıntılar, diğer yandan döviz kurlarındaki beklenmedik çıkışlar geçmişte alınan yurt dışı borçların idaresini zorlaştırabilecektir. Bugüne kadar bu riskler çok ciddiye alınmadı. Risklerin gerçekleşmesi durumunda, dış borçları yüksek özel sektör de, o şirketlerin borçlarını garanti etmiş bankacılık sistemimiz de daha önce çok ciddiye alınmayan sevimsizliklerle karşılaşabileceklerdir.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2008
TÜRKİYE’nin kredi notu düşük. Her ne kadar piyasalar bu notu o denli dikkate almıyorlarsa da, pratikteki uygulamaların kredi derecelendirme kuruluşları tarafından teyit edilmesi de önemli. Kaldı ki, "yatırım yapılabilir sınıf" düzeyine (BBB) geldiğimizde, bir dizi yeni yatırımcılar için Türkiye piyasası bir seçenek olacaktır. Maliyetler düşecektir. Hacimler artacaktır.
Kredi derecelendirme kuruluşları son yıllarda iyi gelişmelerden çok, gelişmelerin kötü yanını görmeyi tercih etmeye başladılar. Özellikle Amerika’daki konut kredileri faciasından sonra kredi derecelendirme kuruluşlarının da kimyası bozuldu.
HATA ÇEŞİDİ
Ülkelerin kredi değerliliğini ölçme ile şirketlerin kredi değerliliğini ölçme aynı şeyler değil. Ama, ikisinde de, istatistiksel hata (olasılıklar farklı da olabilse) yapılabilir.
Kredi derecelendirme sürecinde iki türlü hata yapılabilir. Birincisi, kredi derecesi gerçekte yüksek olan bir birime düşük not vermektir. Böyle olduğunda, yatırımcılar düşük nota bakarak daha yüksek getiri bekleyeceklerdir. Dolayısıyla, gerçekte düşük risk içeren bir alanda hak ettiklerinden daha fazla getiri elde edeceklerdir. Bu çeşit hatadan yatırımcılar değil, kredi notu alan birim zarar görür. Bir çok açıdan, bugünkü haliyle Türkiye bu konumdadır.
Kredi derecelendirme kuruluşlarının yapabileceği bir başka hata cinsi aslında kredi notu düşük olması gereken bir birime yüksek not vermektir. Böyle bir yanlış yapıldığında, yatırımcıların daha fazla getiri elde etmeleri gereken bir yatırımdan hak ettiklerinin altında getiri alde etmeleri söz konusudur. Daha da vahimi, kredi derecelendirmesi yüksek görünüp bir şirketin batması ya da zor duruma düşmesi de söz konusu olabilir. Amerika’daki konut kredileri krizinin bir boyutu da bu çeşit hataların yapılmış olmasıdır.
Kredi derecelendirme şirketleri şimdi çok daha fazla dikkatli olmaya başladılar. Hata yapacaklarsa, birinci cins hata yapmayı tercih etmeye başladılar. Çünkü, onlar açısından, yatırımcıların zarar görmemesi yatırım kabul edenlerin zarar görmesinden çok daha önemlidir. Kredi derecelendirme kuruluşlarının var oluş nedeni yatırımcılardır.
Bu şartlarda, Türkiye’nin kredi notunun kısa dönemde "yatırım yapılabilir" düzeye gelmesi çok zor görünüyor. Kredi derecelendirme kuruluşlarının elinde yeteri kadar bahane de var. Küresel kriz her an gelişmekte olan ülkelere sıçrayabilir diyerek gelişmekte olan ülkelere yönelik ön yargılar zaten arttı. Cari işlemler açığı çok yüksek diyerek ekonomideki kırılganlıklar döz konusu edilebilir. Ekonomi daralıp cari işlemler açığı düşse, bu kez de ekonomi büyüme ivmesini kaybetti diye not artışı söz konusu olmayacaktır.
BEKLEYECEĞİZ
Bahane boldur. IMF ile ilişkilerin alacağı boyut kredi derecelendirme kuruluşlarının radarında olacaktır. IMF ile çok bağlayıcı olmayan bir program bir başka bahane olacaktır. Sıkı bir program yapılsa, hele bir sonuçlarını ve uygulamaları görelim diyeceklerdir. Hiçbir şey bulamasalar, fiyat istikrarının kalıcı olarak tesisi önünde ciddi riskler var denecektir.
Kısacası, içinde yaşadığımız riskleri bol ortamda, bir kaç yıl içinde Türkiye’nin kredi notunun arzulanan düzeye gelmesi çok zor görünmektedir. Halbuki, genel makro ekonomik görünümü bizim kadar iyi olmayan ülkelerin bazılarının kredi notları bizimkinden yüksektir.
Konuya "hocalar bize taktı" diyerek öğrenci gibi yaklaşamayız. Geçmişte, krizler çıkararak hocaları epey aldattık. Biraz da bunun faturasını ödüyoruz.
Yazının Devamını Oku 29 Şubat 2008
Son dönemde "enflasyon artışına geçici olarak izin verilebilir" yaklaşımı giderek daha fazla merkez bankası tarafından dile getirilmeye başlandı. Bu yaklaşımın arkasında birkaç neden var. Birincisi, şimdilik ortalama enflasyondaki artışın arkasında enerji ve gıda gibi birkaç mal grubu var. Bu mallardaki fiyat artışlarının duracağı beklentisiyle, enflasyondaki artışın da geçici olduğu düşünülüyor. Geçici olduğu bilinen hareketlere anında tepki göstererek para politikasının "öngörülebilir" olması ilkesinin yaralanması arzu edilmiyor.
İkinci neden, enflasyon artışına tepki vererek zaten yavaşlayan ekonomik büyümeye bir de para politikası yoluyla katkı yapılması istenmiyor. Düzeyi ülkeden ülkeye değişse de, enflasyonun belli bir müsamaha edilebilir sınırın üzerine çıktığında para politikasının devreye girmesi gerektiği düşünülüyor.
ALMAN EKOLÜ
Geçmiş deneyimler bu yaklaşımın çok doğru olmadığını gösteriyor. Özellikle Amerika gibi ülkelerde, merkez bankalarının fiyat istikrarı ile beraber ekonomik büyümeyi de gözetmesinin arzulandığı ekonomilerde, enflasyona baştan "geçici" olduğu inancıyla müsamaha gösterildiğinde, sonuç çok daha maliyetli olabiliyor. Fiyat istikrarını yeniden yakalayabilmek için ekonomik büyümeden çok daha fazla feragat etmek gerekebiliyor.
Enflasyon kelimesinin e’sinden dahi korkan Alman yaklaşımında ise bu savların hiçbiri geçerli değildir. Geçici ya da kalıcı, enflasyon görüldüğü yerde ezilmelidir. Bu nedenle, Alman ekolünde enflasyonla mücadele merkez bankasına verilip ekonomik büyüme gibi bir başka hedefle meşgul olması önlenmiştir. Şimdi, Alman ekolü üzerine kurulmuş olan Avrupa Merkez Bankası da benzer bir yaklaşımı benimsiyor.
Fiyat istikrarı ile kayda değer bir deneyimi olmamış bizim gibi ülkeler açısından durum çok daha kritiktir. Geçici ya da kalıcı, belli bir dönemde enflasyonun yükselmesi ekonomik birimlerin beklentilerini çok çabuk alt-üst edebilmektedir. Enflasyondaki her yükseliş, teknik olarak "geçici" olarak nitelenebilse de, ekonomik birimler açısından "kalıcı" olarak algılanmaktadır. Çünkü, ekonomik birimlerin enflasyon hafızası çok yeni ve derindir. Dolayısıyla, gerçekten enflasyonla mücadele edilmek isteniyorsa, fiyat istikrarı konusunda karnesi iyi olmayan gelişmekte olan ülkelerde "enflasyon görüldüğü yerde ezilmelidir" yaklaşımını benimsemek çok daha gerçekçidir.
TEHLİKELİ YAKLAŞIM
Geçenlerde, bizim Merkez Bankası da "enflasyona geçici bir süre izin verilebilir" gibi bir yaklaşım sergilediğini kamuoyu ile paylaştı. Bu yaklaşım çok tehlikelidir. Henüz fiyat istikrarını oluşturamamışken, enflasyonu belli bir düzeyin altına indirmekte üç yıldır zorlanılırken, "enflasyonun yükselmesine geçici olarak müsamaha edilebilir" gibi bir yaklaşım beklentiler yoluyla enflasyonun daha da yükselmesine katkı yapmaktan başka bir işlev görmez. Enflasyon geçici de olsa, tahribatı kalıcı olur. 2006 yılı ortasında yaşananların izleri bugün hala gözlenmektedir.
Fiyat istikrarını oluşturmak zordur. Fiyat istikrarını korumak daha da zordur. Daha fiyat istikrarını oluşturmadan kafaları karıştıran yaklaşımlar enflasyonla mücadeleyi zora sokar. Özellikle, ekonomik konularda neredeyse tek "çapa" olarak kalmış enflasyonla mücadele (enflasyon hedeflemesi) daha da yara aldığında, enflasyonu olduğu yerde tutmanın zorlukları bir tarafa, Türkiye ekonomisinin içinden çıkılması sancılı olabilecek zor bir döneme girmesi kolaylaşacaktır.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2008
GELİŞMİŞ ülkelerin finans piyasalarında yaşanan çalkantılar merkez bankalarının kimyasını bozdu. Bazı finans enstrümanlarının piyasası kurudu. Güven kaybı finans piyasalarının hacmini düşürdü. Likidite sıkışıklığı yaşandı ve halá yaşanmaya devam ediyor. Dünyanın üç büyük merkez bankası (FED, Bank of England ve Avrupa Merkez Bankası) likidite sıkışıklığının bankalar arasında ödeme sorununa dönüşmemesi için piyasalara likidite vermeye başladı.
TEMİNATLARIN KALİTESİ
Merkez bankaları ülkelerindeki ya da bölgelerindeki ticari bankalara önceden belirlenmiş teminatlar karşılığında borç verirler. Geçen yılın ağustos ayından beri yaşanan çalkantıda bankaların merkez bankalarından borç alabilmek için belirlenmiş kalitedeki teminatları yeterli olmadığından, merkez bankaları verecekleri borçlar karşılığında istedikleri teminatların kalitesini düşürdü. Yani, piyasaya sürülen paralar daha az kaliteli teminatlar karşılığında gerçekleştirildi.
Örneğin, Bank of England önce konut kredilerine baz edilmiş sermaye piyasası enstrümanlarını teminat olarak göstermek isteyen Northern Rock bankasına borç vermedi. Bankanın müşterileri kapıya dayanınca, bir hafta önce kabul etmediği kalitesiz (piyasası olmayan) bonoları teminat olarak kabul etti. Bankaya borç vererek kurtarmaya çalıştı. Sonuçta, banka devletleştirilmek zorunda kaldı.
Piyasalar ve ekonomik beklentiler açısından, merkez bankalarının hangi kalitede teminat alarak bankalara likidite sağladığı önemlidir. Çünkü, teminatların kalitesi, gerektiğinde merkez bankalarının bastıkları parayı geri çekebilme kabiliyetinin bir göstergesidir.
Avrupa Merkez Bankası dışında, çoğu merkez bankası ellerindeki teminatların yapısını kamuoyu ile paylaşmaz. FED de, diğer merkez bankaları gibi, bankaların hangi varlıklarını teminata kabul edeceğini önceden açıklar, ama elindeki teminat portföyü dağılımını gizli tutar. Son zamanlarda, piyasası olmayan batık kredilere baz sermaye piyasası enstrümanları karşılığında piyasalara likidite sağlıyor yönündeki dedikoduların artması üzerine, FED teminat portföyünün yapısı hakkında kamuoyuna haber sızdırdı. Elindeki teminat portföyünün yarısının bankaların verdiği ticari kredilerden oluştuğu haberini yaydı. Piyasalar bir ölçüde rahatladılar. Basılan paranın kalitesinin düşünülenden daha iyi olduğu izlenimi yayıldı.
AVRUPA
Aynı rahatlık Avrupa Merkez Bankasına yönelik oluşturulamadı. Avrupa’daki sıkışıklığın, özellikle İspanya, İrlanda ve Hollanda’da, en önemli nedeni Alman bankalarının diğer Euro Bölgesi finans piyasalarını beslemekten vazgeçmeleri oldu. Geçen ağustos ayından bu yana Alman bankaları diğer Euro Bölgesi ekonomilerine fon aktarmayı durdurdu. Bir anda 350 milyar Euro gibi bir meblağ Almanya dışındaki Euro Bölgesi piyasalarından çekilmiş oldu.
Alman bankalarının oluşturduğu boşluğu bir anlamda mecburen Avrupa Merkez Bankası bu ülkelerde likidite pompalayarak doldurmaya çalışıyor. Karşılığında aldığı teminatlar ise genellikle Alman bankalarının kabul etmediği, konut kredilerine baz edilmiş sermaye piyasası enstrümanları da dahil piyasası daralmış bonolar. Yani, düşük kalitedeki teminatları Alman bankaları kabul etmediği için Avrupa Merkez Bankası kabul etmek zorunda kalıyor. Bastığı paranın kalitesini düşürüyor.
Kalitesi düşük paranın faizi yüksek olur.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2008
HER yıl ihracat gelirlerimiz rekorlar kırıyor. 2000 yılında 28 milyar dolara yaklaşan ihracatımız 2007 yılında 107 milyar dolara geldi. Toplam ihracatımız 2000 yılında milli gelirimizin yüzde 14’ünün altındaydı. Şimdi, yüzde 21’ini geçti. Son dört yılda ihracatımız yıllık ortalamalar olarak dolar bazında yüzde 22.7, Euro bazında yüzde 17 arttı. Bütün bunlara rağmen, ihracatçılarımız şikayetçi.
Toplu rakamlara bakıldığında, ihracatçılarımızın şikayetçi olmalarının nedeninin anlamak zor. Ama, daha ayrıntıya girildiğinde, ihracat yapısındaki değişimle bazı ihracatçı sektörlerin zorlandığını görmek kolaylaşıyor.
REEL CİRO DÜŞÜYOR
Zorlanan sektörler genellikle geçmişte ihracatımızın liderliğini yapan sektörler. Bunların başında da tekstil ve giyim eşyası sektörleri geliyor. Bu iki sektörün 2000 yılı öncesi yıllarda toplam ihracat içindeki payı yüzde 38’ler civarındayken, giderek azaldı ve 2007 yılında yüzde 21 oldu. Dolar bazında tekstil ve giyim eşyası sektörlerinin de ihracatı arttı. Ama, toplam ihracat artışının liderleri bu iki sektörün dışındaydı. Örneğin, motorlu kara taşıtları ihracatının 1990’lı yılların ikinci yarısında toplam ihracat içindeki payı yüzde 3’lerdeyken, 2007 yılında yüzde 16 oldu ve artmaya devam ediyor.
Tekstil ve giyim eşyası sektörlerinin de ihracatı artıyor. Bu sektörlerin zorlandığı son dönemde, 2003-2007 yılları arasındaki dört yılda yılık ortalama olarak, dolar bazında tekstil ihracatı yüzde 12.1, giyim eşyası ihracatı yüzde 9.7 arttı. Euro bazında bu artışlar tekstil sektöründe yüzde 6.9’ya ve giyim eşyası sektöründe yüzde 4.6’ya geldi.
Bu şekilde bakıldığında da bu iki sektörün neden şikayet ettiği pek anlaşılmıyor. Dolar ve Euro bazında ihracatlarını genel ortalamanın altında da olsa artırıyorlar, ama ihracat artışları Türk Lirası cinsinden ortalama enflasyonun altında kalıyor. Bir başka ifadeyle, bu sektörlerin ihracat gelirleri (ciroları) Türk Lirası bazında reel olarak düşüyor.
2003-2007 yılları arasındaki dört yılda tekstil sektörünün Türk Lirası ihracat cirosu yıllık ortalama yüzde 8.3 artarken, giyim eşyası sektöründeki yıllık ciro artışı yüzde 6’da kaldı. Halbuki, bu dönemde yıllık ortalama enflasyon yüzde 8.8 oldu. Dolayısıyla, bu sektörlerin sorunu, Türk Lirası’nın yabacı paralar karşısındaki reel değer kazanmasından da öte, aynı zamanda bir ciro sorunudur. Reel olarak ihracattan daha az ciro elde ederken, bu sektörler aldıkları TL kredilerine yüksek düzeyde reel faiz ödüyor, belki işçi maliyetleri de reel olarak artıyor. Sonuçta, dolar ya da Euro cinsinden daha fazla ihracat yapsalar dahi, kárları eriyor ya da zarar ediyorlar.
TALEP SORUNU
Bu sektörlerin kurlardan ve faizlerden şikayetçi olmalarının ardında da bu gerçek yatıyor. Ama, sorun, değerlenen Türk Lirası nedeniyle fiyatlama sorunu olmaktan çok reel olarak Türk Lirası cinsinden cirolarını artıramama sorunudur. Bu iki olgu birbiriyle ilişkili, ama aynı şeyler değiller. Yani, oluşan fiyatlarda daha fazla mal satamama olgusu da sorunun bir parçasıdır.
Gelişmiş ülkelerde ekonomik büyümenin yavaşlaması veya durması bu açıdan bu sektörleri daha da zor duruma düşürebilecektir.
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2008
YURTDIŞI piyasaların karışmasıyla, dünyanın büyük ekonomilerinde ekonomik büyüme düşme eğilimine girdi. Enflasyonist baskılar arttı. Bu ortamda, Türkiye ekonomisine bir şey olmaz diye düşünmek çok gerçekçi görünmüyor.
Türkiye ekonomisi mal piyasaları yoluyla etkilenebilir. İhracat yaptığımız ülkelerde, gelirlerdeki büyümenin düşmesiyle
ihracat pazarı belli ölçülerde daralabilir. Buna karşılık, ihracat yaptığımız ülkelerde enflasyonun artmasıyla, ihraç malları fiyatlarını artırmada biraz rahatlık olabilir.
YAKIN TEHDİT
Türkiye ekonomisinin doğrudan etkilenebileceği bir başka kanal sermaye akımlarıdır. Bugünkü dengeleri sürdürebilmek için yılda 40-50 milyar dolar taze dış kaynağa ihtiyaç vardır.
Türkiye gibi ülkelere akan yabancı mali sermaye hacmindeki daralma ekonomik büyümenin sürdürülebilmesi ve enflasyonu tek haneli rakamlarda tutabilme açısından iyi haber olmayacaktır. Şimdilik böyle bir riskin yüksek olduğunu söylemek zordur.
Uluslararası sermaye hareketlerinde yaşanacak olası sorunların son aşaması şu anda ülkede bulunan yabacı mali sermayenin yoğun bir biçimde ülkeden çıkmaya çalışmasıdır. Böyle bir gelişme Türkiye ekonomisi için "
kriz" demektir. Yurtdışındaki karışıklıkların geleceği boyuta göre, bunun da olasılığı sıfır değildir. Belki, bu nedenle "
kriz geliyor" edebiyatı yoğunlaşmaktadır. Ama,
böyle bir senaryodan şimdilik daha da uzağız.
Bu çerçevede, Türkiye ekonomisini ciddi boyutlarda tehdit edebilecek "
yakın tehdit" ticaret yaptığımız ülkelerin gelirlerindeki büyümenin düşmesiyle
ihracat artışındaki ivmenin kaybolmasıdır. Bu ülkelerde yaşanacak enflasyonun büyüklüğüne paralel olarak enflasyon ithal etmemiz de söz konusu olabilecektir.
Dış ticaretin serbestleşmesinden sonraki dönemde yapılan analizlerde
ihracatımızın yurt dışındaki gelirlerin gelişimiyle fazla alakası olmadığı (ya da ilişkinin oldukça zayıf olduğu)
gözlenir. İhracatımızı etkileyen önemli unsurlardan biri ve en önemlisi iç ekonomik dengelerdir. 2001 yılından sonra bu ilişkilerde bir kırılma yaşandı.
Mal sattığımız ülkelerin gelirlerindeki gelişmeler ile ihracatımız arasında sıkı bir ilişki gözlenmeye başladı.
FİNANSMAN RAHATLIĞI
Grafikte, 2001 yılı sonrasında, ihracatımız içinde yüzde 60’ın üzerinde payı olan
OECD ülkelerinin dolar bazındaki gelirlerinin yıllık büyümesiyle ihracatımızdaki yıllık büyüme eğilimi veriliyor. İlişki çarpıcı ve istatistiksel açıdan bir tesadüf olmaktan uzak.
OECD ülkelerinin her yüzde 1 büyümesi, diğer etkenlerin sabit kalması şartıyla, ihracatımızın yüzde 3’den biraz daha az artmasına yol açıyor.
Bu ilişkiden yola çıkarak OECD ülkelerinde yaşanabilecek bir ekonomik durgunluğun ihracat artışlarını olumsuz etkileyeceği söylenebilir. Buna karşılık, 2002 yılından bu yana, üretimin ve dolayısıyla milli gelirin giderek daha fazla ithalat bağımlısı olduğu biliniyor.
Makul bir büyüme haddinde, içinde yaşadığımız şartlarda,
Türkiye ekonomisinin dış ticaret açığı ve cari işlemler açığı daha hızlı artma eğilimine girecek gibi görünmektedir. Sorun, artma eğilimindeki cari işlemler açığının finansmanının rahat olup olmayacağıdır.
Finansman olanakları rahat olmadığında, ekonomik büyümenin daha da düşmesi kaçınılmaz olacaktır.
Yazının Devamını Oku