5 Mayıs 2008
MERKEZ Bankası enflasyonun neden hedeflenenin çok üzerinde gerçekleştiği konusunda geçen hafta hükümete bir açıklama gönderdi. Önümüzdeki dönemde enflasyonun nasıl bir seyir izleyeceğine yönelik tahminlerini kamuoyu ile paylaştı.
Görünüm de, gerçekleşmeler de pek parlak değil. Merkez Bankası da bunu açıkça dile getiriyor. Para politikasının sıkılaştırılması gereğinden söz ediyor. Yüzde 4 olarak saptanan enflasyon hedefinin, kendi deyimiyle kontrol ufku (iki yıl) içinde gerçekleşme olasılığını düşük görüyor.
Geçen hafta aynı gün yayınlanan Enflasyon Raporu ile beraber değerlendirildiğinde, hükümete gönderilen mektup kısa vadeli faizlerin önümüzdeki dönemde birkaç kez artırılacağının sinyalini veriyor. Duruma göre, kısa vadeli faiz artırımları yılın sonuna kadar da kesintilerle devam edebilir. Yılın ilk üç ayını içeren Enflasyon Raporu, son iki rapora göre (geçen yılın ikinci yarısını içeren), Merkez Bankası’nın enflasyon konusundaki görüşünün oldukça sert bir biçimde değiştiğini gösteriyor. Enflasyonla gerçekten mücadele edebilmek için bu olumlu bir gelişmedir.
BEKLENTİ YÖNETİMİ
Enflasyon hedefi, hedef olmaktan çıkıp bir "rüya" haline geldi. Mevduatını üç aydan fazla bankalara bağlamayan bir toplumda, üç yıl sonra tutması tahmin edilen bir değişkenin ekonomik birimlerin karar mekanizmasında itibarı olacak bir parametre olması söz konusu olamaz.
2008 yılı için geç olduğu düşünülebilir. Ama, 2009 yılında enflasyon hedefi mutlaka yükseltilmelidir. Hedef yükseltilirken, hedefin tutturulabileceğine yönelik para politikası dışındaki ekonomi politika önlemleri ve stratejileri de beraber açıklanmalıdır. Aksi taktirde, Merkez Bankası giderek enflasyon hedefine göre para politikası uygulayan değil, kendine göre enflasyon tahminleri yayınlayan bire kuruluş konumuna gelecektir.
Merkez bankalarının beyanatları ve duruşlarıyla enflasyon beklentilerini yönlendirebilmeleri para politikası uygulamaları ve fiyat istikrarı açısından son derece önemlidir. Ama, enflasyon beklentilerini yönlendirebilmek ancak uzun süreli deneyimlerden sonra elde edilebilen güçtür. Bizim Merkez Bankası’nın henüz bu güce kavuştuğu söylenemez. Hatta, son birkaç yıllık enflasyon deneyimleri bu konuda güç kaybedilmesine de neden olmuştur.
Kendi açısından haklı olarak, Merkez Bankası, ekonomik birimlerin kısa vadede kamuoyu ile paylaştığı enflasyon tahminlerini, orta vadede ise yüzde 4 olan enflasyon hedefini referans almalarını arzu ediyor. Ama, ekonomik birimlerin bu şekilde davranmaları şimdilik beklenmemeli. Önce, tahminlerle hedef arasında inandırıcı bir ilişkinin ortaya konup gerçekleştirilmesi gerekiyor.
TUTUCU YAKLAŞIM
Geçen yılın sonbaharında iki yıllık bir perspektif içinde enflasyonun hedeflenen yüzde 4’ün dahi altında kalabileceği tahminleri yapılıp kısa vadeli faizleri düşürme sürecine girilmişti. Gelişmeler Merkez Bankası’nın öngörüleri doğrultusunda olmadı. Dolayısıyla, tahminleri ve hedefi referans olarak almayan ekonomik birimler doğruyu yapmış oldular. Bu çeşit deneyimler Merkez Bankası’nın enflasyon konusunda çok daha tutucu olması gerektiğini gösteriyor. Halbuki, o dönemde tam tersi bir tavır sergilenmişti.
Tahminler elbette hata içerecektir. Yapılan hatalar elbette zaman içinde merkez bankalarının rotalarını değiştirmelerini zorunlu kılacaktır. Ama, otuz beş yıl yüksek enflasyon altında yaşamış bir toplumda para otoritesinin hata yapma lüksü çok daha sınırlıdır. İtibar kaybı çok daha hızlı olmaktadır. Gazetelerde çıkan "enflasyon raydan çıktı" ya da "enflasyon kontrolden çıktı" gibi başlıklar "enflasyonun artmasına geçici bir süre izin verilebilir" diyen bir merkez bankasını çok zor durumlara sokar.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2008
REKABET şartlarının sakat olduğu bir piyasada fiyatlar devamlı ortalama enflasyonun üzerinde artış gösterir mi? Fiyatların devamlı ortalama enflasyonun üstünde arttığı piyasalarda rekabet şartları bozuk mu demektir? Bu soruların yanıtları çok önemli. Çünkü, rekabet şartlarının bozulması ile fiyatlar sürekli ortalama enflasyonun üzerinde artabiliyorsa, rekabet otoritesinin konuya bakması gerekir. Sorunun yanıtı olumsuzsa, rekabet otoritesi üzerine vazife olmayan bir konuya giriyor demektir.
Rekabetçi bir ortama göre, rekabet şartlarının bozulduğu ya da zaten bozuk olduğu piyasalarda fiyatlar daha yüksektir. Rekabet şartlarının sakatlanması durumunda iktisadi anlamda satıcıların alıcıları sömürmesi söz konusudur.
Alıcıları sömürmeye çalışan rekabetçi olmayan satıcılar piyasadaki hakim durumlarını kullanarak fiyatları kararlı bir biçimde ortalama enflasyondan daha hızlı artırıyorlarsa (artırabiliyorlarsa), neden daha önce fiyatlarını daha yüksek tespit etmediler de, fiyat artışlarını zamana yaymak ihtiyacı duydular? Böyle bir piyasada göreli fiyatlar devamlı artabilir mi? Bu soruya tatminkar ve olumlu bir yanıt bulmak zor.
NEDEN-SONUÇ İLİŞKİSİ
Piyasada hakim durumun yaratılmasının fiyatları ortalama enflasyonun üzerinde artırabileceği olasılığı verilere dayanan araştırmalara muhtaç bir konu olabilir. Ama, bu olasılığın yüksek olması çok mantıklı değil. Çünkü, hakim durumdaki ekonomik bir birim her zaman dilimi içinde kendi avantajını azamide kullanarak karşısındakini sömürmek isteyecektir. Bu amacı aylara ya da yıllara yaymaya çalışması hakim durumunu yeterince iyi kullanmadığı anlamına gelir. O takdirde, piyasadaki rekabet olgusu sorgulanmalıdır.
Hakim durumdaki ekonomik birimin amacı ekonomideki göreli fiyatları kendi lehine çevirmektir. Bunu zamana yaymak bu çeşit birimler için kayıptır. Dolayısıyla, en azından teorik olarak, piyasadaki hakim durumun varlığı o piyasada fiyatların kararlı bir biçimde ortalama enflasyonun üzerinde artacağı olgusunu yaratmaz. Hiçbir piyasa devamlı olarak göreli fiyatlarını artıramaz.
Bu kabul doğruysa, "fiyatların kararlı bir biçimde ortalama enflasyonun üzerinde artması piyasada hakim durum olgusundan kaynaklanabilir mi?" sorusunun yanıtı da olumsuz olacaktır. Ekonomide göreli fiyatlar zaman içinde değişir. Göreli olarak yüksek enflasyonun yaşandığı ortamlarda göreli fiyat değişmeleri daha büyük ve daha sık olabilir. Ama, bunların hiçbiri bazı piyasalarda rekabet şartlarının bozulduğu anlamına gelmez.
ENFLASYONLA MÜCADELE
Devlet, geleneksel olarak doğrudan ya da dolaylı bir biçimde ekonomideki fiyatlandırma mekanizmasına karışmayı çok seviyor. Geçmişte, özel okul ücretlerinin ortalama enflasyondan daha fazla artırılamayacağı kuralı uygulanmaya çalışıldı. İşin hukuki yönü tartışmalı da olsa, böyle bir uygulamanın iktisadi hiçbir mantığı yoktu. Maliyetleri, rekabet şartlarını ve verilen servisin kalitesini hesaba katmadan, "okul ücretleri ortalama enflasyondan daha fazla artırılamaz" gibi bir kural koymak rekabeti de, sektörü de öldürtmek anlamına gelir.
"Enflasyonda direnen sektörlerde rekabet otoritesi inceleme yapacak" diye çıkan haber de okuyanda benzer bir çağrışım yapıyor. Göreli fiyatların lehine değiştiği sektörler inceleme konusu olabilecek. Makro ekonomik etkenlerin hakim olabileceği fiyatlandırma mekanizmaları rekabet şartları açısından değerlendirilecek. Bu konunun kamuoyunda tartışılarak yapılması fiyatlarını enflasyondan hızlı artıranları suçluymuş gibi bir konuma sokacak. İşin yanlış tarafı burada.
Bırakalım, enflasyonla mücadeleyi Merkez Bankası üstlensin. 2000 yılında da böyle bir girişim olmuştu. Girişim, hiçbir sonuç getirmediği gibi, gerçekten enflasyonla mücadele etmesi gereken kurumu da "aciz" konumuna getirdi.
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2008
HARCAMALARINI kontrol edemeyen devlet eninde sonunda vergiye yüklenmek zorunda kalır. 2000’li yıllarda Türkiye bu konuma gelmişti. Bu konumdan henüz çıkabildiğimiz iddia edilemez. Vergi verme alışkanlığı olmayan Türkiye ekonomisinde vergi toplayabilmenin tek yolu katma değer ya da tüketim vergileri gibi dolaylı vergilere yüklenmekti. Hükümetler de bunu yaptı. Vergi veren kesimleri daha fazla vergilendirdi.
YANLIŞIN YAYGINLAŞMASI
Ne harcamaları tam olarak kontrol altına almada ne de vergi toplamada sorunların bittiği düşünülmemeli. Aksine, daha yapacak çok iş var. Özellikle, bugünkü vergi yapısının çok büyük bir reforma ihtiyacı var.
Toplanan vergiler gelir üzerinden alınan vergilere kaydırılmalı. Gelirlerinden vergi vermeyen, vergiden kaçınan kesimler vergi vermeye zorlanmalı. Yani, ekonomide kayıt dışılık azaltılmalı. Bu sayede, ekonomide sayısız çarpıklıklar yaratan tüm dolaylı vergiler azaltılmalı, hatta bazıları uygulamadan kaldırılmalı.
Bugüne kadar, devlet finans kesimini vergi konusunda "yolunacak kaz" olarak gördü. Ekonomideki sayılı kayıt altında olan sektörlerden biri olan finans kesimi, finans kesimiyle çalışıp vergi kaçıran veya vergiden kaçınan kesimlerin dolaylı vergilendirme aracı oldu. Bu arada, vergisini normal veren kesimler de bu yolla daha fazla vergilendirildi.
Bugün, Türkiye ekonomisinde finans kesimi, ekonominin toplam büyüklüğüne göre çok küçük kaldıysa, bunun en önemli nedenlerinden biri vergi sistemidir. Vergi sistemi ekonomik birimlerin finans kesimini kullanmasını teşvik etmemekte, aksine kösteklemektedir. Finansal işlemler kayıt dışına çıktığı gibi, yurtdışına da gitmektedir.
Dövizi daha pahalı yapmak için kambiyo rejiminin en yasakçı olduğu dönemde uygulamaya konan kambiyo gider vergisi daha yeni kaldırıldı. Finans kesimi yaptığı işlemlerden elde ettikleri gelirler üzerinden yüzde 5 banka ve sigorta muamele vergisi vermek zorunda. Katma değer vergisi sisteminin aksine, bu yolla kesilen dolaylı vergi finans kesimi tarafından ödenen diğer dolaylı vergilerden düşülememekte.
Yeni vergi geliri arayışlarına giren devlet şimdi banka ve sigorta muamele vergisini yatırım fon ve ortaklıklarına da yaymayı tasarlıyor. Kaldırılması gereken bir verginin kapsamı genişletilmek isteniyor.
ANLAŞILAMADI
Bir ekonomide finans sistemi, çalışan bir motorun yağı görevini görür. Motorun kolay çalışmasını sağlayıp yıpranmasını önler. Kendisi katma değer yarattığı gibi, diğer ekonomik birimlerin yarattığı katma değere katkı yapar. Sonuçta, finans sistemi, ürettiği hizmetleriyle, diğer mal ve hizmet üretenlere doğrudan katkı sağlar. Böyle olunca, finans sistemini toplam karları üzerinden vergilendirmenin dışında vergilendirdiğinde, devlet aslında ekonominin geri kalanından alabileceği çok daha yüksek tutarlardaki potansiyel vergi gelirinden feragat etmektedir.
Yanlış anlaşılmasın. Finans sistemi dolaylı olarak vergilendirildiğinde bankaların ya da diğer finans kuruluşlarının cebinden bir şey çıkmamaktadır. Bu çeşit vergileri, finans sisteminin gelir elde ettiği müşterileri ödemektedir. Dolayısıyla, finans sistemi üzerindeki kurumlar vergisi dışındaki vergilerin kaldırılması ya da düşürülmesi finans sistemini kullanan üretici kesimi teşvik eden bir politika olacaktır.
Gerçekten vergi alması gereken kesimlerden ürkütürüm diye vergi almaya çalışmayan devletin, finans sistemine yüklediği dolaylı vergiler yoluyla, aslında üretici kesimleri ürküttüğü bir türlü anlaşılamadı. Anlaşılamadı ki, bazı vergilerin kapsamı genişletilmeye çalışılıyor. Çok yanlış yapılıyor.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2008
Geçenlerde Hazine’den sorumlu Bakan Mehmet Şimşek bu yıl cari işlemler açığının geçen yıla göre artarak 50 milyar dolar olacağını beklediklerini söylemiş. Ekonomik büyümede ise aşağı yönde risklerin arttığını vurgulamış. Ekonomik büyümenin bu yıl için belirlenen yüzde 5.5’lik hedefin altında kalma riski çok fazla. Hatta, büyümenin geçen yılın altında kalması olasılığı dahi fazla. Tarım kesimi bu yıl yüzde 10’un üzerinde büyürse, geçen yılki büyüme performansının yakalanması belki mümkün olabilir.
Cari işlemler açığının 50 milyar dolar olması ise o denli açık değil.
OLASILIKLAR
Türkiye ekonomisi açısından en büyük bilinmeyen bu yıl 50 milyar dolar cari işlemler açığı verilip verilemeyeceğidir. Maalesef, işin bu yanı bizim elimizde değil. Türkiye ekonomisi yurt dışından 50 milyar dolar kaynak talep edebilir. Ama, yurtdışı piyasaların bu boyuttaki bir kaynağı Türkiye’ye vermek isteyip istemeyeceği yurt dışındaki yatırımcıların bileceği bir iş.
Geçen yıl gelişmekte olan ülkelere akan yabancı kaynaklar net bazda 780 milyar doları bulmuştu. Yılın başında yapılan tahminlerde gelişmekte olan ülkelere akan uluslararası sermaye hacminin 700 milyar doların biraz üzerinde gerçekleşebileceği söyleniyordu. Şimdi, bu rakamın da abartılı olduğu konuşuluyor. Bu şartlarda, Türkiye bu yıl 50-60 milyar dolar dış kaynak çekebilir mi? Zor görünüyor.
Önümüzde iki olasılık var.
Birincisi, azalan dış kaynak girişine paralel olarak cari işlemler açığının talep tarafından düşmesi. Bu takdirde, dış kaynak girişindeki azalmanın ne denli sert olacağına bağlı olarak ekonomik büyüme tahminlerin de ötesinde düşebilecektir.
İkinci olasılık dış kaynak girişi yavaşladığı halde talep açısından 50 milyar dolar civarında cari işlemler açığı vermeye devam etmek istememizdir. Bu takdirde, Merkez Bankası rezervlerinden yememiz söz konusu olacaktır. Yani, döviz kurları arzu edilmeyen düzeylere gelme eğilimine girecektir. Ekonomik büyüme tepe taklak düştüğü gibi enflasyonu da düşük yüzde 10’lar civarında tutabilmek başarı olacaktır.
Bu yıl doğrudan yabancı sermaye girişlerinin geçmiş son iki yıldaki kadar olmayacağı açıktır. Portföy yatırımları yoluyla gelen dış kaynak zaten azalmaktaydı. Bu yıl bu kalemden de fazla bir giriş beklemek çok gerçekçi görünmüyor. Dış açık finansmanının çok önemli bir bölümü, bir başka yazıda vurguladığım gibi, doğrudan borçlanmalara dayanmak zorunda. Bu kalemde de risklerin giderek artmakta olduğu gerçeği kurumsal yabancı yatırımcıların gözünden kaçmıyor.
RİSKLİ PARA
Geçen yılın ikinci yarısında artan riskler karşısında Romanya "devalüasyon olacak ülke" ilan edilmişti. Kısa bir dönemde Romanya parası ihmal edilemeyecek boyutlarda değer yitirdi. Şimdi, Türk Lirası’nın benzer bir konuma geldiği iddia ediliyor. Paramız, en riskli paralar arasında sayılıyor.
Böyle bir ortamda, Türkiye ekonomisi açısından kötülerin arasındaki en iyi seçenek ekonomik büyümeden fedakarlık edip talep açısından cari işlemler açığını kendi ekonomi politikası girişimlerimizle düşürmeye çalışmak gibi görünüyor. Aksi taktirde, talep ettiği dış kaynağı bulamayabilecek bir Türkiye ekonomisi hızla yükselen döviz kurlarıyla beraber zaten ekonomik büyümeden feragat etmek zorunda kalabilecektir.
Hürriyet’in 60. yılını kutlarım.
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2008
GELİŞMİŞ ülkelerin finans sistemlerinde yaşanan karışıklıkların kısa dönemdeki olumsuz etkisi finans kurumlarının ve finansal yatırım araçlarının güvenilirliğinin azalması oldu. İtibarın kaybının çok yönlü sonuçları var. Bu şartlarda, son altlı yıldır alışılan küresel finans sistemindeki "bol para" artık eski boyutlarda değil. Kredi bulmak daha zor. Gelişmekte olan ülkelerin borçlanmaları artık eskisi kadar kolay değil. Kredi piyasası elbette kurumayacak. Ama, uçan kuşa da artık kredi verilmeyecek.
PARA YER DEĞİŞTİRİYOR
Finansal yatırım araçlarının riski bu araçları çıkaranlardan bağımsız bir biçimde arttı. Finans piyasalarının yatırımcısı azaldı. Eskiden tüm dünyada kapışılarak alınan özel sektör borçlanma tahvillerinin piyasası kurudu. Amerikan bonosu ile bu tahviller arasındaki faiz farkı 200 puan kadarken 500 puana fırladı. Aynı şekilde, gelişmekte olan ülkelerin çıkardıkları tahvillerin faiz farkı 150 puandan 300 puana çıktı.
"Getirisi artan yatırım aracının, yatırımcısı çok olur" ilkesi bu dönemde eskisi kadar çalışmıyor. Çünkü, bir yatırım aracının getirisi yüksekse, risk, alınmayacak kadar büyük diye nitelendiriliyor. Yatırım araçlarına güvenin azalması taleple getiri arasındaki ilişkiyi farklılaştırdı.
Yüksek riskler, olması gerekenden daha düşük getiri sunuyorlar anlamında, geçmişte riskler doğru fiyatlandırılmıyor denirdi. Şimdi, belki de riskler, bu kez ters yönde, yine doğru fiyatlandırılamıyor.
Böyle bir ortamda yatırımcıların finansal araçlardan finansal olmayan yatırım araçlarına yönelmeleri doğal. Emtia fiyatları dünya ekonomilerinin büyümesinden beslenerek zaten yüksekti. Şimdi, dünya ekonomilerinin eski oranlarda büyümeyeceği tahmin edildiği halde, finansal yatırım araçlarına güvensizlikten gelen ek taleple emtia fiyatları yüksek kalmaya devam ediyor. Portföylerin yeniden dağılımı söz konusu. Para, finans sistemindeki yatırım araçlarından diğer yatırım araçlarına (emtia gibi) kayıyor.
EMTİA YATIRIMI GÖZDE
Konunun bu yanı gelişmiş ülkelerde yaşanan finans piyasalarındaki çalkantıların orta-uzun vadeli olumsuzluklarına işaret ediyor. Küresel bazda ekonomik büyüme tehdit altında. Emtia fiyatlarının artması enflasyonist baskıları artıyor. Üretim maliyetlerini yükseltiyor. Finans piyasalarındaki krizi aşmak için para otoritelerini daha gevşek para politikaları uygulamasına zorluyor. Sonuçta, düşük ekonomik büyüme (hatta küçülme) yanında daha yüksek enflasyonla yaşamak kaçınılmaz gibi görünüyor.
Gıda fiyatlarındaki artış yeni bir olgu değil. Yaklaşık üç yıldır gıda fiyatlarındaki artışlar tüm dünyada ortalama enflasyonun üzerinde seyrediyor. Son aylardaki gıda fiyatlarındaki artışları yalnızca arz yönüyle açıklamak çok doğru görünmüyor.
İşlenmemiş gıda maddeleri de emtia grubunun bir parçası. Bu piyasalarda pirinç, mercimek, buğday, arpa gibi ticarete konu olan gıda maddelerine yumuşak emtia (soft commodity) deniyor. Bu maddeler temel ihtiyaç maddeleri arasına girdiğinden, gerçek talepleri de ekonomik büyümeden o denli etkilenmiyor. Dolayısıyla, finansal araçlardan çıkmaya çalışan yatırımcılar açısından, ekonomik durgunluk söylentilerinin arttığı bir dönemde yumuşak emtia grubuna ticaret amaçlı yatırım yapmak cazip olmaya başlıyor.
Küresel bazda, para, hem çok daha korkak hem de kısa vadeli oldu.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2008
SOSYAL güvenlik reformu söz konusu olduğunda, kitleler rahatsız oluyor. Rahatsız olan kesimlerin başında emeklilik sisteminden gerçekten yararlanması gerekenler oluyor. Halbuki, gerçekten emekli sisteminden yararlanması gerekenler reformu desteklemeliler. Sosyal güvenlik sistemi batak. Bataktan çıkmanın yolu sistemde amaç dışı uygulamaların kaldırılması. Emeklilik sistemi belli bir yaşın üzerinde çalışmayı bırakan insanların işgücü piyasasında olmadan gelir temin etmesi esasına dayanır. Bunun kaynağı da, aynı insanların geçmişte, çalıştıkları dönemde sisteme verdikleri katkılardır.
SOSYAL GÜVENLİK
Bir insan kırk yaşında bir sosyal güvenlik kuruluşundan emekli olup bir başka işte (hatta aynı işte) çalışmaya devam ediyorsa, emekli maaşı alamamalı. Emekli maaşı ücret geliri olmayan ve belli bir yaşın üzerinde olan insanların hakları olmalı. Kısacası, emekli aylığı belli bir yaşın altında olanlar için ikinci bir gelir olmamalı.
Aksi taktirde, sisteme yirmi yıl katkı yaparak kırk yıl emekli maaşı alan insan topluluğu yaratmış oluruz. Böyle bir sistem finansal açıdan ayakta duramaz. Gerçekten emekli maaşına ihtiyacı olan insanlara da sistem insanca yaşayabilecekleri bir maaş veremez.
Bugün, yaşı dolayısıyla bir başka işte çalışamayan bir işçi emeklisinin Sosyal Sigortalar Kurumu’ndan 600 YTL emekli maaşı alarak insanca yaşaması mümkün olamaz. O işçi emeklisinin bu denli az maaş almasının nedeni, aslında yaşı itibariyle çalışabilecek, ama genç yaşta Kurum’dan emekli olup çalışmaya devam eden, emekli maaşına ek gelir olarak bakan milyonlarca insanın Sosyal Sigortalar Kurumu’ndan maaş almasındandır. Onlar için ayda 600 YTL ek gelirdir. Halbuki, adı üzerinde, emekli maaşı gerçekten emekli olanlara ödenmelidir.
Doğru dürüst bir sosyal güvenlik reformu bu çarpıklığı önler. Emekli maaşı tek geliri olan insanlar mağdur olmaz. Aksine, durumları daha da iyileşir. Bu kesimlerin doğru dürüst bir sosyal güvenlik reformundan korkmaları için bir neden yoktur.
KAMU PERSONEL REFORMU
Benzer bir olgu kamu sektörü istihdamında da yaşanmaktadır. Yıllarca, kamu sektörü istihdam deposu olarak görüldü. Hala da öyle görülüyor. İki milyon çalışanla yapılabilecek kamu hizmetleri dört milyon insanla yapılıyor. Ama, kamu sektörünün ancak iki milyon kişiye insanca geçinebileceği maaş ödeyebilecek maddi gücü var. Dolayısıyla, iki milyon kişiye yetecek mali kaynaklar dört milyon kişiye dağıtılıyor. Dolayısıyla, kamuda çalışanların çoğu doğru dürüst ücret alamıyor.
Kamu sektöründe personel reformu ihtiyacı en az sosyal güvenlik sistemindeki reform ihtiyacı kadar önemli. Gerçekten bu alanda bir reform yapıldığında, belli bir süre içinde kamuda çalışan personel sayısı azalacaktır. Ama, çalışanlar çok daha iyi maaş alabilme durumuna gelecektir. Kamuda çalışanlarla özel sektörde çalışanlar arasındaki ücret farkları kapanma eğilimine girecektir.
Ücret farkları nedeniyle kamu sektörü kaliteli işgücünü özel sektöre kaptırmayacak, aksine, özel sektördeki kaliteli personel kamu sektörünü de çalışılabilecek bir seçenek olarak görecektir. Böyle bir reformdan kamuda çalışan kaliteli personel neden korksun ki?
Reformlar sistemlerin asıl amaçları doğrultusunda çalışmalarını sağlamak için yapılır. Zaman içinde amaçlardan uzaklaşılmasına neden olan uygulamalar durdurulur. Kaynak israfının önüne geçilip sistemden faydalananların hakları sistemden faydalanmaması gerekenlere aktarılmaz.
Sosyal güvenlik de, kamu personel reformları da bu çeşit reformlardandır.
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2008
Gelişmiş ülkelerde varlık fiyatları balonu patladı. Bu balonun patlaması aynı zamanda kredi balonunu da patlattı. Bunların yerine şimdi emtia fiyatları balonu şişiyor. Kredi balonunun patlaması yalnızca sermaye piyasası araçlarını değil, doğrudan banka kredilerini de etkiledi. Bankalar kredi verme standartlarını daha sıkı hale getirdiler. Artık, gelişmiş ülkelerdeki bir takım aileler için konut kredisi almak eskisi kadar kolay değil. Çünkü, bankalar bu alanda çok para batırdılar.
Kredi sorunu şimdi konut kredilerinden diğer kredi çeşitlerine yayılıyor. Amerika’da tüketici kredilerinde de batık oranı artmaya başladı. Tüketici kredilerinde yoğunlaşan Amerikan bankalarının batık krediler nedeniyle kazançları düşme eğilimine girdi.
Ekonomik durgunlukla beraber kredi sorununun yakın bir dönemde şirketler kesimine de yansıması şaşırtıcı olmayacak. Bütün bunlar gelişmiş ülkelerdeki ekonomik durgunluğun daha da derinleşmesi olasılığını artırıyor.
GÖRELİ FİYATLAR
Ekonomik durgunluğun artması olasılığının yanında, gelişmiş ülkelerde enflasyon baskısı da artış eğiliminde. Özellikle Amerika’da, ekonomik durgunluk olasılığı ile mücadele adına enflasyonun artması olasılığı giderek artıyor. Aynı zamanda, Amerikan doları diğer paralara göre tarihinin en düşük düzeylerine geldi. Üç-beş günlük iniş-çıkışlar bir yana bırakılırsa, doların daha da değer kaybetme olasılığı küçük değil.
Bir yandan Amerikan dolarının daha da değer yitirme olasılığı, diğer yandan küresel düzeyde ekonomik büyümenin düşmesi, hatta büyük gelişmiş ülkelerde ekonomik durgunluk olasılığı, farklı piyasalarda fiyat balonunu şişiriyor. Önce, toplam talebi ekonomik büyüme ile yakından ilgili olan petrol ve diğer madenlerde (demir, bakır gibi) fiyat balonu şişti. Şimdi, talebi ekonomik büyümeye petrol ve diğer madenler hassas olmayan gıdaya yönelik emtiada fiyat balonu şişmeye başladı.
Yakın tarihimizin hiçbir döneminde farklı mal grupları arasındaki göreceli fiyatlar bu denli radikal değişimler göstermemişti. Göreli fiyatların bu denli hızlı ve büyük boyutlarda oynaklık göstermesi de ekonomik faaliyetleri daraltıcı bir rol oynayacaktır. Bir yandan genel fiyat düzeyindeki artışın hızlanması, diğer yandan göreli fiyatlardaki oynaklıklar tüketicilerin ve yatırımcıların önlerini görmelerini engellemektedir.
PARA FAZLASI
Gelişmeler küresel düzeyde bir "para fazlası" olgusunun varlığını gösteriyor olabilir. "Para fazlası" olgusu mutlaka tek başına Amerika’da ya da Avrupa’da değil, finansal piyasaların uluslararası alanda yayılıp derinleşmesiyle, küresel düzeyde ele alınmalıdır. Bu açıdan bakıldığında, son yıllarda yaşanan çeşitli mal gruplarındaki fiyat gelişmelerini küresel para fazlası olgusunu yok sayarak açıklayabilmek zorlaşmaktadır.
Gelişmiş ülkelerdeki ekonomik sorunların daha fazla para ile çözülebileceği düşünülüyor. Bu yolla aslında küresel düzeydeki para fazlası artırılıyor. Petrol fiyatlarının düşmesi durumunda Avrupa’nın da faizleri düşürebileceği düşünülüyor. Sınırlı bir mal endeksine bakarak ayarlanan para politikası aslında çok daha fazla balonların şişmesinin kaynağı oluyor.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2008
DEVLET bir yerde toplu para gördüğünde, harcamadan duramıyor. Yıllar önce sosyal güvenlik sisteminde toplu para gördü. Hemen harcandı. Şimdi, işsizlik sigortasında birikmiş toplu para görülüyor ve harcamanın yolları aranıyor. 1990’lı yılların başına kadar sosyal güvenlik sistemi nakit fazlası veriyordu. Ama, ileriye dönük yükümlülükleri gelirlerinden fazla olduğu bilindiğinden, nakit fazlası verdiği dönemlerde dahi batık olduğu biliniyordu. Buna rağmen, devlet olmayan parayı harcadı. Sistem bugünlere geldi. Şimdi, "günü kurtarma" yaklaşımının maliyeti altında eziliyoruz.
PARA BUHARLAŞACAK
2000’li yılların başında kurulan işsizlik sigortasında para birikmeye başladı. Toplanan paralar hemen dikkat çekti. Özel sektör ve devlet el ele bu paranın nasıl harcanacağının hesabını yapmaya başladı.
Aslında ortada toplanan bir para yok. İşsizlik sigortası fonu topladığı primlerle Hazine bonosu alıyor. Yani, çalışanlardan ve işverenlerden kesilen işsizlik sigortası primleri devlete borç veriliyor. Devlet de bu paralarla bütçe açığının bir bölümünü finanse ediyor.
Birkaç yıl evvel işsizlik sigortası primleriyle çalışanların sosyal güvenlik primlerinin ödenmesi önerilmişti. Bu yolla, işverenin işçi çalıştırmasının maliyeti azaltılıp istihdam teşvik edilecekti. Şimdi de, işsizlik fonundaki paraların GAP’a aktarılıp o bölgede istihdam olanaklarının artırılması planlanıyor.
Gazetelerde çıkan haberlere göre, GAP’a 8 milyar YTL kadar para aktarılacak. Aktarılan paranın faizi olmayacak. Zaten, devlet bu parayı işsizlik fonuna geri ödemeyecekmiş. Açıkçası, devlet işsizlik fonunun paralarına "istihdam olanakları yaratıyorum" diyerek açıkça el koyuyor.
Devlet gerçekten GAP Bölgesi’nde istihdam olanaklarını artırmak için 8 milyar YTL’ye ihtiyacı varsa, bu parayı harcayabilir. Finansmanını da işsizlik sigortasına sattığı Hazine bonoları yoluyla sağlayabilir. O takdir de, bugünkü yapıda, konunun eleştirilecek bir yanı olmaz. Ama, işsizlik sigortasından doğrudan para aktarmayla, fonun varlıkları azaltılıyor ve kazanacağı faiz gelirinden mahrum ediliyor. Yani, işsizlik sigortasının paraları buharlaştırılıyor.
Şimdilik, işsizlik sigortasında biriken primlere ihtiyaç yok anlayışıyla, fonun varlıkları azaltılıyor. Sosyal güvenlik sisteminde de geçmişte benzer uygulamalar yapıldı. Sosyal güvenlik sistemi turizm sektörüne sokuldu. Otel işletmeciliği yaptı. Toplu konut finansmanında kullanıldı. Geldiği noktayı hep beraber izliyoruz.
İSTİHDAM PAKETİ
"İstihdam paketi" konusuna yalnızca çalışanların işverenlere ücret dışındaki ek mali yüklerinin azaltılması olarak bakılmamalıdır. Bu kapsamda, İş Yasası’nda iş güvenliğinin neyi getirip neyi götürdüğü tartışılmalıdır. Asgari ücret uygulamasının artıları ve eksileri masaya yatırılmalıdır. Seçimlerden önce her siyasi partinin seçim bildirgesine giren "asgari ücretin gelir vergisinden muaf olması" önerisi gözden geçirilmelidir.
Kısacası, istihdam paketi iş piyasasının esnekliğinin artırılması olarak alınmalıdır. Maliyetlerdeki birkaç kalemdeki düşüş iş piyasasını esnek yapmaktan çok uzak kalır. İşsizlik sigortasının paralarını bugünden yemeğe başlamak ise, aynı sosyal güvenlik sisteminde olduğu gibi, ülkenin ileride çok önemli bir "emniyet kemeri" rolü görebilecek sistemi sakatlamak anlamına gelir.
Yazının Devamını Oku