25 Nisan 2008
YIL 1999, Türkiye sosyal güvenlik reformu yaptı. Yıl 2000, Türkiye bir kez daha sosyal güvenlik reformu yaptı. Yıl 2008, Türkiye yine sosyal güvenlik reformu yaptı. Bu nasıl reform ki, yaptıkça arkası geliyor? Bir türlü bitmiyor.
Her sosyal güvenlik reformundan sonra, bütçeden sosyal güvenlik kuruluşlarına verilen para artmaya devam ediyor. Sosyal güvenlik kuruluşlarının bütçeye yükü her yıl biraz daha ağırlaşıyor. Faiz dışı harcamaların yüzde 20’sine yakın bölümü sosyal güvenlik sisteminin açıklarına gidiyor. Demek ki, aslında reform falan yapmıyoruz, reform yaparmış gibi görünüyoruz.
Halbuki, sosyal güvenlik reformunun amacı sistemin açıklarını zaman içinde kapatmak ve bütçeye olan yükünü azaltmak. Bu amaca ulaşılamıyor. Çünkü, geçmişte yorganın büyüklüğüne bakmadan ayaklarımızı uzattık. Bol keseden olmayan kaynakları sosyal güvenlik sisteminin daha genişlemesine tahsis ettik. Şimdi, ayaklarımızı yorganın içine çekemiyoruz. Kazanılmış hakları kimseden geri alamıyoruz. Hep yorgan kısalıp ayak uzuyor.
ÖDEMEYE DEVAM
Hürriyet yazarı Şükrü Kızılot hafta başından beri çok anlaşılır bir biçimde yeni sosyal güvenlik yasasının neyi getirip neyi götürdüğünü yazıyor. İzleyenlerin dikkatini çekmiştir. Sistemdeki tasarruf sağlayabilecek değişikliklerin neredeyse tümü sisteme yeni girecekler için geçerli olacak. Sistemin içindekiler ise çoğu alanda eski kurallara tabi olmaya devam edecekler.
Halbuki, sosyal güvenlik sisteminin şimdi artan açıklar vermesinin nedeni sisteme yeni girecekler değil, şimdi sistemde olanlar. Dolayısıyla, şimdi sistemde olanlar sistemden çıkana kadar neden olunan açıklar devam edecek. Onlar hem emekli maaşı almaya devam edip hem de başka bir işte çalışmaya devam edecekler (sistemin yarısından fazlası bu durumda).
Yeni girecekler eğer yeni açıklara neden olmazlarsa, sosyal güvenlik sisteminin açıklarındaki artış hızı azaltılmış olacak. Türkiye, toplam milli gelirine ulaşmış (belki de geçmiş) bir açığı önümüzdeki otuz yılda vergi gelirleriyle ödemeye devam edecek.
Konunun bir de sağlık ayağı var. Sağlık sisteminin kapsamı genişletiliyor. Harcamaları artıracak yeni düzenlemeler hemen uygulamaya giriyor. Bu haliyle, kısa dönemde sağlık dahil sosyal güvenlik sisteminin açıkları artabilir de.
MALİYET AĞIR OLACAK
Sosyal güvenlik sistemi, işsizlik sigortası ile birlikte, bir toplumun en önemli "iktisadi emniyet kemeri" durumundadır. Kemerin sağlamlığı ve kapsamının genişliği elbette arzu edilen bir olgudur. Ama, kemerin sağlamlığı ve kapsamının genişliğini sağlamak kaynakların miktarı ile ilgilidir. Olmayan kaynaklarla bunu sağlamaya çalışmak sistemin sağlamlığını da kapsamını da tehdit eder. Geldiğimiz noktada bu olguyu yaşıyoruz.
Türkiye daha çok sosyal güvenlik reformu yapacak gibi görünüyor. Çünkü, yapılanların çoğu sistemin temel dinamiklerini radikal bir biçimde değiştirip "ayağımızı yorganımıza göre uzatma" ilkesiyle uyumlu değil. Demek ki, daha yolun sonuna gelmedik. Ama, bir gün geleceğiz. Geldiğimizde, çok daha ağır şartlarda bir kez daha sosyal güvenlik reformu yapmak zorunda kalacağız.
Bu senfoni burada bitmez.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2008
TÜRKİYE’de cari işlemler açığı büyük ve büyümeye devam ediyor. Uluslararası konjonktür cari işlemler açığımızın büyümesini bir anlamda teşvik etti. Ama, şimdi konjonktür de bir kırılma yaşanıyor.
Yükselen cari işlemler açığı karşısında, finansmanın giderek daha sağlıklı bir yapıya kavuştuğunu gözlüyorduk. Doğrudan yabancı yatırımlar artarken, yurt dışından doğrudan borçlanmanın önemi azalıyordu. Dolayısıyla,
cari işlemler açığının büyük bir bölümü ek borç yaratmayan kalemlerle finanse ediliyordu.
FİNANSMANDA KIRILMA
Gelişmiş ülkelerdeki finansal krizin geçen yılın ağustos ayında derinleşmesiyle birlikte bu eğilim radikal bir biçimde değişmiş görünüyor. Tabloda son yıllardaki eğilim ile verilerin yayınlandığı son yedi ayın (Ağustos 2007 Şubat 2008) cari işlemler açığı ve finansman gelişmeleri gösteriliyor.
Son yedi aylık dönemde gerçekleşen cari işlemler açığı yaklaşık 2005 yılının tümünde verilen cari işlemler açığına eşit. Buna karşılık,
2005 yılında cari açığın neredeyse iki katına yakın dış finansman sağlanabilmişken, son dönemde elde edilen dış finansman cari işlemler açığından yüzde 12 kadar fazla. Yıllar itibariyle de dış finansmanın cari işlemler açığına oranı düşüyor. Tek başına bu gelişme o denli önemli bir sorun değil. Resmi rezervlerin artışını sınırlıyor.
2007 yılına kadar doğrudan yabancı yatırımların toplam net dış finansman içinde önemi giderek artıyordu. Gelişmiş ülkelerdeki kriz ve yabancı yatırımcılara satacak bankalarımız fazla kalmadığından bu kalemin toplam içindeki payında bir düşüş söz konusu. Düşüş 2008 yılının tümü için çok daha dikkat çekici olabilecektir.
BORÇLANMA
Yabancıların net bazda aldıkları YTL ve döviz cinsi Hazine borçlanma senetlerinden (yurt dışında ihraç edilenler dahil) ve hisse senetlerinden oluşan portföy yatırımları toplam dış finansman içinde önemini giderek yitiriyordu.
Son yedi ayda, net portföy yatırımları kaleminde giriş değil, çıkış yaşadık. Çıkışların çok önemli bir bölümü geçen yılın ağustos ve kasım aylarında gerçekleşti. Bu konjonktürde bu kalemin eski önemine gelmesi beklenmemeli.
Doğrudan yabancı sermaye portföy yatırımlarından eski düzeylerde finansman sağlanamayınca, dış finansmanın göreli yükü doğrudan borçlanmalara bindi. Geçmişte, yıllık bazda doğrudan borçlanmalar toplam dış finansmanın yarısı kadarken, son yedi ayda yüzde 94’üne ulaştı. Bir anlamda,
doğrudan yabancı sermaye ve portföy yatırımlarında gerçekleşen gerilemeler doğrudan borçlanmalarla telafi edilebildi. Cari işlemler açığı ancak bu şekilde finanse edilebildi.
Kredi derecelendirme kuruluşu
S&P Türkiye’yi Doğu Avrupa’daki en kırılgan beşinci ülke olarak gösterdi.
IMF bu bölgedeki en kırılgan ülkenin Türkiye olduğunu iddia etti. Bu kadar konuşulunca, kırılgan olmamız kaçınılmaz oldu. Ama,
kırılganlığın ana kaynağı cari işlemler açığının büyüklüğünden, büyümeye devam etmesinden ve finansmanından kaynaklanıyor.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2008
EKONOMİ yavaşladığında, siyasi otoritenin ekonomi politikaları yoluyla nasıl tepki vereceği önemli. Geleneksel olarak tepkiler ülkeden ülkeye değişebiliyor. Örneğin, gelişmiş ülkeler arasında ekonomik yavaşlamaya kayıtsız kalmayıp hemen ekonominin yeniden büyümesi yönünde tepki veren ülkeler içinde Amerika başı çekiyor. İngiltere de hemen arkasında denebilir. Buna karşılık, Avrupa’da, özellikle de Almanya’da, ekonomik yavaşlamaya siyasi otorite daha dayanıklı görünüyor.
Gelişmekte olan ülkelerde siyasi otorite genellikle ekonomik yavaşlamaya tahammül edemiyor. Yavaşlama belirtileri ortaya çıktığı anda, nedeni ne olursa olsun, ekonomiyi büyütücü politikalar devreye sokulmaya çalışılıyor. Enflasyon azdırılabiliyor. Ekonomik büyüme oynak olabiliyor. Sonuçta, tüm ekonomi bir aşağı, bir yukarı salınıp duruyor.
Şimdiye kadar, Türkiye’de de ekonomik yavaşlamaya siyasi otorite dayanıklı olamadı. Uzun süre yüksek enflasyon içinde yaşamamızın bir nedeni de zaten buydu. Kısa dönemli ekonomik büyüme uzun dönemli enflasyona şimdiye kadar hep tercih edildi.
DIŞARDA
Küresel düzeyde yeniden ekonomik yavaşlama sürecine girildi. Az ya da çok, tüm ülkelerde ekonomik büyümenin düşeceği tahmin ediliyor. Verilecek ekonomi politikaları tepkilerine göre, bazı ülkelerde ekonominin küçülmesi dahi söz konusu olabilir.
Yavaşlamaya en az dayanıklı Amerika ve İngiltere hemen tepki verdi. Amerika milli gelirlerinin yüzde 1.5’ine varan vergi indirimiyle ekonomik yavaşlamayı tersine döndürmeye çalışıyor. Paketin mayıs ayı içinde uygulamaya girmesi bekleniyor.
Geçenlerde, İngiltere de 50 milyar sterlin tutarında bir paket açıkladı. Toplam miktarı uygulamaya göre artabilecek öneriye göre, bankaların bilançolarındaki değersiz konut kredilerine baz edilmiş menkul kıymetler Hazine bonoları ile değiştirilecek. Önlem paketlerinin konut kredileri sorununun hane halklarını ezmemesi amacıyla çıkarıldığı söylense de, asıl amaç konut kredileri sorununun kredi kısıntılarına neden olup ekonomik büyümeyi durdurmaması.
Almanya’dan fazla bir ses çıkmıyor. Fransa, İtalya, İspanya gibi ülkeler ise para politikasının şimdikinden daha gevşek olmasını arzu ediyor. Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) "biraz enflasyon olsun, ama ekonomi yavaşlamasın" yaklaşımı benimsemesi isteniyor. Yıllık enflasyonun yüzde 3.6’ya geldiği Euro Bölgesi’nde AMB şimdilik bu yaklaşıma kulak asmıyor.
İÇERDE
Türkiye’de siyasi otoritenin olası bir ekonomik yavaşlamaya karşı nasıl bir tepki vereceği henüz belirsiz. Eski alışkanlıklarla ekonomik yavaşlamaya tahammül edilmeyecekse, kamu finansmanı bozulma sürecine girecek demektir. O takdirde, enflasyon bugünkü düzeylerinin çok üzerine çıkabilecektir. Faizler, Merkez Bankası kendi faizlerini yükseltmese dahi, yükselecektir. Uluslararası fon akımları yabancı yatırımcıların artan tedirginliği ile azalabileceğinden, cari işlemler açığı azalmak zorunda kalıp ekonomik durgunluk daha da derinleşebilecektir. Yani, ekonomiyi düzeltelim derken, daha da bozabiliriz.
Ekonomik yavaşlamaya tahammül edip mali disiplini bozmadan fiyat istikrarı odaklı ekonomi politikaları izlenmesi durumunda ekonomik yavaşlamayı, içinde yaşanan şartlarda, asgaride tutmak mümkün olabilecektir. Yavaşlama derin dahi olsa, daha da derinleşmesinin önüne geçilmiş olacaktır.
2001 yılından bu yana siyasi otorite Türkiye’de bu çeşit bir karara zorlanmamıştı. Şimdi, 2001 yılı sonrasında uygulamadaki "enflasyonla mücadele" politikalarının kalıcı olup olmadığı daha iyi anlaşılacak gibi görünüyor. Eski alışkanlıklar mı depreşecek, yoksa, ekonomik dalgalanmalara alışmadığımız yeni bir bakış açısıyla mı bakacağız?
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı hepimize kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2008
GELİŞMİŞ ülkelerde bankaların birbirlerine olan güveni en düşük düzeyde. Herkes birbirinden korkuyor. Bankalar, birbirlerine olumsuz olarak algılanabilecek davranışlar göstermekten çekiniyorlar. Krizin şimdilik atlatılamamış olmasının en büyük nedeni de bu. Diğer taraftan, siyasetçiler ve gözetim otoriteleri bankaların şeffaf olmalarını istiyorlar. Bu isteklerinde ne denli ciddi oldukları da şüpheli. Bu şartlarda, hiçbirinin şeffaf olmak gibi bir niyeti görünmüyor. Bunun son örneğini LİBOR krizinde yaşıyoruz.
Dünya finans sisteminin en önemli parametrelerinden biri olan LİBOR’a olan güven sarsılıyor.
LİBOR KRİZİ
LİBOR , Londra’da bankaların birbirlerinden yaptıkları borçlanmaların ortalama faizi. Yani, bizdeki bankalar arası para piyasası faizine benziyor. LİBOR (London Inter Bank Offer Rate) de Londra bankalar arası teklif faizi anlamına geliyor. İngiliz Bankacılar Birliği (British Bankers’ Association- BBA) tarafından bankalardan toplanan bilgiler ışığında bankaların birbirlerinden yaptıkları borçlanmalarda geçerli faizin bir ortalaması alınıyor.
LİBOR küresel düzeyde finans sisteminde çok önemli bir parametre . Çünkü, değişken faizli borç-alacak ilişkisinde tespit edilen faiz genellikle LİBOR’un üzerine eklenen sabit bir farkla oluşuyor. On yıllık bir borcun faizi altı ayda bir değişebiliyor ve her altı ayda bir borçlanmanın faizi LİBOR+x olarak tespit ediliyor. LİBOR düşerse borcun faizi de düşmüş oluyor. Neredeyse, tüm faizler LİBOR’a bakarak tespit ediliyor. Kısacası, LİBOR finans sisteminde "referans faiz " olarak alınıyor.
İki hafta önce çıkan dedikoduya göre, bankalar BBA’ya doğru bilgiler göndermiyorlar . Aslında, bazı bankalar mecburiyetten çok daha yüksek faizlerden borçlanabildikleri halde, likiditeye sıkıştıkları izlenimi vermemek için yüksek faizleri BBA’ya rapor etmiyorlar . Bu dedikodular iyice yoğunlaşınca, geçen hafta BBA konunun incelenmesine karar verdi . Birdenbire ortalık karıştı.
LİBOR o gün göreli olarak fırladı. Dedikoduya göre, geçmişte yüksek faizli bankalar arası borçlanmalarını rapor etmeyen bankalar yakalanabilecekleri korkusuyla, bu borçlanmalarını da rapor etmeye başladılar. LİBOR doğal olarak yükseldi.
LİBOR’a bir güvensizlik oluştu . Kendi iç bünyelerinden gelen sorunlarla bankaların LİBOR gibi uluslararası referans durumundaki bir faizle oynadıkları (manüpüle ettikleri) şüphesi bazı bankaları başka "referans faiz " arayışına itiyor. Küresel düzeyde finans piyasaları için bu hiç de iyi bir gelişme değil.
ŞEFFAFLIK
Gelişmiş ülkelerdeki bir grup banka ayakta kalma mücadelesi veriyor . Bu mücadele sırasında o bankaların yöneticileri için her yolun mubah olduğu düşünülüyor. Buna karşılık, durumun farkında olması gereken gözetim ve denetim otoriteleri ile merkez bankaları sistemde daha büyük tahribata neden olmamak için şimdilik sorunları çok da şeffaf olmayan bir ortamda çözüme ulaştırmaya çalışıyorlar.
Kazasız belasız bunu başarabilirlerse, sorun olmayabilir. Ama, bütün çabalara rağmen, bazı finans kurumlarının kurtarılmaları mümkün olmazsa, ileride çok daha büyük krizlerin tohumları atılıyor demektir.
Finans sisteminde şeffaflık yalnızca iyi günlerde değil, aslında kriz ortamlarında da en önemli özelliklerden biri olmalıdır. Aksi taktirde, sistemin uzun dönemli itibarı büyük yaralar alabilir.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2008
Son yirmi beş yıldır gelişmiş ülkelerdeki para otoriteleri üç önemli hata yapıyorlar. Bu hatalar son yıllara kadar konjonktür nedeniyle olumsuz sonuçlar doğurmamıştı. Ama, konjonktür değişince, bazı uygulamaların hata oldukları daha iyi anlaşılmaya başlandı.
Bu hataların oluşumunda hem uygulamada hem de entelektüel katkılar açısından başı Amerika çekti. IMF de benzer bir yaklaşım sergiledi. Dolayısıyla, IMF’nin doğrudan etkileyebildiği gelişmekte olan ülkelerdeki para otoriteleri de benzer hataları yaptılar. Şimdi, az ya da çok, herkes bu hataların olumsuz sonuçlarını görmeye başladı.
Neydi bu hatalar?
ŞOK KURAL TANIMAZ
Ortodoks para politikası yaklaşımından giderek uzaklaşıldı. 1970’lerde başlayan finansal araçların çeşitlenmesi de para otoritelerinin hata yapmalarına katkı yaptı. Para otoriteleri enflasyon baskılarını ölçmede ve enflasyon beklentilerini yönlendirmede "para arzı" kavramını arka plana attılar. Öyle ki, enflasyon ya da fiyat istikrarının korunması tartışmalarından paradan söz edilmez oldu. Bu, birinci hataydı.
Para otoritelerinin piyasalarda alacağı tavırların tahmin edilebilir olması adına kurallar geliştirildi. "Ekonomide gerçekleşen üretim, potansiyel üretim düzeyinin ne denli altında kalırsa, para politikası enflasyon riski yaratmadan o denli gevşetilebilir" sonucu çıkarılabilecek kural bazlı para politikası popüler oldu.
Halbuki, ortodoks para politikası uygulamalarında ekonominin karşılaştığı şoklar belli kurallar içinde oluşmadığından (adı üzerinde, "şok" olduklarından) para politikasının alacağı tavrın da kurallara bağlanması, hatta bu kuralların analitik çerçevesinin kamuoyu ile paylaşılması çok gerçekçi değil. Teorik bazda uygulamanın kural bazında olmasını 1960’lı yıllarda Milton Friedman çok tartıştı. O dönemde de konjonktür buna izin veriyordu. Ama, uygulamada çok taraftar bulamadı. O dönemdeki Keynezyen iktisatçılar (başta Tobin) buna karşı çıktılar. Şimdi ise, kural bazlı para politikası uygulamalarına "neo-Keynezyen" yaklaşım deniyor. Kural bazlı para politikasını Keynezyenler sevmemişti, ama neo-Keynezyenler çok tuttu.
Ekonomide arz yönlü şok yaşandığında kural bazlı para politikası uygulamaları fiyat istikrarını kollamakta yetersiz kalıyor. Hatta, fiyat istikrarının bozulmasına katkıda bulunuyor. Bu olgu 1970’lerde de yaşandı, şimdi de yaşanıyor. Para otoritelerinin ikinci yanlışı buydu.
Üçüncü hata para otoriteleri mal ve hizmet fiyatları enflasyonuna odaklanırken, varlık fiyatlarında oluşan enflasyona kayıtsız kalmalarıydı. Bunu yaparken, varlık fiyatlarındaki değişmelere de tümden kayıtsız kalmadılar. Varlık fiyatları düşerken, aynı şimdi olduğu gibi, para politikası varlık fiyatlarındaki düşüşleri durdurmaya yönelik tepki verdi. Ama, varlık fiyatlarındaki yükselişi seyretmekle yetindi. Halbuki, para otoritelerinin görevi bastığı paranın değerinin para dışındaki diğer değerlere göre istikrarını korumaktır. Özellikle varlık fiyatları enflasyonuna tepkileri simetrik olmalıdır. Aksi taktirde, para otoritesi namlusu kendine çevrilmiş silahı ateşleyen silahşor durumuna düşebilir. Şimdi de biraz öyle oldu.
İLETİŞİM
Bu hataları dünyanın tüm para otoriteleri az ya da çok yaptı. Amerikan ekolü çok yaptı, Kıta Avrupası ekolü daha az yaptı denebilir. Ama, 1980’li yıllardan başlayarak genel kabul görmüş para politikası uygulamaları genelde bu hataları içerdi.
İletişimle beklentilerin yönlendirilebileceği öne çıktı. İletişimin para otoriteleri açısından çok önemli olduğu tartışılmaz. Ama, hiçbir zaman gerçekleşmelerin beklentiler üzerine yaptığı etki kadar etkili olamaz. Galiba, şimdi bu dördüncü hata yapılıyor.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2008
GEÇEN hafta bir araya gelen G-7 ülkelerinin maliye bakanları ve merkez bankası başkanları satır araları okunduğunda korkutucu bir bildiri yayınladılar. Finans sektöründe ulusal ve küresel düzeyde bir daha böyle krizlerin olmaması için gerekli düzenlemelerin yapılmasını önerdiler.
Önce, sondan başlayalım. Hiçbir düzenleme finans sektöründe bir krizi mutlak olarak önlemez. Kriz çıkma olasılığını düşürebilecek düzenlemeler yapılabilir. Ama, olasılık sıfıra indirilemez. Dolayısıyla, düzenleme yapılırken dikkat edilmesi gereken nokta, yürürlükteki kuralların kriz çıkma olasılığını azaltırken, sistemin esnekliğini ve rekabetçi konumunu sürdürmesini sağlamaktır.
Otoriteler o denli baskı altında kaldılar ki, duruma sert tepki vermeseler sorumluluklarını hafife alıyorlarmış gibi görünecekler. Siyasetçiler o denli korktular ki, bir daha böyle bir durum yaşamak istemiyorlar. Sonuçta, sistemi iyice katılaştırmak için çok uygun bir ortam oluştu.
DENGE KURMAK
Kriz çıkma olasılığını çok düşürmeye çalışmak finans sektörünün esnekliğini ve rekabetçi konumunu azaltırken, sistemin esnekliğini ve rekabetçi konumunu daha fazla artırmaya yönelik düzenlemeler kriz çıkma olasılığını artırabilecektir. Dolayısıyla, iki amaç arasında makul bir denge kurulması gerekir. Otoritelerin G-7 bildirisinde ortaya koydukları ruh hali esneklik ve rekabet gibi kavramların ikinci planda bırakılıp bir daha kriz çıkartmamak gibi ulaşılamayacak bir hedefe öncelik verilebileceğini gösteriyor.
Bu ruh haliyle yapılacak tepkisel düzenlemeler küresel düzeyde finans sistemini çok daha farklı risklere açık hale getirecektir. Her şeyden önemlisi, küresel düzeyde ekonomik büyüme ciddi bir biçimde sakatlanacaktır. Unutulmamalı ki, son beş yıldır küresel düzeydeki yüksek ekonomik büyümenin arkasında finans sistemindeki esneklik ve rekabet küçümsenmeyecek bir rol oynadı.
Otoritelerin tepkisel davranabileceklerinden çekinen dünyanın büyük finans kurumları tüm sistemin uymasına yönelik bir dizi "iş yapma kuralları" oluşturmaya çalışıyorlar. Uluslararası Finans Enstitüsü (Institute of International Finance) bünyesinde başlatılan bu çalışmalar ulusal otoritelere "biz kendimize koyacağımız kurallarla uslanacağız, fazla kural getirmeyin" anlamına geliyor.
Doğal olarak, sektörün kendi kendine koyduğu kurallar da arzulananı sağlamaktan uzak olacak. Çünkü, rekabet ortamında, sektörün kendine koyduğu kuralları bozan bir-iki küçük kurum dahi tüm sektörün kuralları görmezden gelmelerini sağlayabilecektir. Zaten, bu kriz de, yürürlükteki kuralların etrafından dolaşılmasıyla bu hale gelmedi mi? Resmi kuralları esnetenler elbette kendi koydukları kuralları da esnetecekler, hatta yok sayabileceklerdir.
DAHA KÖTÜ OLMAMALI
Bu şartlarda, finans sektörünün esnekliğini ve rekabetçi konumundan çok fazla taviz vermeden riskleri daha iyi belirleyebilen ve daha iyi kontrol edebilen bir konuma getirilmesi işi yerel gözetim ve denetim otoritelerine düşüyor. Gözetim ve denetimin uluslararası bir platforma taşınması kaçınılmaz görünüyor.
Yeni düzenlemeler yapılırken, son altı yıldır uluslararası piyasalarda daha önce görülmemiş bir likiditenin bulunmasının arkasındaki nedenlerden birinin finans sisteminin artan esnekliği ve rekabetçi konumunun olduğu gözden uzak tutulmamalı. Bu alanda tepkisel yaklaşımlar uluslararası finans sistemini daraltacağı gibi, ekonomik faaliyetleri de yavaşlatabilir.
Finansal krizler bir daha olmasın diye uğraşırken, reel ekonomik krizlere ve yaratılacak krizlerin daha da derinleşmesine neden olunabilir. Bu kez de, yine tepkisel davranarak sektördeki düzenlemelerin, bugünlerde FED’in operasyonlarında yapmak zorunda kaldığı gibi, çok daha gevşek hale getirilmesi söz konusu olabilir.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2008
Bugünkü konjonktürde ekonomiyi sorunsuz çevirebilmek için yurt dışı kaynaklara yüklüce ihtiyacı olan gelişmekte olan ve göreli olarak az sayıda ülkelerden biriyiz. Bu açıdan, yurt dışında yaşanan kargaşa içinde uluslararası sermaye hareketlerinde radikal bir azalma bizi olumsuz etkiler. Bizim gibi ülkelerin rahat edebilmesi için birinci şart uluslararası sermaye akımlarının kurumaması (hacminin radikal bir biçimde düşmemesi). İkinci şart ise uluslararası sermaye akımlarından artan dış finansman ihtiyacımız kadar bir hacmi ülkemize çekebilmek. İkisi de geçmişe göre daha riskli hale geldi. Ama, ikincisinin riski şimdilik birinciye göre daha fazla görünüyor.
PARA VAR
2000’li yılların başında gelişmekte olan ülkelere akan yabancı sermaye net bazda yıllık 200 milyar doların biraz üzerindeydi. 2002 yılından sonra bizim gibi ülkelere akan uluslararası sermayenin hacmi hızla artmaya başladı. 2005 yılında 520 milyar dolara geldi. 2006 yılının ortasında yaşanan çalkantı ile sermaye akımlarının hacminde bir düşüş beklentisi oluştu. Gelişmeler tam tersi oldu. Uluslararası sermaye akımı rekorlar kırdı.
2006 yılında gelişmekte olan ülkelere giren yabancı sermaye net bazda 570 milyara fırladı. 2007 yılı için bu hacimde yine hafif bir daralma beklenirken, gerçekleşme 780 milyar dolar oldu. Gelişmekte olan ülkelerin dış finansman ihtiyacı toplamda hiç kalmamışken, bu ülkeler yabancı mali sermaye istilasına uğradılar.
Gelişmekte olan ülkelerin cari işlemler fazlası, bu ülkelere giden yabacı sermaye paralelinde arttı. 2006 yılında 375 milyar dolar olan gelişmekte olan ülkelerdeki toplam cari işlemler fazlası 2007 yılında 436 milyar dolar oldu. Toplamda gelişmekte olan ülkeler dövize boğuldular. Doğal olarak da, hemen hepsinin parası gelişmiş ülkelerin paralarına göre değer kazandı.
Bu düzeylere gelmiş uluslararası sermaye akımları hacminin gelişmiş ülkelerde son dönemde yaşanan kargaşa ile birden bire kurumasını beklemek çok gerçekçi görünmüyor. 1997 Asya ve 1998 Rusya krizleri gibi küresel sonuçları olan krizlerde dahi uluslararası sermaye akımları hacmindeki daralma yüzde 30’u geçmedi.
Şimdi, mali piyasalar on yıl öncesine göre çok daha birbirinin içine geçmiş ve derinleşmiş durumda. Dolayısıyla, en kötü senaryoda dahi sermaye akımları hacminin geçen yıl geldiği 780 milyar dolarlık düzeyden 500 milyar dolara gerilemesi dahi şaşırtıcı olacaktır. Yani, en kötü olasılıkla, 2005-2006 yıllarındaki düzeylere geri dönebiliriz. Uluslararası sermaye akımlarının yıllık hacmi bu düzeydeyken dahi, Türkiye ekonomisi yılda 50 milyar dolar yakın uluslararası mali sermaye çekebilmişti. O halde, uluslararası sermaye akımlarında hacim açısından bir sorun beklemek doğru olmaz.
ASIL RİSK
Asıl risk, uluslararası sermayenin Türkiye ekonomisini 2005 yılında olduğu kadar çekici bulmaması olasılığıdır. Türkiye’nin aynı 2005 yılı civarında tutunduğu çapaların şimdi de yerli yerinde durmasının gerekliliği burada yatmaktadır. Türkiye’nin de içinde bulunduğu Avrupa’daki gelişmekte olan ülkeler grubu cari işlemler dengesinde açık veren (Rusya hariç 100 milyar dolar) tek bölgedir ve bu açığın yüzde 40’ı Türkiye’den gelmektedir.
Bu konumuyla Türkiye dikkati çekmektedir. Kaldı ki, 2005 yılında Türkiye’de büyüme yüzde 8.4, enflasyon yüzde 7.7 ve cari işlemler açığı 23 milyar dolardı. Şimdi ise, büyüme yüzde 4.5’e düşerken, enflasyon yüzde 9’u geçti. Cari işlemler açığı 37 milyar dolardan daha fazla.
Üç yıl öncesine göre, Türkiye ekonomisinin genel görünümünde bir bozulma söz konusudur. Uluslararası şartların kötüleşmesiyle bizim görünümümüzdeki bozulma daha dikkat çekici hale geliyor. Dolayısıyla, Avrupa Birliği ve IMF gibi "çapa" görevi gören ilişkileri bu dönemde hafife alamayız. Alırsak, fırtınanın Türkiye ekonomisini nerelere fırlatacağını bugünden tahmin edemeyiz.
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2008
EKONOMİK büyüme için, içinde yaşanan şartlarda daha da büyük görünen cari işlemler açığının finansmanının kesintisiz devamı önem kazandı. Yurtdışındaki gelişmeler önümüzdeki dönemde doğrudan yabancı yatırımlar girişi ve portföy yatırımlarının değil, banka ve şirketlerin dış borçlanmalarının cari işlemler açığını finansmanında daha büyük rol oynayabileceği olasılığını artırıyor. 2001 yılı sonrasında yaşanan yüksek büyüme sürecinde,
giderek artan cari işlemler açığı büyük ölçüde, artan doğrudan yabancı yatırımlar, önemi 2006 yılı ile beraber azalan portföy yatırımları girişleriyle
bankalar ve şirketlerin doğrudan dış borçlanmaları ile finanse edildi. Grafik bu eğilimi açıkça gösteriyor.
DİĞER FİNANSMAN ÖNEMLİ
2005-2007 yılları arasında Türkiye ekonomisi her yıl net bazda yaklaşık 50 milyar dolar dış finansman sağladı. Bu dönemde toplam gelen dış kaynak aşağı yukarı aynıydı, ama yıllar itibariyle
doğrudan yabancı yatırımların payı hızla artarken, portföy yatırımlarının payı neredeyse aynı hızda azaldı.
Buna karşılık, hemen hepsi bankaların ve şirketlerin doğrudan dış borçlanmalarından oluşan "
diğer dış finansman" 2005 ve 2006 yıllarında 20 milyar dolar civarındayken, 2007 yılında 28 milyar dolara yaklaştı.
Yurtdışındaki çalkantılar geçen yılın ağustos ayında patladığını kabul edersek, elimizdeki son yedi aylık (Ağustos 2007-Şubat 2008) ödemeler dengesi finansmanı verileri geleceğe yönelik ışık tutacaktır.
Son yedi ayda Türkiye ekonomisine giren yabancı kaynak 26.1 milyar dolar oldu. Büyük ölçüde bu rakamın geçmişte gözlenen yıllık rakamlarla uyumlu olduğunu söyleyebiliriz. Ama, son dönemde
toplam finansmanın kaynakları geçmişte gözlenen yapıdan ve eğilimlerden çok farklı.
Son yedi ayda doğrudan yabancı yatırım girişlerinden elde edilen net dış finansman 8.7 milyar dolarda kaldı. Buna karşılık,
portföy yatırımlarından net giriş değil, net 7.2 milyar dolar çıkış yaşandı. Hemen hepsi bankalarımızın ve şirketlerimizin doğrudan net borçlanmalarından oluşan
"diğer finansman" ise 24.6 milyar dolara ulaştı.
Bir anlamda, son yedi aydır doğrudan yabancı sermaye girişleri yabancıların portföy yatırımlarından çıkışları karşıladı.
Bu dönemde oluşan 23.2 milyar dolarlık cari işlemler açığının tümü bankalar ve şirketlerin net dış borçlanmalarıyla finanse edildi.
BORÇLANMAYA DEVAM
Portföy yatırımlarından net bazdaki çıkışın tümü ağustos-kasım 2007 döneminde gerçekleşti.
Son üç aydır bu kalemden çıkış da yok, doğru dürüst giriş de yok denebilir. Doğrudan yabancı sermaye girişleri bir önceki yılın aynı dönemine göre yavaşladı.
Ödemeler dengesinin finansmanında toplam yükün büyük bir bölümü bankaların ve şirketlerin dış borçlanmalarına bindi. Önümüzdeki dönemde de bu eğilimin daha iyiye doğru değişmesini beklemek çok gerçekçi görünmüyor. Dolayısıyla, bankalarımızın itibarı devam ettiği sürece, yurt dışında uluslararası yatırımlara konu olan para kurumadıkça,
dış finansman ihtiyacımız için borçlanmaya ağırlık vermek zorunda kalacağız.
Yazının Devamını Oku