7 Nisan 2008
KÜRESEL krizin daha neresinde olduğumuzu çözememişken kredi derecelendirme kuruluşu S&P Türkiye’nin kredi değerliliği görünümünü durağandan negatife çevirdi. Şaşırdık. Halbuki, daha birkaç güne kadar aynı kuruluştan bir not artırımı bekliyorduk. Başımıza neler gelebileceği daha önce yazılıp çizildi. Not artışını bırakalım, not düşüşü olmasın dendi. Küresel krizin ortasında not artışı olasılığının sıfıra yakın olduğu vurgulandı. Kredi derecelendirme şirketlerinin iyiyi daha iyi değil, iyiyi daha kötü göstermekle zarar görmeyeceği yazıldı.
Böyle bir ortamda Türkiye’nin ekonomiye güveni artırıcı yaklaşımlar benimsemesi tavsiye edildi. Yapısal reformlardaki savsaklama ve sulandırmaların önüne geçilmesi söylendi. Yurtdışından her yıl 50 milyar dolar civarında taze kaynak bulmak zorunda olan Türkiye’nin küresel çalkantılar karşısında dayanıklı olduğu izlenimi vermesi gerektiğinden yola çıkarak IMF ile ilişkilerin bağlayıcı ve inandırıcı bir çerçevede yeniden oluşturulması tavsiye edildi.
ÖN UYARI
Bu tavsiyelerin hiçbirine kulak asılmadı. Tersine, "Para bol, IMF’ye ihtiyacımız yok" demeçleri verildi. Sosyal güvenlik reformu önce ertelendi. Sonra, siyasi olarak hükümetin en zayıf dönemine geldiğinden, kolaylıkla delik deşik edilebildi. Milli gelir tahmininin kağıt üzerinde yükseldiğinden yola çıkarak "artık cari işlemler açığı da sorun olmaktan çıktı" havası estirilmeye başlandı. Yeni milli gelir içinde kamu borcu düştü diye "faiz dışı fazlanın artık önemi kalmadı" dendi. Kredi notumuzun artmasını beklerken, S&P sürpriz yaptı.
Aslında, S&P’nin Türkiye’nin kredi değerliliğini aynı düzeyde durağandan negatife çevirmiş olması bir not düşüşü değil. Olası bir not düşüşünün habercisi. Yatırımcılara, "dikkatli olun; şimdiki not düzeyine fazla itibar etmeyin; ileride sürprizle karşılaşabilirsiniz" deniyor. Türkiye’ye de "aklınıza başınıza alın; durumunuz kritik; ekonomide güven artırıcı, kırılganlığı azaltıcı önlemleri zaman geçirmeden alın" mesajı gönderiliyor. Mesaj yatırımcılar tarafından ciddiye alınacaktır. Türkiye de bu mesajı ciddiye almak zorundadır. Aksi taktirde, çok daha zor günler bizleri bekler.
Yapması gerekeni hep son dakikaya bırakan, duruma göre tavır almayı seven ve almaktan çekindiği bir kararı pabuç pahalı olduğunda çekinmeden alabilen hükümetimiz parti kapatma davasının açılmasıyla ekonomide zaten bir şeyler yapması gerektiğinin farkına varmıştı. IMF ile ilişkiler yeniden masaya kondu. "Para bol, IMF’ye ihtiyaç yok" söylevleri bir tarafa bırakılıp IMF ile bir çeşit yeni bir program yapılması tartışılmaya başlandı. Ama, seçenekler arasında "program sonrası izleme" bir seçenek değil.
EV ÖDEVİ
Gelinen noktada, IMF ile bir program yapmak da artık yeterli değil. Bu programın içeriği çok daha fazla önem kazandı. Türkiye ekonomisi yüksek ekonomik büyüme ve düşen enflasyon dönemini geride bıraktı. Yeni program, ekonominin yeniden yüksek büyümesini ve enflasyonun yeniden düşüş eğilimine girmesini sağlayacak altyapıyı oluşturmaya yönelmek zorunda. Yani, 2002-2004 yılları arasındaki dönemin bazı yapısal eğilimlerine geri dönülebilmeli. Nedir bunlar?
Üretimde verimlilik artışları yeniden hızlanabilmeli. Eskiden de olmayan, ama artık zorunluluk haline gelen işgücü piyasasına esneklik getirmek öncelikli olmalı. Ekonomide ücret ayarlamaları yeniden geçmiş enflasyona baz edilmeye başlamışken, yaratılacak yeni ortamla ücret ayarlamaları gelecek enflasyon hedefine odaklanmalı. Piyasaları çarpıtıcı (işgücü piyasası dahil) vergi düzenlemeleri ayıklanmalı. Mali disiplinden taviz verilmediği izlenimini güçlendirecek kamu finansmanında performans kriterleri yeniden öne çıkmalı. Bize bir şey olmaz edebiyatı unutulup ekonomik birimlerin kafalarını karıştıran söylev ve eylemlerden kaçınılmalı.
Bu konuları bu haftaki yazılarımda daha açık irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2008
BU haftanın büyük bir bölümünde küresel piyasalar memnun edici bir performans gösterdi. Piyasalar "krizin dibi galiba göründü, bundan sonra eğilim yukarı yönde" yorumu yapmaya başladılar. Bu yargı için çok acele etmemek lazım. Bazı Avrupa bankaları korkunç zararlar açıkladılar. Ama, yeni sermaye bulmaya çalışacakları haberleriyle batma noktasına gelen bankaların dahi hisse senetleri fiyatları büyük artışlar gösterdi. Piyasalar kötü haberlerle çalkalanıyor, ama artık iyi haber duymak istiyor. Ekonomilerin yavaşlayacağını, enflasyonun da yükseleceğini kabul etmiş durumdalar. Şimdi asıl korkulan bazı finans kurumlarının batıp batmayacağı.
TEKRARI ÖNLEMEK
Başta Amerika ve Avrupa olmak üzere ekonomi politika yapıcıları hem bu krizi önlemek hem de böyle bir krizi bir daha yaşamamak için yoğun bir "fikir üretme" çabası içindeler. Hafta başında Amerikan Hazine Bakanı Hank Paulson finans sisteminin gözetim ve denetiminde düşündükleri yeni yapılanmanın ana hatlarını açıkladı. Aslında, bu konular son 10-15 yıldır tartışılıyordu. Ama, şimdi daha dikkat çeker oldular.
Paulson’ın açıklamalarına göre, yatırım bankaları (halkın mevduatlarını toplayamayan) da, ticari bankalar (halkın mevduatlarını toplayabilen) gibi, Amerikan Merkez Bankası (FED) tarafından çok daha sıkı kurallar altında çalışacak ve denetlenecekler. FED’in kapsama alanı genişletiliyor. Bir anlamda, FED’in kriz nedeniyle içine düştüğü durumun daha kurallı bir yapı içinde sürdürülmesi öngörülüyor. Bu fikir uygulamaya geçerse, yatırım bankaları ile ticari bankalar arasında esneklik açısından fazla bir fark kalmayacak.
Dünyanın en bölünmüş denetim ve gözetim sistemine sahip olan Amerika’da finans sisteminin gözetim ve denetiminin daha sınırlı sayıda kurumda toplanması düşünülüyor.
İngiltere de boş durmuyor. İngiliz Maliye Bakanı da eski fikirleri yeniymiş gibi gündeme getirdi. O da uluslararası düzeyde bir gözetim ve denetim otoritesinin oluşturulması ve küresel finans sisteminde gözetim ve denetimin yeknesak bir hale getirilmesi için çalışıyor. Bütün bunlar ileriye dönük bir daha benzer bir kriz yaşanmaması için düşünülen yapısal düzenlemeler. Çoğu önerinin uygulamaya geçmesi yıllar alabilecek.
KRİZİ AŞMAK
Yaşanan krizden çıkış yollarını tartışmaya açan en önemli oluşum İtalya Merkez Bankası Başkanı’nın önderliğinde oluşturulan Finansal İstikrar Forumu. Forum, "düşünülemeyecekleri düşünülmesi gerekir" anlayışıyla bir dizi önlemi tartışmaya açıyor. Gerçekten de, önerilerinin hemen hepsi sistemin bir tarafını tamir ederken diğer taraflarını ve sistemin uzun dönemli işleyişini bozabilecek öneriler.
Öneriler arasında dikkati çekenler şöyle:
Büyük bankaların gerçek finansal durumları aynı gözle incelenip açıklansın. Aynı kurallarla belirlenen gerçek durum karşısında kurum bazında ne önlem gerekiyorsa alınsın. Güven krizi bu yolla aşılsın. En makul öneri bu.
Sermaye yeterliliği kuralı geçici bir süre için askıya alınsın. Bu şekilde, finansal kurumların azalan sermayeleri karşısında varlıklarını satma baskısı hafifletilsin.
Değeri düştüğü ya da tamamen kaybolduğu için varlığa dayalı menkul kıymetlerin muhasebe ilkeleri değiştirilsin, bilançolardaki varlık düşüşü yoluyla sermaye erimesi durdurulsun.
Devlet bankalara ve zordaki diğer büyük finansal kurumlara kendi cebinden sermaye koysun.
Ya doğrudan ya da kurulmalarında öncülük (ortak olabileceği) yapacağı uzun dönemli yatırım fonları yoluyla, devlet değerinin ne olduğu belli olmayan konut kredilerine baz varlığa dayalı menkul kıymetleri çok da düşük olmayan bir fiyattan finans kurumlarından satın alsın.
Bu önerilerin bazıları gerçekten düşünülemeyeceklerin düşünülmesi olmuş. Ama, bu önerilerin dahi kamuoyu önünde tartışmaya açılması otoritelerin durumdan ne denli kaygılı olduklarının açık bir kanıtı.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2008
ENFLASYON dünyanın her yerinde önemli bir sorun. Dünyanın her yerinde gıda ve enerji fiyatları son yıllarda çok arttı. Ekonomik büyümenin düşme eğilimine girdiği bir dönemde, enflasyonla mücadelede her yerde kafalar karışık durumda. Dışsal etkilerden kaynaklandığı düşünülen enflasyon artışıyla merkez bankaları mücadele etmekten kaçınma eğilimindeler. Ama, ortalama enflasyonun yükselmesi ekonomide ücret artışlarını da beraberinde getiriyor. Bir süre sonra, enflasyon artışları dışsal nedenlerle değil, içsel nedenlerle artma eğilimine giriyor.
Merkez bankaları varlık fiyatlarının şişmesine kayıtsız kalarak da aynı hatayı yaptılar. Varlık fiyatları enflasyonu değil, mal ve hizmet fiyatları enflasyonu merkez bankalarının görevidir anlayışı bütün dünyada para politikasına hakim oldu. Sonunda, varlık fiyatları enflasyonu mal ve hizmet fiyatları enflasyonunu tetikler hale geldi.
ENFLASYONLA MÜCADELE
Enflasyonla mücadelede en fazla zorluk çeken ülkelerden biri Çin. Düşük ücret yapısıyla yabancı sermayenin üretim üssü haline gelen Çin’de enflasyon yıllık yüzde 7’yi aştı. Çin ekonomisi yıllık yüzde 11’in üzerinde büyüyor. Ekonomik büyümenin getirdiği işgücü talebindeki artış Çin’de ücretlerin artmasını zaten tetiklemişti.
Enflasyonun artıyor olması Çin’de ücret artışlarını daha da hızlandırdı. Ortalama enflasyon içinde, diğer ülkelerde olduğu gibi, gıda ve enerji fiyatlarındaki artış başı çekiyor. O nedenle de, enflasyon artışına bir süre seyirci kalındı. Şimdi, enflasyonun bir kaygı kaynağı olduğu itiraf ediliyor. Kaldı ki, Çin’deki yabancı sermaye de artık eskisi kadar hayatından memnun değil.
Çin Merkez Bankası ekonomik büyümeyi daha makul düzeylere çekebilmek (ekonomiyi soğutmak) için son bir yıldan fazla bir süredir kısa vadeli faizleri artırıyor. Ama, enflasyonun da artmasıyla, reel faizler Çin’de büyük ölçüde negatif. Faiz artırımları bir yılı aşkın bir süredir ne ekonomiyi soğutuyor ne de enflasyonun dizginlenmesinde etkin bir rol oynayabiliyor.
Çin’de kur rejimi büyük ölçüde dolara endeksli. Son dönemde doların değer kaybı zaten olması gerekenden daha değersiz tutulan Çin parasının dolar dışı paralar karşısında daha da değer kaybetmesini zorluyor. Enflasyon üzerinde kurlar yoluyla da bir baskının oluşması söz konusu. Parasının değerlenmesine karşı çıkan Çin yönetimi bu politikasıyla Merkez Bankası’nın rezervlerini iyice şişirdi. Merkez Bankası aldığı dövizler karşılığında piyasaya çıkardığı paraları bono satarak geri almaya (sterilizasyon) çalışıyor. Bu yolla döviz alımları karşılığında basılan paraların enflasyon yaratma gücü kırılmaya çalışılıyor. Son birkaç yıldır sterilizasyon politikasının da etkisi iyice azaldı.
SON SİLAH
Enflasyonla mücadele için Çin’in elinde son bir silah kaldı. Çin, giderek parasını daha değerli yapmak, "değersiz para" politikasından vazgeçmek durumunda kalıyor. Bu yolda bir kıpırdanma var.
Gelişmiş ülkeler zaten yıllarca Çin’in parasının değerlenmesi konusunda Çin hükümetine baskı yapıyordu. Şimdi, Çin de, parasının değerlenmesinin kendisi için faydalı olabileceğini görmeye başladı.
Çin parasının değerlenmesi elbette bir gecede olmayacaktır. Çin usulü, Çin parası zaman içinde bir değerlenme sürecine girebilecektir. Küresel ticaretin sürdürülebilir dengeleri açısından Çin’in bu yola girmesi herkesin yararına görünüyor.
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2008
ENFLASYON hedefinin, bir hedef olmaktan çıkıp bir özlem haline geldiği bir dönemde ekonomik büyümenin de düşüyor olması para politikasını enflasyonla mücadelede kararsız hale getiriyor. Merkez Bankası’nın son açıklamaları bu yargıyı güçlendirdi. Son açıklamasında, Merkez Bankası, enflasyon hedefini tutturma zamanının giderek uzaklaştığını, ama ekonomik büyümenin önünde durmamak (ya da ekonomik küçülmeye neden olmamak) için bu gidişata göz yummak niyetinde olduğunu ima etti. Bu açıklamasıyla, Merkez Bankası, yasasında yazılanın aksine, "fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmek" temel hedefinden geri adım atabileceğini itiraf etti.
YASA VE UYGULAMA
Merkez Bankası Yasası hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek kadar açık. Yasa’nın 4. maddesi "Bankanın temel amacı fiyat istikrarını sağlamaktır. Banka, fiyat istikrarını sağlamak için uygulayacağı para politikasını ve kullanacağı para politikası araçlarını doğrudan kendisi belirler. Banka, fiyat istikrarını sağlama amacı ile çelişmemek kaydıyla Hükümetin büyüme ve istihdam politikalarını destekler" der. Enflasyon hedeften uzaklaşma eğiliminde olduğu halde, büyüme politikalarını destekleyebilir demez.
Son açıklamada şu paragraf dikkat çekiyor: "...içinde bulunduğumuz konjonktür göz önüne alınarak bu hedefe ulaşma süresi ile ilgili olarak katı bir politika izlenmemektedir. Zira, arz şoklarından kaynaklanan enflasyon artışına sert tepki verilmesi iktisadi faaliyette arzu edilmeyen dalgalanmalara yol açabilmektedir."
Yıllardır fiyat istikrarı içinde yaşanmış olsa, Merkez Bankası’nın bu tutumu o denli yadırganmayabilir. Enflasyondaki artışlar dış etkilerden kaynaklanıyor düşüncesiyle ekonomik birimler beklentilerini radikal bir biçimde değiştirmeyebilirler. Enflasyon hedefi bir anlamda beklentilere yönelik olarak "çapa" görevini görebilir. Örneğin, Euro Bölgesi’nde enflasyon yıllık yüzde 3.5’e geldiği halde, Almanya Merkez Bankası (Bundesbank) geleneğinden gelmiş Avrupa Merkez Bankası’nın son aylardaki tutumu kaygı verici bulunmamakta, aksine finansal krize rağmen faizleri indirmeyerek anti-enflasyonist bir politika izlendiği görüşünü güçlendirmektedir.
ENFLASYON NEDEN YÜKSEKTİ?
Türkiye’de ise ekonomik birimlerin izlenimi tam tersinedir. Otuz beş yıl, yıllık ortalama yüzde 50’nin üzerinde bir enflasyonla yaşadıktan sonra ekonomik birimler Türkiye’de enflasyonun yüzde 10 civarına inmesine dahi inanmakta güçlük çekmekteler. Enflasyonun ne zaman yine yükseleceğinin hesabını yapmaktalar. Gerçekleşen enflasyonun hedeften oldukça uzakta kalmasını da, ekonomik birimler enflasyonun düşürülemediği şeklinde yorumlayıp kendilerini haklı buluyorlar.
Bu şartlarda, Merkez Bankası’nın "hedef, hedef olarak durmaktadır, ama şimdi hedefe ulaşmak için acele etmenin zamanı değil. Ekonomik büyüme zaten düşüyor, biz de daha fazla düşüşe neden yaratmayalım" şeklindeki tutumu enflasyon beklentilerini daha da bozacak niteliktedir.
Bu tutumla, enflasyon hedefinin enflasyon beklentilerine "çapa" olması işlevi de, zaten giderek azalıyorken, yok olma sürecine girer.
Türkiye otuz beş yıl neden yüksek enflasyonla yaşadı?
Merkez Bankası’nın o otuz beş yıl içinde kafasının da, yasasının da karışık olması nedeniyle.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2008
EKONOMİ politikalarında bir taşla iki kuş vurulamıyor. Ama, çoğu kez ekonomi politika yapıcıları bir taşla iki değil, daha fazla kuş vurmayı gönüllerinden geçiriyorlar. Bir taşla ancak bir kuş vurulabileceğini deneyimlerle öğrendik. Sonuçta, biraz zorla da olsa, Merkez Bankası’na yüksek ekonomik büyüme, düşük enflasyon, istikrarlı kur, sürdürülebilir cari işlemler dengesi ve yüksek istihdam gibi birbiriyle çelişkili bir takım hedefler verme sevdasından vazgeçtik. Para politikasının temel hedefinin fiyat istikrarının sağlanması ve sürdürülmesi olduğunu yasaya koyduk.
HASSASİYET
Böyle konularda politika hedeflerini yasaya koymak yetmiyor. Uygulama, uygulayıcıların etkilendiği ortam ve genelde ekonomik birimlerin kafa yapıları da önemli oluyor. Dünyada birçok gelişmekte olan ülkede, biz de dahil, para politikasını yönlendiren kılavuz "enflasyon hedeflemesi" oldu. Ama, uygulamaya bakıldığında, para politikasının doğrudan enflasyonu mu hedeflediği ya da döviz kurlarında arzulanmayan çıkışları mı törpülemeye yönelik kullanıldığı çok açık değil.
Para politikasının fiyat istikrarını hedeflemesinin arkasındaki en önemli neden enflasyonun parasal bir olgu olmasından kaynaklanır. Merkez bankaları kısa vadeli faizlerde ayarlama yaparak aslında piyasadaki paranın enflasyon yaratmayacak düzeyde olmasını sağlamaya çalışırlar.
Ekonomide enflasyon baskısı oluştuğu izlenimi aldıklarında, merkez bankaları kısa vadeli faizleri yükselterek piyasada enflasyon yaratma olasılığı olan parayı geri çekmeye çalışırlar. Buna karşılık, enflasyon baskısı hissetmediklerinde, kısa vadeli faizleri düşürerek yüksek faizlerin ekonomik büyümenin önünde engel olmasının önüne geçmeye çalışırlar. Teorik olarak, merkez bankalarının tespit etmeye çalıştığı kısa vadeli faiz düzeyi, enflasyon baskısı yaratmayacak, ama ekonomik büyüme önünde engel de oluşturmayacak bir faiz düzeyidir.
Son yıllardaki uygulamalara baktığımızda, gelişmekte olan ülkelerde merkez bankalarının, enflasyon 2-3 puan hedefin üst bandının üzerinde olması nedeniyle faiz politikasını aktif bir biçimde kullandıklarına tanık olmuyoruz. Ama, aynı merkez bankaları döviz kurlarındaki beklenmedik çıkışlara karşı faiz politikasını çok daha aktif kullanabiliyorlar.
Örneğin, gerçekleşen enflasyon uzunca bir süredir hedefin oldukça üzerinde olduğu halde, sessizliğini koruyan Romanya Merkez Bankası parası hızla değer kaybetmeye başlayınca faizleri artırma kararı aldı. Benzer bir yaklaşım Macaristan Merkez Bankası tarafından da sergilendi. Ama, piyasalarca enflasyona yeterli hassasiyeti göstermediği düşünüldüğünden, faiz artırımından sonra Romanya parası değer kaybetmeye devam etti. Yani, piyasalar tepkiyi ciddiye almadı. Macaristan’da ne olacağını göreceğiz.
GEÇMİŞ DENEYİMLER
Bizde bu konuda yeteri sayıda gözlem yok. Son beş yıldır faizler bir-iki kez 2006 yılı ortasında artırıldı. Faiz artırımları enflasyon baskılarına çözüm olarak değil, döviz kurlarındaki hızlı sıçramaya önlem olarak yapıldı. 2005 yılının son çeyreğinde başlayan enflasyon baskısı olduğu halde, kurlar fırlamasaydı, faizler artırılır mıydı?
Bugüne kadarki gözlemler birçok gelişmekte olan ülkedeki merkez bankalarının enflasyonun önünde değil, enflasyonun arkasından koştuğu yönünde bir izlenim veriyor. Belki de, baskı gruplarını, siyasi otorite dahil, enflasyon baskısı olduğuna ikna edemeyeceklerinden çekinip eleştirilerin hedefi haline gelmek istemiyorlar. Hükümetlere ayak bağı olmak istemiyorlar. Ama, yine geçmiş deneyimler gösteriyor ki, hükümetlere ayak bağı olmadan fiyat istikrarı ne sağlanabiliyor ne de sürdürülebiliyor.
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2008
EKONOMİK büyüme verileri şaşırttı. Gayri safi yurtiçi hasıla (gsyh) büyümesi 2007 yılının son üç ayında (ekim-aralık dönemi) geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3.4, yılın toplamında ise yüzde 4.5 oldu. Dış ticaret verileri ve sanayi üretimi endeksi gibi daha sık yayınlanan verilere bakarak milli gelir büyümesinin yılın son çeyreğinde yüzde 5’in üzerinde, yılın tümünde de yüzde 5 civarında olacağı tahmin ediliyordu. Tahmindeki yanılmanın iki önemli nedeni var. Birincisi,
yurtiçi üretimde yaratılan katma değerin giderek düşmekte olduğu, ikincisi ise, toplam
iç talep büyümesinin yurtiçi üretime etkisinin giderek azalmakta olduğu gerçeği yapılan tahminlerde göz ardı edildi.
İTHALATA DAYALI BÜYÜMEME MODELİ
Türkiye ekonomisinde iç talep büyümesi 2007 yılının ikinci üç ayından (nisan-haziran dönemi)
sonra hızlandı. İkinci üç ayda toplam iç talep büyümesi yüzde 3.2’ye kadar düşmüşken, üçüncü üç ayda (temmuz-eylül dönemi) yüzde 5.9, son üç yada ise yüzde 7.1 oldu. Yani, iç talep açısından yılın ikinci yarısında ekonomide gaza basıldı.
Toplam iç talep hızlanarak büyürken, net dış talebin yurtiçi üretime etkisi negatif oldu. Sonuçta, iç talep artışı hızlanarak devam ettiği halde, toplam gsyh büyümesi yılın ikinci yarısında yüzde 4’ün altında kaldı. Grafikten de görüldüğü gibi, Türkiye ekonomisi 2007 yılının ikinci çeyreğinde yüzde 3.97, üçüncü çeyreğinde yüzde 3.35, dördüncü çeyreğinde, yüzde 3.44 büyüdü.
"
İhracata dayalı büyüme" modeli iç talebi fazla büyütmeden dış talep yoluyla yüksek büyümeyi sağlamayı ifade eder. Bu şekilde, iç talep büyümesi makul düzeylerde tutulurken, fiyat istikrarı gibi iç talep büyümesinin olumsuz etkileyebileceği gelişmelerin önüne geçilir ve ihracat artışı (dış talep büyümesi) yoluyla yüksek ekonomik büyüme gerçekleştirilir.
Türkiye’de tam tersi oluyor. İç talep büyüyor. Ekonomi çok daha yavaş büyüyor. İç talep büyümesi ithalatı büyüterek yurtiçindeki üretime çok fazla bir etki yapmıyor. Biraz abartarak buna "
ithalata dayalı büyümeme" modeli diyebiliriz.
2007 yılının tümünde ortalama ekonomik büyüme yüzde 4.5 olurken, iç talep büyümesi yüzde 5.7 oldu.
Yılın tümünde de, net dış talebin ekonomik büyümeye katkısı negatif oldu. Zaten, 2002 yılından bu yana yıllık bazda net dış talebin ekonomik büyümeye katkısı hiç olumlu olmadı.
GÖRÜNÜM BOZULUYOR
Milli gelir istatistikleri 2008 yılı ve sonrasına yönelik ekonomik büyüme ve bunun sonuçları konusunda kaygıları artırıyor. Ekonomik büyümeden fedakarlık yapmamak için iç talep artışını özendiren ekonomi politikaları hem
dış açıkları artıran hem de
enflasyonla mücadeleyi zorlaştıran bir yaklaşım olur. Buna karşılık, dış açıkların büyümesini kontrol altına almaya çalışan ve enflasyonu gözeten bir yaklaşım ise şimdikinden de düşük ekonomik büyümeye razı olmak anlamına gelir.
Türkiye son altı yıldır "
başarı hikayesi" diye anlattığı sürecin sonuna gelmiş gibi görünüyor.
Yurtiçinde ve yurtdışında yaşanan dışsal etkenler ise bu görünümü daha da bozuyor.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2008
HER alanda belirsizliğin çok yoğun olduğu bir dönemden geçiyoruz. Gelişmiş ülkelerde yaşanan krizin daha neresinde olduğumuzu ve bunun bize ne zaman ve nasıl yansıyabileceğini kestiremeden, yurtiçinde oluşan siyasi belirsizlik ve gerginlik havayı daha da kararttı. Gidişat iyi değil. Genelde, yurtiçinde de, yurtdışında da yoğun bir karamsarlık var. Belli başlı ülkelerin finansal piyasaları birbirlerini günlük bazda çok daha fazla etkiler hale geldi. Her ülke, kendi dışındaki ekonomilere yönelik verileri çok daha yakından takip etmeye başladı. Yayınlanan her ekonomik veri, kendi içinde olumlu öğeler taşısa dahi, olumsuz yönden yorumlanıyor. Dolayısıyla, piyasalardaki oynaklıklar azami düzeye geldi. Türkiye ekonomisinin bu çeşit oynaklıkları hazmetmesi kolay değil.
YENİ HABERLER
Yurtdışındaki bunca karışıklık ve oynaklık genellikle finans piyasalarından çıkan verilere tepkilerden ve güven ortamının sağlanamadığından kaynaklanıyor. Bu yıla yönelik reel sektöre yönelik henüz güvenilir veriler çıkmadı. Geriye dönük yapılabilecek güncellemelerle Avrupa ve Japonya’da ekonominin küçüldüğü yönde çıkabilecek veriler ortalığı daha da karıştırabilir. Amerika’da büyümenin 2007 yılı sonunda oldukça düştüğünü biliyoruz. Düşüşün devam etmesi şaşırtıcı olmayacak.
Genel kaygı varlık fiyatlarının düşmesinden kaynaklanıyor. Konut fiyatları düşüyor. Konut kredilerine bağlı varlığa dayalı menkul kıymetlerin fiyatları düşüyor. Şirketlerin çıkardığı bono fiyatları düşüyor. Henüz, konut kredileri dışındaki kredi portföylerinin kalitesinin düştüğü yönünde elde fazla veri yok. Yakında, özellikle Amerika’dan, bu yönde de haberler gelmesi şaşırtıcı olmamalı. Bankaların gerçek durumları da herkesi kaygılandıran bir bilinmeyen.
Bir anlamda piyasanın oyuncağı haline gelen Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) kısa vadeli faizleri yine yüklü bir biçimde düşüreceği beklentileri güçlendi. Amerika’da konut fiyatlarındaki düşüşün hız kesmemiş olması ve tüketici güveninin son yılların en düşük düzeyine gerilemiş olması yeni bir spekülasyon başlattı.
Kısa vadeli faizlerin Amerika’da düşeceği beklentileriyle, Amerikan doları yeniden değer yitirme eğilimine girdi. Altın, yatırımcıların kendilerini enflasyona karşı koruma aracı olma özelliğini güçlendirdi. Altın fiyatları yeniden artıyor. Ama, küresel resesyon beklentilerine rağmen, doların değer kaybetmesiyle petrol ve emtia fiyatlarında şimdilik bir düşüş eğilimi gözlenmiyor.
AYNI SENARYO
Yurtdışındaki krizin Türkiye ekonomisine yansımaları şimdilik panik yapacak boyutlarda değil. Ama, yurtiçindeki siyasi belirsizlik ve gerginlikle birleşince, genel ekonomik havanın kötüleşmesi ihmal edilebilecek boyutlarda da değil.
Hazine bonosu faizleri ikinci piyasada yaklaşık yüzde 2.5 puan arttı. Borsa yılbaşından bu yana yüzde 27 civarında değer yitirdi. Ocak ayının ortasından bu yana, iki buçuk ay içinde, dolar kuru yüzde 12, Euro kuru ise yüzde 19 civarında arttı.
Son iki aylık finansal sisteme yönelik veriler, siyasi gerginliklerle beraber, Türkiye ekonomisinde tüketim ve yatırım kararlarının ertelenebileceğine işaret ediyor. Bu yılın ilk üç ayında ekonomik büyümenin oldukça düşük çıkma olasılığı çok fazla. Büyümede kaybolmakta olan ivme devam edecek gibi görünüyor. Buna karşılık, artan belirsizlikler ve döviz kuru hareketleriyle enflasyon görünümünün giderek bozulduğu söylenebilir.
Dünyanın önemli bir bölümü için beklenen düşük büyüme ve daha yüksek enflasyon senaryosu bugünkü şartlarda Türkiye ekonomisi için de geçerli. Gelişmekte olan ülkelerden kendimizi olumsuz yönde ayrıştırmaya çalışıyoruz. Konunun en kaygı verici yanı burası.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2008
NÜFUSUMUZ genç. Genç nüfus ekonomide önemli bir avantaj olarak görülür. Çünkü, nüfus genç olduğunda, çalışma yaşındaki insan sayısı, çalışmayı bırakmış yaşlı nüfusa göre çok daha fazladır. Çalışanların çalışmayanlara bakma oranı yüksektir. O halde, sosyal güvenlik sistemi sapasağlam olmalıdır.
Halbuki, bizde sosyal güvenlik sistemi batmış durumdadır. Devlet bütçesinden yüklüce yardım almasa (milli gelirimizin yüzde 5’i civarında), sosyal güvenlik sistemi emekli maaşlarını ödeyebilecek, üyelerine sağlık hizmeti sunabilecek durumda değildir. O halde, nedir yanlış olan?
BÜTÇESİZ SOSYAL DEVLET
Sosyal devlet olmanın en önemli unsurlarından biri, devletin çeşitli nedenlerle ekonomik açıdan kötü (dezavantajlı) durumdaki toplum kesimlerine yardım etmesidir. Sosyal devlet, toplumdaki bedensel özürlüsüne, yaşlısına, gazisine, beyinsel özürlüsüne, çalışamayanına mali kaynak aktarabilmeli, sağlık yardımı yapabilmelidir. Bu amaçlara yönelik olarak sosyal devlet bütçesinde sosyal harcamaları için, belli bir kaynak ayırır.
Devlet ödeme gücü olan toplum kesimlerini vergilendirir, ihtiyaç içindeki toplum kesimlerine topladığı vergilerin bir kısmını aktarır. Yani, devletin vergi ve harcama politikalarının amaçlarından biri de, olanaklar ölçüsünde, toplum kesimleri arasında gelir dağılımını yeniden düzenlemektir.
Türkiye bu noktada sorun yaşamıştır. Sosyal devlet olunması istenmiştir. Ama, sosyal devlet olabilmek için gerekli mali kaynaklar yaratılmamış ya da yaratılamamıştır. Bu gerçek, sosyal devlet olma arzusunu törpülememiştir. Sosyal devlet olma işlevi, bütçe dışındaki kaynakların harekete geçirilmesiyle sağlanmaya çalışılmıştır. Nerede para varsa, oraya yüklenilmiştir.
Çalıştığı dönemde insanların belli bir katkı yapıp sağlık ihtiyaçlarının karşılandığı, emekli olduğunda da, sağlık yardımlarıyla beraber belli bir gelir elde etmesine dayanan emeklilik sistemi, devletin "sosyal devlet işlevini" yerine getirmesi için kullanılmıştır. Bugüne kadar, bütçeye ek yük getirmeden, çalışanların çok sayıda, emeklilerin de az sayıda olduğu bir ortamda hiç kimseyi rahatsız etmeden, devlet "sosyal devlet" rolünü oynadı. Emekli maaşı ikinci gelir oldu. Emeklilik ve sağlık fonlarının kapsamı genişletildi. Bu fonlardan yararlanma kısıtları gevşetildi.
1991 yılında sosyal güvenlik sisteminin elindeki toplu paralar eridi. Bütçeden sosyal güvenlik kuruluşlarına para aktarmak zorunda kalındı. Yani, para bitince, zaten geçmişte bütçeden karşılanması gereken harcamalar zorla bütçe içine girmiş oldu. Aslında, bugün sosyal güvenlik sistemine bütçeden aktarılan kaynaklar, geçmişte aktarılması gereken kaynakların bugüne getirilmiş değerinden başka bir şey değil.
DÜNÜN BORÇLANMASI
Bu süreç daha uzun süre devam edecek. Son yıllarda yapılmış bir çalışma bilmiyorum ama sosyal güvenlik sisteminin gelecekteki açıklarının bugüne indirgenmiş toplam değeri, milli gelirimizin üstünde olduğunu tahmin etmek çok abartılı olmayacaktır. Gündemdeki sosyal güvenlik reformu da bu çaresizliğe çözüm değil.
Bir yandan düşük emeklilik yaşı, düşük çalışılan gün sayısı, çalışırken emekli olabilme olanakları, kayıtdışı istihdam gibi etkenlerle genç nüfus yapısıyla bağdaşmayacak bir emeklilik sistemi, diğer yandan sosyal harcamaların bütçe dışındaki kaynaklarla karşılanması arzusu, sosyal güvenlik sistemini bu hale getirdi.
Şimdi, babalarımızın ve dedelerimizin geçmişte ödemesi gereken vergilerle yapılmış harcamalar bizlerin vergileriyle karşılamaktayız. Aynı, devletin geçmişte aldığı borçların, bizlerin vergileriyle ödendiği gibi. Çünkü, sosyal güvenlik sisteminde bugün gözlenen açıklar, dünün borçlanmalarıydı.
Yazının Devamını Oku