16 Nisan 2008
TÜRKİYE ekonomisi az ya da çok büyüyecekse, cari işlemler açığının devam etmesi şart. Ekonomik büyüme için üretimin ve üretimdeki toplam katma değerin artması gerekiyor. O halde, ithalatın da artması şaşırtıcı olmayacak. Bu eğilimi tersine çevirebilecek en önemli unsur ekonomik büyüme için artması arzulanan cari işlemler açığını finanse edecek dış kaynakların bulunamaması. Böyle bir durumda, ithalat artışı söz konusu olamayacak, cari işlemler küçülecek ve üretim zorunlu olarak düşecek. Ekonomik büyüme de söz konusu olamayacak.
ÇIKIŞ OLMASIN YETER
Küresel düzeyde yaşanan kriz birkaç açıdan Türkiye ekonomisini zorlayabilir. Uluslararası yatırımcılar artık daha dikkatli. Gelişmiş ülkelerdeki bankalar kredi verme standartlarını daha sıkılaştırdılar. Bu yaklaşım henüz şirketler düzeyinde. Ama, yıkıntı temizlenip içişlerini yoluna koyduktan sonra bankaların ülkeler düzeyinde de daha tutucu bir yaklaşımın benimseneceği kimseyi şaşırtmamalı.
Küresel düzeyde varlık fiyatları düşüyor. Daha önce değeri 10 milyar dolar olan bir şirket bugün 5 milyar dolar ediyor. Potansiyel alıcı azaldı. Fiyat düştükçe, potansiyel satıcıların satma hevesi de doğal olarak azalıyor. Potansiyel alıcıların isteksizliği Türkiye’nin önümüzdeki dönemde planladığı özelleştirmeleri de olumsuz etkileyebilir.
Birçok açıdan, Türkiye yabancı yatırımcılar açısından hala çekici bir ülke konumunda olsa da, "etrafın durulmasını biraz bekleyelim" anlayışıyla, "fiyatlar hele bir otursun" beklentisi potansiyel alıcıların kararlarının ertelenmesine yol açabilecektir. Bu süreçte, fiyatlar biraz daha düşebilir.
Geçmişte 10 milyar eden bir şirkete 6 milyar dolara alıcı çıkmayabilir. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde son üç yıla bakarak fiyat beklentileri çok şiştiğinden, özellikle özelleştirmeler zorlanabilir. Kısacası, programlanmış ödemeler hariç, bugünkü görünümüyle doğrudan yabancı yatırımlar yoluyla eskisi kadar dış kaynak bulmak artık zorlaştı. Halbuki, Türkiye son iki yıldır cari işlemler açığının yarısını doğrudan yabancı sermaye girişleri yoluyla finanse ediyordu.
2006 yılından bu yana Türkiye gibi ekonomiler açısından portföy girişlerinin önemi zaten azalmıştı. Yabancı yatırımcıların yurtiçindeki hisse senedi ve devlet tahvili alımları yoluyla ülkeye giren yabancı kaynak net bazda önemini kaybetmişti. Küresel bazdaki finansal krizin daha da derinleşmesi durumunda, yeni kaynak değil, eski yatırımların da yoğun olarak çıkma olasılığı küçük görülmemelidir.
BORÇLANMA
Dış finansman açısından geriye iki önemli yol kalıyor: bankalarımızın dış borçlanmalarıyla şirketlerin doğrudan dış piyasalardan borçlanmaları. Son yıllarda doğrudan yabancı sermaye girişleriyle beraber, bu iki kalem cari işlemler açığının finansmanındaki en önemli kalemlerdi. Önümüzdeki dönemde de bu iki kalem daha büyük bir öneme sahip olacakmış gibi görünüyor.
Türkiye’deki bankaların göreli sağlığı bu açıdan bir avantaj. Bankalarımızın sermaye yeterlilikleri tatmin edici düzeyde. Yurt dışındakilere benzer şekilde konut kredileri ya da varlığa dayalı menkul kıymet yatırımları yok. Dolayısıyla, bankalarımızın bilançoları yurt dışını alt-üst eden etkenlerden olumsuz bir darbe almadı. Şirketlerin yurtdışından doğrudan borçlanmalarının çok önemli bir bölümü de zaten bankalarımızın riski. Sonuçta, uluslararası para kurumadıkça, talep oldukça, bu kanaldan dış finansman sağlanması en büyük olasılık olarak görülmeli.
Son aylarda gözlenen ödemeler dengesi finansmanındaki eğilimler de bu yolda. Yarın rakamlara gireceğim.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2008
BAŞTA Amerika olmak üzere gelişmiş ülkelerde ekonomik büyümenin keskin bir biçimde düşeceği tahminleri yapılıyor. IMF tahminlerine göre, 2007 yılında yüzde 2.7 büyüyen sanayileşmiş ülkelerin bu ve gelecek yıl yüzde 1.3 büyüyecek. Yani, gelişmiş ülkelerde ekonomik büyüme yarıdan fazla düşecek. Bu tahminleri yapanlar gelişmekte olan ülkelerde (emerging markets) ise ekonomik büyümenin aynı derecede düşmeyeceğini öngörüyorlar. Örneğin, Orta ve Doğu Avrupa’daki ülkelerde büyümenin yüzde 5.8’den yüzde 4.4’e düşeceği öngörülüyor. Asya’da ise ekonomik büyümenin yüzde 9.7’den yüzde 8.2’ye düşeceği tahmin ediliyor.
AYRIŞMA UMUDU
IMF ve benzer kuruluşların tahminlerinin ardında gelişmiş ülkelerdeki talep büyümesindeki düşmenin gelişmekte olan ülkelerde hızlanabilecek iç talep artışları yoluyla telafi edilebileceği varsayımı var. Yani, gelişmekte olan ülkelerin ihracatındaki artış yavaşlayacak, ama bu ülkeler iç pazarlarına satışlarını artırabilecekler. Teknik tabiriyle, mal ve hizmet piyasalarının gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında ayrışabileceği düşünülüyor.
Bazı çevreler gelişmekte olan ülkelerin olası dış pazar kayıplarını telafi edebilmeleri için iç talep artışını hızlandıracak ekonomi politikaları uygulamalarının gerekli olduğunu vurguluyor. Yakın zamana kadar, IMF de benzer bir reçeteyi savunuyordu. Galiba şimdi durum değişti. Geçenlerde, IMF, artan enflasyon karşısında gelişmekte olan ülkelerde iç talep artışını dizginleyici sıkı para politikasının uygulanması gerektiğini vurguladı. IMF de duruma göre konuşuyor.
Gerçekten de, gelişmekte olan ülkelerde enflasyon artık bir sorun. Çin’de enflasyon yüzde 8’lere geldi. Hindistan bocalıyor. Brezilya’da enflasyon artma eğiliminde. Arjantin’de asıl veriler gizleniyor. Doğu Avrupa ve Türkiye’de de enflasyon yüksek. Dolayısıyla, makro ekonomik şartlar gelişmiş ülkelerdeki talep büyümesini telafi etmeye yönelik olarak gelişmekte olan ülkelerde iç talep artışına seyirci kalınmasını zorlaştırıyor. Kaldı ki, küresel çalkantılar gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik bürümlerin de tüketim ve yatırım kararlarını ertelemelerine neden oluyor.
HER YERDE DÜŞÜŞ
Mal ve hizmet piyasalarının karşılıklı etkileşimi yanında, finans sistemlerinin de etkileşimi söz konusu. Kötü konut kredilerinin ateşlediği kriz sanki gelişmiş ülkelere özel bir durum olarak algılanıyor. Halbuki, küresel düzeyde, uluslararası yatırımların yaygınlığı ve derinliği ile gelişmiş ülkelerdeki hareketlilik aynen, hatta daha fazla gelişmekte olan ülkelere de yansıyor. Varlık fiyatları gelişmiş ülkelerde düşerken, gelişmekte olan ülkelerde de düşme eğilimine giriyor. Türkiye’de bu olguyu yakından takip ediyoruz. Türkiye yalnız değil.
Yılbaşından bu yana (geçen cuma itibariyle), New York Borsası yüzde 7, Almanya Borsası yüzde 18, İngiltere Borsası yüzde 9, Fransa ve İsviçre borsaları yüzde 14, Japon Borsası yüzde 13 düştü. Hisse senetleri fiyatları aynı dönemde Rusya’da yüzde 8, Çin’de yüzde 28, Avustralya’da yüzde 14, Macaristan’da yüzde 16, Polonya’da yüzde 13, Hindistan’da yüzde 22 ve Türkiye’de yüzde 24 düştü.
Gelişmekte olan piyasalar içinde borsaları çok az düşen ya da artan iki ülke Meksika ve Brezilya. Onlar da kendilerini dünyanın geri kalan kısmından ayrıştıklarını sanıyorlar. Amerika’nın arka bahçesindeki bu ülkeler galiba yanılgı içindeler. Brezilya’nın ihracatının dörtte biri, Meksika’nın dörtte üçü yalnızca Amerika’ya yapılıyor. Şimdilik, hammadde ve petrol fiyatlarının yüksek kalmasıyla, bu ülkeler göreli olarak daha iyi durumda denebilir.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2008
2000’li yıllarda dünya ekonomileri çok hızlı büyüdü. Yüksek büyüme farklı ekonomilerde farklı dengesizlikler yarattı. Şimdi, tüm çevrelerce belli bir oranda geriye çekilmenin söz konusu olacağı tahminleri yapılıyor. Örneğin, Amerikan ekonomisi 2002-2007 yılları arasında reel olarak yüzde 3 civarında büyüdü, bazı yıllar büyüme yüzde 5 civarına geldi. Çin ekonomisindeki büyüme yüzde 10’u aştı. Türkiye ekonomisindeki büyüme yüzde 7’ye yaklaştı. Bu dönemde, son birkaç yılı dışarıda bırakırsak, yüksek büyümeden Avrupa’nın gelişmiş ekonomileriyle Japonya nasibini alamadı. Dünyanın geri kalan kısmı geçmişe göre çok hızlı büyüdü.
HÁLÁ İYİMSER MİYİZ?
IMF gibi uluslararası kuruluşlar son dönemde iki ayda bir büyüme tahminlerini güncelliyorlar. Her güncellemede tahminler biraz daha aşağıya çekiliyor. IMF’nin yaptığı son tahminlerine göre, 2006 yılında yüzde 3’e yakın, 2007 yılında yüzde 2.2 büyüyen Amerikan ekonomisi bu yıl yüzde 0.5 büyüyecek. Geçen yılın ortalarında bu yıl Amerikan ekonomisinin yüzde 2’nin üzerinde, bu yılın başında yapılan tahminlerde ise yüzde 1.5 büyüyeceği tahmin ediliyordu. Yapılan tahminlerde yılın ilk yarısında bir küçülme olduktan sonra bir canlanma öngörülüyor. Bu öngörü iyimser olabilir.
Son iki yıldır Euro Bölgesi büyümesi yüzde 2.5’in üzerindeydi. Bu yıl Euro Bölgesi’nin yüzde 1.4, gelecek yıl daha da düşük büyüyeceği tahmin ediliyor. İtalya ve İspanya ekonomilerinin önemli ölçüde ivme kaybedeceği öngörülüyor. İngiltere’de de ekonomik büyümenin geçen seneye göre yarı yarıya azalacağı düşünülüyor.
Gelişmekte olan ülkelerde de büyümenin düşeceği, ama gelişmiş ülkeler kadar olmayacağı öngörüsü yapılıyor. Örneğin, Çin ekonomisi geçen yıl yüzde 11.5 kadar büyürken, bu yıl büyümenin yüzde 9’un biraz üzerinde kalacağı tahmin ediliyor. Hindistan’ın büyümesinin de yüzde 9.2’den yüzde 7.9’a düşmesi bekleniyor. Türkiye ekonomisinin büyümesi geçen yıl yüzde 4.5’iken bu yıl yüzde 4 olacağı tahmin ediliyor. Tahminlerdeki aşağı yöndeki güncelleme gelişmekte olan ülkelere yönelik çok düşük.
Gelişmiş ülkelerde ekonomik büyüme hızla ivme kaybederken gelişmekte olan ülkelerin o denli etkilenmeyeceği (ayrışma) sonucunu çıkarmak belki iyimserlik olarak nitelenebilir. Bu konuya bir başka yazıda döneceğim.
VERİMLİLİK
Bir başka uluslararası kuruluş, OECD, gelişmiş ülkelerde emek verimliliğindeki artışın kararlı bir biçimde düşme eğiliminde olduğunu raporluyor. OECD’nin çalışmasına göre, sanayileşmiş otuz ülkede çalışılan saat başına yaratılan gayri safi yurtiçi hasıla büyümesi 2000 yılında yüzde 2.6 civarındayken, 2006 yılında yüzde 1.4’e düştü.
Emek verimliliğindeki artıştaki yavaşlama özellikle İtalya, Hollanda, Portekiz ve İspanya gibi ülkelerde oldukça dramatik. Bu ülkelerde verimlilikteki artış bu dönemde yüzde 1’in altında kalmış. Amerikan ekonomisinde ise emek verimliliğindeki artış bu dönemde yüzde 2’nin üzerinde, ama son yıllarda düşme eğiliminde.
Dünya ekonomileri olumsuz bir sürecin başındaymış gibi görünüyor. Büyüme ve verimlilik düşüyor. Enflasyon ve ücret talepleri yükseliyor. Hammadde fiyatları yüksek seyrini sürdürüyor.
2000’li yılların başında tüm dünyada gerçekleştirilen küçümsenemeyecek refah artışının bir bölümünün geri verilmesi sürecinin başındayız galiba. Gelişmekte olan ülkelerin bu sürecin dışında kalması zor görünüyor.
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2008
YİRMİ yıla yakın dünyanın en önemli merkez bankalarından birinin başkanlığını yaptı. Birçok kriz yönetti. Fiyat istikrarını riske sokmadan ülkesinin yakın tarihindeki en uzun dönemli ekonomik büyümenin sağlanmasındaki tartışmasız baş aktörlerden biriydi. Görevini kendi isteğiyle bırakana kadar ve hemen sonra "efsane" olarak görüldü. Şimdi, küresel çapta yaşanan kalitesiz konut kredileri sorununun oluşmasından sorumlu tutuluyor. En yakın çalışma arkadaşları dahil, kendisini acımasızca eleştiriyorlar. Dün "efsane" olarak niteleyenler bugün onu yerden yere vuruyorlar. O da kendini savunma ihtiyacı duydu. Hafta başında İngiliz Financial Times gazetesinde bir makalesi ve Amerikan Wall Street Journal’da bir röportajı yayınlandı. Efsane kendini savundu.
ACIMASIZ ELEŞTİRİLER
Alan Greenspan Amerikan Merkez Bankası (FED) Başkanı olduktan üç ay sonra New York Borsası çöktü. Krizi başarıyla yönetti. Artan bütçe açıkları nedeniyle bir dönemin Başkanı Bush ile takıştı. 2000’li yılların başında ekonomik durgunluğun çok hafif atlatılmasında katkıda bulundu. 11 Eylül saldırılarının yarattığı olumsuz havanın dağılmasını kolaylaştırdı. Başkanlığı döneminde Amerikan ekonomisi reel olarak neredeyse ikiye katlandı. Yıllık büyüme ortalama yüzde 3 oldu. Ortalama yıllık enflasyon da bu dönemde yüzde 3 oldu. 1992 yılından sonra ortalama yıllık enflasyon görevdeki son yılı hariç hiç yüzde 3’ün üzerine çıkmadı.
Şimdi Alan Greenspan iki alanda eleştiriliyor. Birincisi, kısa vadeli faizleri 2000’li yılların ilk yarısında çok uzun yüzde 1’de tuttu. Sonradan, faizleri artırmada hem geç hem de yavaş kaldı. Eleştirildiği ikinci alan ise FED’in sorumluluğundaki finansal sistemde gözetim ve denetimi yeterince sıkı tutmadı.
Greenspan serbest piyasa ekonomisinin ekonomik dengesizlikleri kendisinin çözeceğine inanan bir iktisatçı. O nedenle, "merkez bankalarının piyasalarda oluşabilecek balona müdahale etmemesi gerektiğini, balon patlarsa merkez bankalarının pislikleri temizlemekle sorumlu olduğunu" savundu. 2000’li yılların başında internet firmalarının hisse senetleri fiyatlarının hatırı sayılır biçimde düşmesinin göreli olarak sorunsuz atlatılmasıyla, Greenspan’in bu yaklaşımı alkışlarla karşılandı.
Konut fiyatları artışının 2004 yılından itibaren hızlanması karşısında da Greenspan, benzer bir tutum sergiledi. Balona çomak sokmadı. O dönemde, bu yaklaşımı da beğeni kazandı. Balonun patlamasıyla görüşler değişti. Balonun patlamasından sonra ortaya yayılan pisliklerin iyi idare edilip edilmediği konusunda kendinden sonraki yöneticilere yönelik olarak Greenspan, fazla bir şey söylemiyor. Eleştirilerin acımasızca olduğunu belirtmekle yetiniyor.
OLAĞANÜSTÜ PERFORMANS
Hayatının önemli bir bölümünü oluşturduğu ekonomik modellerin ürettiği tahminleri satarak kazandığı halde, Alan Greenspan aslında ekonomik modelleri fazla ciddiye alan bir iktisatçı değil. Hiçbir ekonomik modelin kriz tahmini yapamayacağından yola çıkarak, modellerin ürettiği tahminleri belli bir şüphe ile karşılamak gerektiğini vurguluyor. Bu yaklaşımı da başkanlığı döneminde hayranlıkla karşılanıyordu. Ekonomiyi en iyi okuyan adam olarak görülüyordu. Kendine yöneltilen eleştirilerin her şeyden önce FED’de çalışan birçok akıllı adama haksızlık olduğunu söylüyor.
Alan Greenspan elbette birçok açıdan eleştirilebilir. Belki kendisine yöneltilebilecek en önemli eleştiri varlık fiyatları düşerken gösterdiği hassaslığı, varlık fiyatları şişerken göstermemiş olması.
Konut kredileri sorununun sorumluluğunu Greenspan’in FED’ine yüklemek doğru değil. Çünkü, bu sorun İngiltere’de de var, Almanya’da da, İspanya’da da. Oradakilerden de mi FED sorumlu? Para otoritesinin beceremeyeceği çok şey olduğu bazen unutuluyor.
Yine de, eleştirilerin hiçbiri Alan Greenspan’in uzun FED başkanlığındaki olağanüstü performansı gölgeleyemiyor.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2008
BU yılın şubat ayında imalat sanayi üretimi yüzde 6.6 arttı. Yılın ilk iki ayındaki ortalama imalat sanayi üretim artışı yüzde 9 oldu. Sanayi üretimi artıyor, ama üretimdeki katma değer düştüğünden, üretim artışının milli gelir yaratma gücü azalıyor. Örneğin, 2006 yılında yüzde 5.5 artan imalat sanayi üretiminin milli gelir yaratma gücündeki artışı yüzde 8.4 olmuştu. Geçen yıl ise, yüzde 4.8 büyüyen imalat sanayi üretiminin milli gelir yaratma gücündeki artış ancak yüzde 5.4’de kalmıştı.
İmalat sanayi üretimindeki sektörler arası dağılmaya göre bu oran elbette değişebilir. Yine de, sanayi üretimindeki yüksek artışa bakıp milli gelir artışının da yüksek olacağını beklemek artık çok gerçekçi görünmüyor.
ELEKTRİK ÜRETİMİ
Sanayi üretimi endeksi değişmelerinde dikkati çeken bir başka nokta son yıllarda elektrik üretimindeki artışların imalat sanayi üretimindeki artışların çok üzerinde gerçekleşmesi. İmalat sanayi üretimi 2003-2005 yılları arasında ortalama yıllık yüzde 10 civarında artarken, elektrik üretimindeki artış yüzde 7 civarında kalmıştı.
Grafikten de görüldüğü gibi, 2005 yılı ortasından sonra bu eğilim tersine döndü. İmalat sanayi üretimindeki artış ortalama yıllık yüzde 5 civarına düşerken, elektrik üretimindeki artış yüzde 10’a yaklaştı. Elektrik üretimi-imalat sanayi üretimi arasındaki farklılaşmanın tümünü kaçak elektrik kullanımına bağlamak çok doğru görünmüyor. Kaçak elektrik tüketimi 2005 yılından önce de vardı. Kaçağın 2005 yılından sonra hızlanarak artıyor olmasını düşünmek de çok gerçekçi değil.
Elektrik ve imalat sanayi üretim artışlarındaki eğilimlerin tersine döndüğü 2005 yılı aslında imalat sanayi üretiminde emek verimliliğindeki artışların da göreli olarak azaldığı bir dönem. Dolayısıyla, imalat sanayi üretiminde verimlilik artışında belli bir duraksama olduğunu düşünmek daha gerçekçi görünüyor.
DİĞER SEKTÖRLER
İmalat sanayi endeksinde artış eğilimi gösteren sektörler kimya, elektrikli eşyalar ve motorlu kara taşıtları. Son aylarda, mobilya üretimi de artış eğilimine girdi. Tütün ve tütün mamulleri ile tekstil üretiminde düşüşler sürüyor. Hazır giyim eşyaları üretimi ise istikrarlı denebilir. Metal ana sanayi üretimi artmaya devam ediyor, ama eski düzeylerinde değil.
Radyo-TV üretimi ise 2006 yılının başından bu yana düşmeye devam ediyor. Endeks rakamlarına göre, radyo-TV üretimi 2005 yılının eylül ayından bu yana yarıdan fazla düşmüş görünüyor.
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2008
2002-2005 yılları arasında hem yüksek ekonomik büyümeyi gerçekleştirirken hem de enflasyonu hatırı sayılı bir oranda düşürdük. Bu dönemde büyüme yüzde 7.3 olurken, enflasyon da yüzde 70’lerden yüzde 7.7’ye geriledi. Şimdi enflasyon yüzde 9’un üzerinde gezinirken, ekonomik büyüme ise yüzde 5’in altına geldi. 2006-2008 yılları arasında ekonominin bazı parametreleri bir önceki döneme göre değişti. Üretimde verimlilik artışları hız keserken, 2001 yılında gerçekleşen reel ücret düşüşünün getirdiği avantaj kayboldu. Yabancı mali sermaye girişinde bir kesinti yaşanmadığı halde, enflasyondaki katılıklar öne çıktı.
Grafik 2001 yılı sonrası enflasyon-büyüme eğilimini açıkça ortaya koyuyor. Grafiğin sağ tarafından sola doğru giden ilk üç noktası büyüme artış eğilimindeyken, enflasyondaki hızlı düşüşü gösteriyor. Daha sonraki noktalar ise, enflasyon aşağı yukarı aynı düzeylerdeyken, ekonomik büyümenin giderek düştüğüne işaret ediyor.
VERİMLİLİK ARTIŞININ ÖNEMİ
Enflasyon hedefinin ilk yıllarında yaşanan başarısızlık enflasyon beklentilerinin katılaşmasının önemli bir nedeni oldu. Bu katılığı aşmak düşmekte olan ekonomik büyümeden daha fazla fedakarlık anlamına geldi. Bu fedakarlıktan kaçınıldı, hala da kaçınılıyor. Bir anlamda, ekonomik büyümeye engel olmamak için enflasyondan fedakarlık yapmak tercih edildi.
Bu tercih, başka ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de makro ekonomik açıdan tercih edilmeyen bir kısır döngüyü başlatıyor. Temel enflasyon düzeyi ne olursa oldun, ortalama enflasyonun yüksek gerçekleşmesiyle nominal ücret talepleri haklı olarak artıyor. Geçmişteki reel ücret düşüşlerinin telafisi öngörülüyor. Bu süreçte, enflasyonla mücadele daha da zorlaşıyor. Enflasyondaki katılık doğal olarak nominal, hatta reel ücretlere yansıyor.
Gelinen noktada, enflasyonla mücadele, katılaşmaya başlayan ücretlere rağmen olduğu taktirde, ekonomik büyümeyi de yakından ilgilendiriyor. Bu kısır döngüden çıkışın yolu üretimde verimlilik artışlarını hızlandırmak olmalı. Ürerimde emek verimliliği artışını hızlandırdıkça, enflasyonla mücadelede ekonomik büyümeden feragat etme mecburiyeti ortadan kalkabilecektir. Aksi taktirde, ekonomik büyümeyi tercih eden bir öncelikler sıralamasında, fiyat istikrarına ulaşmak mümkün olamayacaktır.
ESNEKLİK
Sanıldığı gibi, döviz kurlarındaki düşüş enflasyonun düşmesine neden olan bir etken değildir. Kurlardaki düşüş ya da istikrar, enflasyonla mücadelede ayak bağı olmayan bir gelişmedir.
Daha açık bir ifadeyle, döviz kurlarındaki fırlama enflasyon görünümünü bozmaktadır, ama aynı oranda kurlarda yaşanan düşüşler enflasyondaki düşüşü o denli desteklememektedir. Döviz kurlarının yükselmesi ya da düşüşünün enflasyon üzerine etkileri simetrik olmamaktadır. Bu nedenle de, para otoritesinin enflasyonla mücadeleye yönelik olarak kurlardaki düşüşü desteklediğini iddia etmek çok gerçekçi olmamaktadır.
Bu açıdan bakıldığında, üretimde verimlilik artışlarının reel ücret artışlarının gerisinde kaldığı bir dönemde, döviz kurlarındaki düşüş enflasyonla mücadeleye destek vermediği gibi, ekonomik büyümeyi de olumsuz etkilemektedir.
Bütün bu açıklamalardan işgücü piyasasının esnekliğinin önemi açıktır.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2008
2000’li yılların başarı hikayesinin arkasındaki etkenlerden bazıları üretimde verimlilik artışı ve verimlik artışlarına göre reel ücretlerdeki makul artışlardı. 2008 yılına geldiğimizde, bu etkenlerin zayıflamakta olduğunu görüyoruz. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde verimlilik artışları gereğinin önemi daha çok dışsal etkenlere de bağlı olabilen sermaye akımlarının döviz kurlarına olan etkilerinden kaynaklanıyor. Değerlenen yerli para ile rekabetçi kalabilmenin tek kaynağı üretimde verimlilik artışları oluyor. Türkiye son yıllara kadar bu dengeyi iyi götürmüştü.
ZORLUKLAR
Reel ücretlerin 2001 Krizi ile beraber hatırı sayılır bir biçimde düşmesi de, 2001 yılı sonrasında üretimde maliyetlerin belli bir düzeyde tutulabilmesinin önemli etkenlerinden biriydi. 2002-2004 döneminde gerçekleşen enflasyon anketlerle ölçülen enflasyon beklentilerinden düşük olduğu halde, reel ücretler çok artmadı. Bu anlamda, aslında beklentiler gerçekleşmelerle büyük ölçüde uyumlu gitti denebilir.
Yabancı sermaye girişinin yoğun olduğu bir dönemde Türk Lirası ciddi boyutlarda değer kazanmış olsa bile, reel ücret artışları büyük ölçüde üretimde işgücü verimlilik artışlarının gerisinde kalınca, paranın reel değerlenmesi büyük ölçüde telafi edildi.
Gelinen noktada, paramızın reel değerlenmesini telafi edecek unsurların zayıflamış olması söz konusu. Dolayısıyla, bundan sonraki strateji üretimde verimliliği daha hızlı artıracak önlemlerin alınması olmalıdır.
Ekonomi çözülmesi zor, bazen de olanaksız, çelişkiler yumağıdır. Üretimde verimliliğin artırılması demek kısa dönemde işsizlikle mücadelenin daha da zorlaşması anlamına gelir. İşsizlikle mücadelenin öncelikli olduğu bir ortamda ise kısa dönemde verimlilik artışlarından vazgeçmek zorunlu olabilir. Siyasi açıdan, çözümlere yönelik birinci zorluk bu noktada.
İkinci zorluk, son dönemdeki enflasyon gerçekleşmelerinin enflasyon beklentilerini iyice bozmuş olması. Merkez Bankası’nın enflasyon beklentilerini yönlendirme gücü giderek zayıfladı. Enflasyon hedefi itibar yitirdi. Dolayısıyla, parasal otoritenin reel ücret gelişmelerini yönlendirebilme kabiliyeti azaldı. İşgücü piyasasına esneklik kazandırmak bu açıdan da çok önemli hale geliyor. Bu zorluğu yalnızca biz değil, Almanya, Fransa gibi gelişmiş ülkeler de yaşıyorlar. Bu konuya yarın geri döneceğim.
YOLUN SONU
Verimlilik artışı ve reel ücret konularında yeterli gelişmeleri sağlayamamak uluslararası sermaye akımlarının hem bollaşması hem de daralması durumlarında Türkiye ekonomisini zora sokacak gibi görünüyor. Bir başka açıdan, uluslararası sermaye akımlarına güvenerek yapısal reformları savsaklamanın olanağı artık kalmadı. Çünkü, yabancı sermaye girişleri yoluyla paramızın reel değerlenmesi durumunda da, üretim artışları sağlamak artık zorlaşacak. Yabancı sermaye akımları kesildiğinde, paramızın reel değer kaybetmesi sorunlara çare değil, sorunların kaynağı olacak.
Kısacası, iktisadi açıdan Türkiye bir yol ayrımına geldi. Yüksek büyüme ve düşük enflasyonun ilacı, verimlilik artışı hızlanmadan ve reel ücret artışları makul düzeylerde tutulmadan, dışsal etkenler olmaktan çıkıp içsel yapı değişmeleri oldu. Bu konularda son birkaç yılı harcadık. Artık, yolun sonuna geldik.
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2008
EKONOMİYİ izlerken bazı veriler öne çıkıyor. Örneğin, milli gelir büyümesi, enflasyon ve dış denge gibi konular dikkat çekiyor. Ama, bu dengelerin oluşmasında etken çok önemli başka veriler o denli yakından takip edilmiyor. Halbuki, yakından izlenen gelişmelerin ardında o denli yakından izlenmeyen reel ücret gelişmeleri ve üretimde verimlilik gibi çok önemli yapısal etkenler var. Son altı yıllık ekonomik performansa baktığımızda, enflasyonun 2002-2004 arasında hızla düştüğünü, 2002-2005 arasında oldukça yüksek bir ekonomik büyüme gerçekleştiğini, buna karşılık, cari işlemler açığının bu süreçte hızla büyüdüğünü görüyoruz. Bu dönemde Türk Lirası reel olarak değer kazandı. Ama, ihracatımız arttı.
BALON SÖNÜYOR
Ekonomik büyüme 2004 yılından bu yana ivme kaybetti. Galiba, kaybetmeye de devam ediyor. 2002 yılı ile 2005 yılı arasında gayri safi yurtiçi hasıla (gsyh) yılda ortalama yüzde 7.3 büyürken, 2006-2007 yıllarında ortalama gsyh büyümesi yüzde 5.7’ye düştü.
2007 yılında yüzde 4.5 oldu. Üçer aylık gsyh büyümesindeki ivme kaybı grafikten daha iyi görünüyor. Bu eğilimin 2008’de de devam etmesi şaşırtıcı olmayacak.
Enflasyonda da düşüş ivmesi kayboldu. 2004 yılı ortasında yüzde yıllık 7’ye kadar inen tüketici fiyatları endeksindeki yıllık artış son yıllarda genelde yüzde 7-9 arasında inip çıkıyor.
Şu sıralarda yıllık enflasyonda yüzde 9’un üzerindeyiz. Grafik bu alanda yapılan patinajı da gayet iyi gösteriyor.
2002-2005 yılları arasındaki gözlenen çok iyi performans dış şartların da yardımıyla kriz sonrası balon olarak yorumlanabilir. 2004 sonrası performans ise balonun yavaşça sönmesi olarak görülebilir. Bu yaklaşımda doğruluk payı var. Ama, iktisadi açıdan,
son yıllarda görülen yorgunluğun perde arkasında (balonun hava kaybetmesinde)
üretimde verimlilik artışlarının yavaşlaması ve reel ücret artışlarının eskiye göre hızlanması var.
2004 yılının sonundan itibaren imalat sanayi üretiminde çalışılan saat başına kısmi verimlilikteki artış, bazı dalgalanmalar gösterse de, düşme eğilimine girdi. Bu şekilde, yurtiçindeki üretimin değerlenen Türk Lirası karşısında dayanabilme gücü azaldı. Son dönemde üretimde emek verimliliğindeki artış yıllık yüzde 3’e kadar geriledi.
ÜCRETLER-VERİMLİLİK-KUR
2004 yılına kadar ya düşen ya da makul ölçülerde artan
imalat sanayindeki ortalama reel ücretler 2004 yılıyla beraber daha hızlı artmaya başladı. Reel ücretlerdeki artışlar başka dengeleri çok rahatsız etmedi. Ama, bu gelişme düşen verimlilik artışlarıyla birleşince, üretim de, ekonomideki fiyatlandırma yapısı da değişmeye başladı.
Bu alanda 2007 yılı özellikle çarpıcı oldu. Çünkü, 2007 yılında Türk Lirası reel olarak ortalama yüzde 10’a yakın değer kazandı. 2007 yılı, 2002 yılından bu yana TL’nin en çok değer kazandığı üçüncü yıldı.
Reel ücret artışlarındaki artma eğilimi ile üretimde verimlilik artışlarındaki düşüş eğilimi bir araya konduğunda, önümüzdeki dönemde büyüme ve enflasyon arasındaki seçim de daha iyi ortaya çıkıyor. Kurlardaki eğilimin ne yönde gelişeceği bu alanda özel bir önem taşıyor.
Yazının Devamını Oku