23 Mayıs 2008
Son dönemde çeşitli kuruluşlar raporlarında hangi ülkenin diğerlerinden daha riskli olduğunu yazıp duruyorlar. Riskin yüksekliği cari işlemler açığının geldiği boyut ve açığın nasıl finanse edildiği ile yakından ilgili gibi görünüyor.
Emtia zengini olmayan ülkeler için geçen yıla kadar cari işlemler açığı vermek ekonominin dinamizmi olarak görülürdü.
Artık, cari işlemler açığı vermek ekonominin yumuşak karnı oldu.
Son altı yıldır cari işlemler açığı yoluyla ekonomik büyümeyi sağlamış ve enflasyonu kontrol edebilmiş ülkeler açısından kısa dönemde durumu düzeltebilecek fazla bir şey yok.
Ama, uluslararası sermaye hareketlerinin hacmi düştükçe, bakış açıları da değişiyor.
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2008
2000’li yılların ilk yedi yılı dünyanın çok büyük bir bölümü için refahın arttığı yıllardı. Birçok şey iyi gitti. Ekonomik büyüme arttı. Enflasyon düştü. İşsizlik göreli olarak azaldı. Son 6-7 yılda, dünyanın birçok yerinde son elli yılın en iyi dönemlerinden biri yaşandı. Bu dönemde de sorunlar vardı.
Petrol fiyatları hızla arttı.
Enerji giderek pahalaştı.
Çin tüm diğer ülkelerin ekonomilerini tehdit eder hale geldi.
Dünya üzerinde göreli ekonomik üstünlükler değişme eğilimine girdi. Rekabet giderek arttı.
Farklı sorunlarla mücadele edildi, ama genelde olumlu gelişmeler olumsuzlardan fazlaydı.
KALICI GELİŞMELER
Şimdi, işler tersine dönmüş görünüyor.
Dünya ekonomilerinde olumsuzluklar giderek artıyor.
Konunun kaygı verici yanı artan olumsuzlukların "kalıcı" nitelikte olduğu yönünde giderek fikir birliği oluşuyor.
Gelişmeler, bir "düzetme" sürecinin çok ötesinde olduğumuz izlenimini veriyor.
Gıda fiyatları son birkaç yıldır artıyor. Son dönemde artış hızlandı. Dünya Bankası’na göre, gıda fiyatlarının geldiği düzey kalıcı. Kısa dönemde gıda fiyatlarındaki artışların devam etmesi olasılığı çok yüksek.
Petrol fiyatları tüm 2000’li yıllar boyunca arttı.
Ama, geçen yıla kadar artışlar makro ekonomik açıdan o denli rahatsız etmedi.
Şimdi, hem petrol fiyatındaki artış hızlandı, hem de uluslararası sermaye akımları hacmindeki düşüş ve uluslararası yatırımcıların daha seçici olmalarıyla artışlar rahatsız etmeye başladı.
Genel kanı, petrol fiyatlarının geldiği düzeyin de kalıcı olduğu yönünde.
Petrol fiyatlarının daha da artması söz konusu.
Benzer bir eğilim temel maden fiyatlarında da yaşanıyor.
Kısacası, gelirlerin artmadığı, temel malların fiyatlarının hızla arttığı bir dönemde toplumlar göreli olarak fakirleşiyorlar.
Fiyat artışlarının temel maddelerde olması zaten fakir ülkelerin daha da hızlı fakirleşmesi anlamına geliyor.
Fakirleşme yalnızca fiyatların artması ve gelirlerdeki düşüşle yaşanmıyor.
Varlık fiyatlarındaki düşüşle servetler de düşüyor.
Bu yöndeki gelişmeler göreli zengin ülkelerin fakirlere yardım yapma eğilimini köreltiyor.
YARDIM EDECEK KİM?
Ülke içindeki bölgesel farklılıklar artmaya başlıyor.
Fiyat artışları göreli olarak daha fakir bölgelerde daha hızlı oluyor.
Örneğin, Çin’de ortalama fiyat artışı yıllık yüzde 8.3 kadar.
Ama, kırsal bölgelerdeki ortalama fiyat artışı yüzde 9 oldu.
Gıda fiyatları artışı yıllık ortalama yüzde 21.4 olurken, Çin’in kırsal bölgelerindeki artış yüzde 22.5 oldu.
Bu eğilim birkaç yıldır devam ediyor.
Kırsal bölgeler kentsel bölgelerden daha hızlı fakirleşiyorlar.
Küresel düzeyde 2000’li yılların ilk 6-7 yılında elde edilen kazançlar 2008 yılından başlayarak geri verilecek gibi görünüyor.
Belki, 2000’li yılların gerisine dahi düşülebilir.
Bu süreçte en çok etkilenecek kesim zaten açlık sınırında yaşayan Afrika’nın bazı ülkeleri.
Bu ülkelerde son yıllarda salgın hastalıklara karşı mücadele öne çıkmışken, yeniden açlık sorunu gündemi meşgul edecek gibi görünüyor.
Küresel bir fakirleşme sürecinde bu ülkelere yardım yapma eğilimi azalabilecektir.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2008
2000’li yılların başında bankacılık sektörü radikal bir biçimde yeniden yapılandı. Sayıları azaldı. Sermayeleri arttı. Öncelikleri değişti. Ekonomik büyümenin hızlanmasıyla da, kredilerini büyük ölçüde sorunsuz bir biçimde artırarak bankacılık sektörü karlılığını artırdı. Dönüşüm kolay oldu denemez.
Sektörde yeniden yapılanma maliyetli oldu.
Yabancı yatırımcıların bankacılık sektörüne ilgisi arttı.
Rekabet eskiye göre çok daha fazla kızıştı.
Ama, aynı ölçüde, bankacılık sektörünün mevduat dışı kaynaklarında da belli bir bolluk oldu.
Bankacılıkta risk idaresi öne çıktı.
Kredi, piyasa ve operasyonel riskler daha yakından takip edilmeye başlandı.
Bu konudaki uygulamalar sektörde yabancı sermaye payı arttıkça daha da gelişti.
Ama, bankalarımız daha da fazla riskler almaya başladılar.
Artan karlılık ancak daha fazla risk alarak mümkün olabildi.
RİSK VE KÁR
Yurtdışındaki finansal kriz dolaylı olarak Türkiye’yi de etkiliyor.
Dış kaynaklar eskisi kadar bol değil.
Türkiye ekonomisine özel şartlar da bankacılık açısından çok olumlu sayılmaz.
Ekonomik büyüme geçmişe göre daha düşük ve düşüş eğiliminde.
Bazı sektörler zorlanıyorlar.
Bankalarımız, belki eskisi kadar yüksek kur riski ile çalışmıyorlar, ama yüklendikleri faiz ve kredi riskleri eskiye göre çok daha fazla.
Faizlerin artması bankaların portföylerinde tuttukları devlet iç borçlanma senetlerinin değerini düşürüyor.
Bu kıymetlerin değeri düştükçe bankalarımız ya zarar yazıyorlar ya da öz kaynakları azalıyor.
Bankaların verdikleri krediler toplam sektör bilançosunun yarısına geldi.
Bazı sektörlerdeki sorunlar bankaların kredi portföylerinin kalitesini düşürüyor.
Verilen kredilerin vadesi uzadı, ama mevduatların vadesi aynı kaldı.
İçinde yaşadığımız şartlar, daha fazla risk alarak karlılığı artırmayı özendirmek yerine, alınan fazla risklerin gerçekleşme olasılığını artırarak karlılığın düşmesine neden olabilecek nitelikte.
2008 yılının ilk üç ayındaki sektör bilançoları bu gerçeği gösteriyor.
SERMAYE GEREKECEK
2008 yılının ilk üç ayında, geçen yılın aynı dönemine göre banka karları nominal yüzde 5 arttı.
Bankalarımız geçen yılın ilk üç ayında 3.3 milyar YTL kar etmişlerdi, bu yıl aynı dönemde 3.5 milyar YTL kar ettiler.
Bu artış aynı dönemdeki hazine bonosu faizinden de, enflasyondan da daha düşük.
Yani, bankaların aslında reel olarak karları düştü.
Kaldı ki, 2008 yılının ilk üç ayında yapılan karların üçte ikisinden fazla bir bölümü aldıkları ücret ve komisyon gelirleri dışındaki "diğer faiz dışı gelirler" kaleminden oluşuyor.
Bu kalemlerdeki gelirlerin sürekliliği çok şüpheli.
Öz kaynak yeterliliği az da olsa azalıyor.
Sektörde sermaye yeterliliğinde hedef asgari yüzde 12.
Sektörün toplamında sermaye yeterliliği oranı yüzde 2007 yılında yüzde 18.9 olmuşken, 2008 yılının ilk üç ayı sonunda yüzde 17.4’e geriledi.
Yabancı sermayeli bankalardaki sermaye yeterliliği ise yüzde 14.6’dan yüzde 14’e geriledi.
Asgari sermaye yeterliliği hedefine oldukça yaklaşıldı.
Kamuoyuna açıklanan büyüme hedefleri gerçekleştirilmeye çalışılırsa, bankacılık sektörünün, özellikle yabancı bankaların 2008 yılında taze sermayeye ihtiyacı olacağı çok açık.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2008
ENFLASYON hedeflemesine geçildiğinden bu yana Merkez Bankası kısa vadeli faizleri ilk kez doğrudan enflasyon ile mücadele etmek için artırdı. 2006 yılının yaz aylarındaki faiz artırımları doğrudan enflasyonla mücadele için değil, başka türlü önlenemeyen kur artışlarını frenlemek amacıyla yapılmıştı. Piyasalar Merkez Bankası’nın bu faiz artırımını nasıl yorumlarlar, bilemem.
Ama, bana göre, enflasyona odaklı para politikasının ilk kez bu denli açık bir biçimde uygulanmaya koyması Merkez Bankası’nın itibarı açısından önemli bir dönüm noktası olarak alınmalıdır.
ORTAK SORUMLULUK
Enflasyonda yaklaşık dört yıldır bir katılık söz konusu.
Yıllık bazda enflasyon 2004 yılının yaz aylarında yüzde 7’ye kadar inmişti.
O tarihten bu yana, enflasyon hedefi giderek düşürüldü, ama gerçekleşen enflasyon düşmedi.
Hedeflenen enflasyonla gerçekleşen enflasyon arasında fark açıldıkça, Merkez Bankası’nın itibarı da aynı paralelde erozyona uğradı.
Son aylarda, enflasyonun düşmesi beklenirken, enflasyon tırmanmaya başladı.
Enflasyon beklentileri giderek daha da kötüleşti.
Olumsuzlukların bir bölümü yurt dışı piyasaların karışmasından kaynaklandı.
Petrol ve gıda fiyatlarındaki artışların hızlanması görünümü daha da bozdu.
Ama, geçen yaz yapılan genel seçimlerin hemen ardında gözlenen olumlu havaya kapılarak Merkez Bankası’nın geçen eylül ayından sonra para politikasını göreli olarak gevşetmesi de son aylardaki enflasyondaki olumsuz görünüme katkı yaptığı gerçeği küçümsenemez.
Ekonomik büyümenin giderek düştüğü, işsizliğin artma eğilimine girdiği bir dönemde, kur artışlarını engellemek için değil, doğrudan enflasyonla mücadeleye yönelik olarak Merkez Bankası’nın faizleri artırması en azından bir ciddiyet göstergesidir.
Cesur bir adımdır.
Hükümete, "üzerine düşen görevi yapmalısın, ben üzerime düşen görevi yapıyorum" denmiştir.
Şimdi, Merkez Bankası para politikasını sıkıştırmaya devam ederken, maliye politikaları da daha ciddi bir görünüm sergilemek zorundadır.
Sorumluluk ortaktır.
OLUMSUZLUĞA RAĞMEN
Enflasyon açısından bu yıl kayıp bir yıldır.
Para politikası da, maliye politikaları da, bu yıl enflasyonun daha da artmasına neden olmayacak bir biçimde, ama asıl gelecek yıl enflasyonu düşürme üzerine odaklanmalıdır.
Gelecek yıl için daha gerçekçi, ulaşılması için gerçek bir çaba gerektirecek, ekonomik birimlerce "ciddi" olarak nitelendirilecek yeni bir enflasyon hedefi ortaya konmalıdır.
Yeni enflasyon hedefi, ulaşılabilmesi için para politikasının sıkı konumunun korunmasını gerektirmelidir.
Maliye politikalarında disiplinin şart olduğu izlenimini vermelidir.
Özellikle faizlerin yükselmesi nedeniyle artacak faiz harcamalarındaki artışı telafi edecek şekilde faiz dışı harcamalarda tasarrufu öngörmelidir.
Şimdikinden daha yüksek, ama ciddiye alınacak bir düzeydeki enflasyon hedefi gündemdeki yapısal reformların uygulamaya konması planıyla beraber kamuoyuna açıklanmalıdır.
Ekonomide başarısızlıkları dış gelişmelere bağlayarak bahane üretmek kolaydır.
Kolay olmayan, ama kimsenin gözünden kaçmayacak ilerleme dış koşulların olumsuzluğuna rağmen ekonomik istikrarı sağlamak ve korumaktır.
Önümüzde, bir Brezilya örneği var.
Uluslararası koşulların en kötü döneminde BBB- notuna ulaştılar.
Türkiye aynı başarıyı neden gösteremesin ki?
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2008
Petrol fiyatları uçuyor. Önce, varil başına 50-70 dolar aralığı normaldir denirdi. Sonra, 80-100 dolar arası normal kabul edilmeye başlandı. Petrolün varili 120 doları geçince, hangi fiyat aralığının normal kabul edilmesi de artık bilinemiyor. Bazıları, petrol fiyatının 150-200 dolar arasında yerleşmesinin normal karşılanması gerektiğini söylüyor. Bazıları da, gelinen fiyat düzeyinin spekülatif talepten kaynaklandığını, dünya ekonomik büyümesinin düşmesiyle petrol fiyatlarının hızla gerileyeceğini savunuyor.
Hangisi doğru?
TALEP ETKİSİPetrolün iki önemli özelliği var. Birincisi, petrolün enerji üretimi içi vazgeçilmez bir girdi olması. İkincisi, petrolün kısa dönemde de, uzun dönemde de arzının sınırlı olması. Dolayısıyla, petrol fiyatları doğal olarak talepteki değişmelere çok hassas. Petrole olan talebin artması ya da talepte ileriye dönük artış beklentileri petrol fiyatlarını kolaylıkla uçuruyor. Bu yapısıyla, petrol piyasası spekülasyona en açık alanların başında geliyor.
2000’li yılların ilk yarısında petrol stoklarının şiştiği gözleniyordu. Dünyanın dört bir tarafında petrol depolama tankları inşa edildi. Bu dönemde petrol fiyatlarının şişmesinin arkasında spekülatif talep vardı denebilir. Ama, 2000’li yılların ikinci yarısında durum değişmiş gibi görünüyor. IMF gibi uluslararası kuruluşlarla petrol endüstrisini yakından takip eden kuruluşların raporlarına göre, petrol stokları belli bir istikrara kavuştu. Stoklar artmıyor, hatta dönemsel olarak azalmalar dahi söz konusu.
O halde, son birkaç yıldır petrol fiyatlarının artmasında gerçek bir talep artışından söz edilebilir. Uzun dönemli eğilimler de zaten bu yönde işaretler taşıyor. Örneğin, dünyanın gelişmekte olan ülkeleri gelişmiş ülkeler düzeyinde petrol tüketmeye başlasalar, dünyada petrol talebi bugünkü düzeyinin 2.5 katı olacak. Çin ve Hindistan gibi hem kalabalık hem de hızla büyüyen ekonomilerde petrol talebi doğal olarak katlanarak büyüyor.
Amerika’da yaklaşık her bir kişiye bir motorlu araç düşüyor. Çin’de her 40 kişiye bir motorlu araç düşüyor. Hindistan’da yaklaşık aynı düzeyde. Bu ülkelerde motorlu taşıt sayısı Amerika’nın onlarca misli artmaya başladı. Bu şartlarda, dönemsel dalgalanmalar olsa da, petrol fiyatlarının artmaya devam etmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Petrol fiyatlarının artması ekonomik büyüme üzerine tüm dünyada önemli bir kısıt oluşturabilir. Son dönemde "küreselleşme kime faydalı?" tartışmalarının arkasında biraz da petrol fiyatlarının ekonomileri zorlaması var.
BİZ DE ALIŞMALIYIZTüketimin çok önemli bir bölümü ithalata dayandığı için petrol fiyatlarındaki gelişmeler Türkiye ekonomisi açısından da önemli. 2007 yılında Türkiye ham petrol ithalatına 11.8 milyar dolar ödedi. Halbuki, 1998 yılındaki ham petrol faturası 2.1 milyar dolar kadardı. Bu iki yılda ithal edilen ham petrol miktarında da çok önemli bir fark yok. Ton başına ham petrolün fiyatı Türkiye için 1998 yılında 80 dolar düzeyinden 2007 yılının sonunda 650 dolara çıktı.
Grafikten de görüldüğü gibi, ham petrol fiyatındaki artış özellikle 2006 yılının sonundan itibaren çok hızlandı. Belki bu düzeylerde bir süre salınsa da, Türkiye ekonomisi de önümüzdeki dönemde yükselen ham petrol fiyatlarına alışmak zorunda gibi görünüyor.
Hepinize iyi bayramlar.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2008
AMERİKA’da konut kredileri sorunu bitmiş değil. Aksine, konut fiyatları düştükçe, sorunlar daha da ağırlaşacak gibi görünüyor. Konut piyasasındaki sorunlar arttıkça, ekonomik büyüme konusundaki görünüm daha da kararıyor. Şu sıralarda bankalar arası sorunlar (likidite gibi) aşılmış görünüyor. Ama, yapısal sorunlarda bir iyileşme olduğu yönünde bir işaret yok denebilir.
KONUT KREDİLERİ
Sorunun birinci ayağı Amerika’daki konut kredilerinin yapısından kaynaklanıyor. Konut kredileri (mortgage) alanların bankalara olan yükümlülükleri, aldıkları kredinin kapsadığı konut ile sınırlı (non-recourse mortgage). Yani, müşteriler kredinin taksitlerini ödeyemediklerinde, bankalar konuta el koymakla yetinmek zorundalar. Krediyi alan dünyanın en zengin kişisi de olsa, bankalar bu konut kredilerini geri ödeyemeyen müşterilerinin diğer varlıklarının üzerine gidemiyorlar.
Bu yapı sorunun çekirdeğini oluşturuyor. Çünkü, konut kredilerini ödeyemeyenler yalnızca mali durumu bozuk olan müşteriler değil. Sorunun ikinci ayağı ileriye dönük ciddi riskler içeriyor. Konut fiyatları düştükçe, kredi alanlar piyasa değerinin çok üstünde olan bir krediyi ödemek durumunda kalıyorlar. Alındığında 500 bin dolar evin 450 bin dolar kredisini geri ödemeye çalışırken, evin piyasa değeri 350 bin dolara düşünce, krediyi alanın krediyi geri ödemesi için bir neden kalmıyor.
Sistem, malın fiyatı düştüğünde, kredinin ödenmemesini teşvik ediyor. Evi bankaya devredip çıkmak daha karlı oluyor. Bankalar da 450 bin dolar alacak karşılığında 350 bin dolar piyasa değeri olan evle ortada kalıyor. Evi piyasa fiyatından sattığında, 100 bin dolar zarar yazmak durumunda kalıyor.
Önce mali durumu konut kredisi almaya yeterli olmayan müşterilerin zora düşmesiyle konut kredileri sorunu oluştu. Ama şimdi, konut fiyatları düştükçe, mali sorunu olmayanlar da konut kredilerini ödememeye başladılar. Dolayısıyla, Amerikan İdaresi’nin konut kredilerini ödeyemeyenlere yönelik geliştirdiği önlem paketleri sorunu çözebilecek gibi değil. Sorunun çözümü bundan sonra yeni bataklar oluşmaması için konut fiyatlarının belli bir istikrara gelmesiyle olacak. O yönde henüz bir işaret yok. Bankaların el koyduğu ev sayısı iki yıl öncesine göre beş kat arttı. Artmaya da devam ediyor.
BÜYÜME
Bir yanda konut arzı artıyor, diğer yanda talep, varsa dahi, erteleniyor. Hem konut fiyatları düşüyor hem de yeni konut imalatı azalıyor. Beklentiler bozuluyor. Tüketici ve yatırımcılar kararlarını erteliyorlar. Sonuçta Amerika’da ekonomik faaliyet azalıyor.
Son veriler Amerika’da 2008’in ilk üç ayında ekonomik büyümenin yüzde 0.6 olduğunu gösterdi. Piyasalar sevindi. Aslında, bizim anladığımız anlamda, bu veriler yanıltıcı. Değişmeler farklı yılların aynı dönemlerini kapsamıyor.
Yüzde 0.6 rakamı 2008 yılının ilk üç ayını da içeren son dört çeyreğe yönelik milli gelirin, 2007 yılı sonundaki yıllık milli gelire göre, yıllık hale getirilmiş yüzde büyümesi. 2008 yılının ilk çeyreğindeki üretilen milli gelirin 2007 yılının ilk çeyreğinde üretilen milli gelire göre düşmesi söz konusu. Bu konuların üstadı başkan eski ekonomik danışmanı ve Harvard Üniversitesi hocalarından Martin Feldstein’a göre, milli gelir rakamlarına baz olan tüm gelirlerde, 2007 yılının ilk çeyreğine göre, 2008 yılının ilk üç ayında azalma söz konusu.
Kısacası, Amerikan ekonomisinde büyümenin düşmesi değil, bizim ölçtüğümüz şekliyle bir küçülme söz konusu. Konut fiyatlarındaki düşüşün devam etmesi bu küçülmeyi önümüzdeki dönemde de besleyecek gibi görünüyor.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2008
YILLIK ortalama bazda imalat sanayi üretimi 2003 ve 2004 yıllarında yüzde 10 civarında artmıştı. 2005 yılı ve sonrasında imalat sanayi üretiminde büyüme ivmesi düştü. Son verilere göre, yıllık ortalama imalat sanayinde üretim artışı mart ayı itibariyle yüzde 4.4 oldu. Dış ticaret verilerine bakarak imalat sanayi üretimi hakkında bir fikir sahibi olmak giderek güçleşiyor.
Üretim artışı düştüğü halde, petrol hariç ara malları ithalatındaki artışta kayda değer bir azalma gözlenmiyor.
Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde imalar sanayi üretim artışındaki düşme devam etse dahi, ithalat artışında önemli bir yavaşlama olmayabilir.
SEKTÖRLER
Yılın ilk üç ayında imalat sanayi üretim artışı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 6.4 oldu.
Geçen yıl aynı bazda üretim artışı yüzde 8.5 olmuştu.
Yılın ilk üç ayında tekstil, giyim eşyası ve deri sektörlerinde üretim (toplam imalat sanayi üretimindeki ağırlıkları yüzde 17’nin üzerinde) geçen yılın aynı dönemine göre düştü.
Buna karşılık, yılın ilk üç ayında taşıt araçları üretimi yüzde 35 artarken, elektrikli makine üretimi yüzde 22’ye yakın arttı. Mobilya üretimindeki artış da aynı dönemde yüzde 18’i geçti.
Radyo-TV üretimi 2006 yılının başından bu yana bir düşüş eğilimi içinde.
Türkiye’nin önemli ihracatçı sektörlerinden biri olan bu alanda üretim düşüşü yılın ilk üç ayında yüzde 14.5 oldu. 2005 yılının eylül ayında 481 olan üretim endeksi bu yılın mart ayında 189 oldu.
Yani, Radyo-TV üretimi azamiye çıktığı noktadan yarıdan fazla düştü.
Toplam sanayi üretimi içinde en istikrarlı sektör hiç kuşkusuz elektrik üretimi.
İmalat sanayi üretiminde eğilim nasıl olursa olsun, elektrik üretimi belli bir hızda artmaya devam ediyor.
İmalat sanayi üretiminin ortalama yıllık yüzde 10 civarında arttığı 2003 yıllarında elektrik üretimi aynı bazda yüzde 6-8 aralığında artıyordu.
İmalat sanayi üretimi 2005 yılıyla beraber ortalama yüzde 5-6 civarında artış gösterirken, elektrik üretimindeki artış yüzde 8-9 civarına yükseldi.
Son yıllarda toplam sanayi üretimindeki artışın imalat sanayindeki üretim artışından yüksek olmasının ana nedeni de elektrik üretimindeki hızlı artış oldu.
MİLLİ GELİR
İmalat sanayi üretimindeki artışların giderek göreli olarak daha az katma değer yaratan üretim alanlarından kaynaklandığı tezini savunmak çok yanlış olmayacaktır.
Bu şartlarda, sanayi üretiminin, artmasına rağmen, milli gelire göreli olarak daha az katkı yapacağı açıktır.
Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde milli gelir büyümesinin göreli olarak daha fazla tarım ve hizmetler sektörünün katkılarıyla gerçekleşmesi beklenmelidir.
Son iki yıldır milli gelir bazında tarım sektörünün performansı çok kötü oldu.
Tarım sektörü 2006 yılında yüzde 1.3 büyürken, 2007 yılında yüzde 7.3 küçüldü.
Bazı tarım ürünlerinde üretim düşebilse de, bu yıl tarım sektöründe yüksek bir büyüme kaydedilmesi çok büyük bir olasılık.
Sanayi sektörü üretiminin milli gelir büyümesine katkısı bu yıl azalırken, tarımdan çok ciddi bir katkı beklenebilir.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2008
EKONOMİNİN dış açıkları büyümeye devam ediyor. Yılın ilk üç ayında cari işlemler açığı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 20 artarak 12 milyar doların biraz üzerinde oldu.
Yıllık bazda cari işlemler açığındaki artış geçen yıl sonuna doğru yüzde 5’e kadar gerilemişken yeniden hızlandı ve yüzde 21 artışla 40.4 milyar dolara ulaştı. Bu açığın finansmanı için yurtdışından para buluyoruz ki, açıkları sürdürebiliyoruz.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK
Cari işlemler açığının en büyük kalemi dış ticaret açığı. Mal ticareti dengesi (fob bazında) yılın ilk üç ayında yüzde 35 artarak 12.1 milyar dolar oldu. Dikkat edilirse, dış açıklarımız dolar bazında milli gelir artışlarının oldukça üzerinde seyrediyor.
Dolayısıyla, dış açıkların sürdürülebilirliği giderek daha fazla önem kazanıyor.
Dış açıkları makul düzeylerde (sürdürülebilir düzeylerde) tutmaya yönelik olarak açık ya da kapalı Türkiye’nin bir politikası yok.
Aksine, giderek daha yüksek dış açıklara endekslenen ekonomik büyümenin korunması ya da artırılmasına yönelik politikalar oluşturma peşindeyiz.
Bu açıdan, cari işlemler açığının finansmanı dikkatle takip edilmesi gereken bir konu oluyor.
Gelişmiş ülkelerin finans sisteminde başlayan çalkantıların iyice belirginleştiği geçen yılın ağustos ayından bu yana cari işlemler açığının finansman yapısı oldukça değişti. Yurtdışından para gelmeye devam ediyor.
Ama, paranın geliş kanalları değişti.
Böylesine radikal bir değişim 2006 yılının ortasında gelişmekte olan ülkelere yönelik çalkantıda ve sonrasında yaşanmamıştı.
FİNANSMAN YAPISI
Ağustos-Mart dönemleri karşılaştırıldığında, 2006-2007 (ilk dönem) ve 2007-2008 (ikinci dönem) yıllarında dikkati çeken farklılıklar şöyle:
1. İlk dönemde 20.7 milyar dolar cari işlemler açığı verirken, ikinci dönemde cari işlemler açığı 27.5 milyar dolara çıktı.
2. İlk dönemde net bazda 17.8 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye girmişti. İkinci dönem bu kalemden giriş 12 milyar dolarda kaldı.
3. Yabancı yatırımcıların bono ve hisse senedi alımları yoluyla Türkiye’ye getirdikleri para (portföy yatırımları) net bazda ilk dönemde 11.1 milyar dolar artarken, ikinci dönemde 9.1 milyar dolar azaldı.
Yani, Ağustos 2006-Mart 2007 döneminde bu kalemden 11.1 milyar dolar taze para girmişti.
Ağustos 2007-Mart 2008 döneminde bu kalemden 9.1 milyar dolar para çıktı.
4. Bankalar ve özel sektör şirketlerinin net borçlanmaları ilk dönemde 6.1 milyar dolar civarındayken, ikinci dönemde 28.6 milyar dolar oldu.
5. Merkez Bankası’nın döviz rezervleri ilk dönemde 11.6 milyar dolar artmışken, ikinci dönemde 2.1 milyar dolar arttı.
6. İlk dönemde Türkiye’ye giren toplam yabancı kaynak 35 milyar dolarken, ikinci dönemde 30.8 milyar dolar oldu.
Yani, toplam net dış kaynak girişi azalıyor.
Kısacası, yurtdışından para, azalarak da olsa, geliyor. Ama, eskiden cari işlemler açığının çok büyük bir bölümünü ek borçlanma yaratmayan kaynaklardan finanse ederken, son dönemde neredeyse tümünü borçlanarak finanse etmeye başladık.
Yazının Devamını Oku