2 Haziran 2008
IMF ile yapılan istikrar programı bitti. Biter bitmez, eteklerimizdekileri dökmeye başladık. Eteklerimizden dökülenler istedikleri harcamaları yapmayıp son yedi yıldır kendini cenderede hisseden siyasilerin bastırılmış arzuları oldu. İktisadi konjonktür açısından zamanlama kötü.
Siyasi takvim ile iktisadi konjonktür bir kez daha olumsuz bir zamanda çakıştı.
Makro ekonomik disiplini elden bırakmamamız gereken bir dönemde siyasi arzular öne çıktı.
Kulağa hoş gelen her öneri siyasetin gündemine girmeye başladı.
Kredi kartı faizlerini yasa yoluyla kontrol etmeye çalışmak bunun en iyi örneklerinden biri.
GEVŞEME
IMF verilen tüm niyet mektuplarında mali af yapılmayacaktır dendi.
IMF ile ilişkiler biter bitmez sosyal güvenlik sistemine prim borcu olanların yükümlülüklerinin önemli bir bölümüne af getirildi.
Prim borcu olmayanlar her mali af girişiminde olduğu gibi "enayi" yerine kondu.
2007 yılında kamu finansmanındaki disiplinin gevşemesiyle 2008 ve 2009 yılları da zora sokulmuştu.
2008 yılı için düşürülen faiz dışı fazlanın milli gelire oranı hedefi IMF ile ilişkiler biter bitmez biraz daha düşürüldü.
"Mali disiplinden taviz veriliyor" izlenimi verildi.
Şimdi, artan borçlanma faiziyle, bütçedeki faiz harcamaları otomatik olarak daha da artma eğilimine girdi.
Bankalara borcunu zamanında ödemeyenlerin sicilleri bozulur.
Sicilleri bozulan ekonomik birimlere yeni kredi verilmez.
Sicil affı getirildi.
Sicilleri bozuk olanlara da yeni kredi verilmesinin önü açıldı.
Siyasi baskılarla kamu bankalarından sicili bozuklara kredi açılması kolaylaştırıldı.
Belediyelere bütçeden aktarılacak mali kaynaklar artırıldı.
Bu yolla mahalli idareleri de içine alan toplam kamu kesiminin finansman dengesi değişmemiş gibi görünse de, belediyelere "daha fazla harcayabilirsiniz" talimatı verilmiş oldu.
Yerel seçimlere dokuz ay kala belediyelerin artan harcamalarının nerede duracağını kestirmek zor.
Özelleştirme kamu sektörü bilançosunda bazı varlıkların satılmasıdır.
Varlıkların azaltılması yoluyla elde edilen nakit, ya bazı yükümlülüklerin de azaltılmasında kullanılır ya da zarar finanse edilir.
Devlet açısından, yükümlülüklerin azaltılması borçların azaltılmasıdır.
Zarar ise, finansman açığı vermektir.
Özelleştirme gelirlerinin bir bölümünün yatırımlarda kullanılması kararıyla, kamu sektörü daha büyük mali açıklar vermeye karar verdi.
BARDAĞIN TAŞMASI
Bunlar gibi daha başka girişimler de sıralanabilir.
Örneğin, işsizlik fonunun birikimlerinin başka alanlara aktarılması ve kamu ihale yasasındaki değişikliklerle devletin elinin serbestleşmesi gibi uygulamalar da "popülist" olarak nitelendirilebilir.
Tümünün verdiği izlenim siyasi otoritenin elinin rahatlatılması ve makro ekonomik istikrarın riske atılma olasılığıdır.
Bütün bunlar yapılıyor diye ekonomik ortam birden bire karışmaz.
Ama, bardağı yavaşça dolduruyoruz.
Bardağı taşırabilecek bir damla bunlara göre çok daha masum olabilir.
Kaldı ki, gelişmiş ülkelerde yaşanan sorunların bizim gibi ekonomilere gecikmeli etkileri oluştuğunda, bu çeşit uygulamalar Türkiye ekonomisini çok daha riskli hale getirebilir.
Bardağı küçük bir damla değil, çok şiddetli bir yağmur da taşırabilir.
Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2008
EKONOMİK istikrar kavramının ayrılmaz bir parçası, fiyat istikrarıdır. Bizde bu iki kavram birbirinden ayrıymış gibi algılanır. Kör, topal ekonomik büyüme varsa, döviz kurları fırlamıyorsa, ticaret az-çok canlıysa, bizde ekonomik istikrar var diye düşünülür. Borsa da çıkıyorsa, sorun yoktur. Enflasyon, bunlarla karşılaştırıldığında, bambaşka bir olgudur. Hatta, elden kaçmayan istikrar(!) içindeki enflasyon (yüksek, ama hızlanmayan) iyidir diye dahi düşünülür.
Son otuz beş yıldır enflasyon içinde yaşamış olmamızda bu çarpık algılamanın rolü küçümsenemez. Fiyat istikrarının ne olduğunu bilemediğimizden, "fiyatlar arta dursun, enflasyon olsun, ama bari para kazanmaya devam edelim" anlayışıyla ikinci en iyi konuma ekonomik istikrar diyoruz. Fiyat istikrarını sağlamaya yönelik politikalar uygulandığında da, eskiyi özlüyoruz. Alışmışız bir kere.
ÇARPIK BAKIŞ
Enflasyonla beraber de ekonomik istikrar olabilir görüşü Türkiye’de hakim görüştür. Fiyat istikrarını tesis etmenin önündeki en büyük zorluk da bu bakış açısıdır. Doğal olarak siyasi otorite de her zaman bu görüşten etkilenmektedir.
Siyasi otorite açısından, enflasyonun birkaç puan çıkması kısa dönemde ekonomik büyümenin yüzde 5’den yüzde 2’ye düşmesinden daha çok tercih edilir. Siyasetçilere göre, enflasyonun birkaç puan artması vatandaşa anlatılabilir, ama ekonomik büyümenin durması anlatılamaz. Bu nedenle de otuz beş yıldır bu ülkede fiyat istikrarı tesis edilememiştir.
2001 yılı sonrasındaki gelişmelere de artık bir istisna olarak bakmak çok doğru görünmüyor. 2001 Krizi’nin yarattığı korku ve ruh haliyle enflasyonun yüzde 80’lerden yüzde 10’un biraz altına gelmesi için küçümsenmeyecek çabalar harcandı. Ekonomik büyümede zorlanma olmadığından, sorun çıkmadı.
Ama, orada duruldu. Ekonomik büyümede zorluklarla karşılaşınca, fiyat istikrarı yeniden arka plana itildi. Enflasyonun tek haneli rakamlara düşmesi nedeniyle siyasi açıdan puan toplayan hükümet dahi, enflasyonun birkaç puan artmasının çok fazla sakıncalı olmadığını düşünmeye başladı. 1989 yılında da benzer bir durumla karşılaşmıştık.
ENFLASYONUN ZARARI OLMAZ
İki gün sonra mayıs ayı enflasyonu açıklanacak. Mayıs ayında tüketici fiyatları yüzde 0.77 ya da daha fazla artarsa, yıllık enflasyon yeniden çift haneli olacak. Elektrik fiyatlarına yeniden yüzde 20-30 zam kapıda. Gıda fiyatları artmaya devam ediyor. Petrol fiyatlarındaki durdurulamayan artış herkesi ürkütüyor. Bu şartlarda, yıllık enflasyonun yakın bir gelecekte yeniden tek haneli rakamlara inmesi hayal oluyor.
Merkez Bankası enflasyonla mücadelede tek başına. Tek başına bu mücadeleyi kazanabilmesi olanaksız. O nedenle de, "kısa vadeli faizlerin geçenlerde yüzde yarım artırılmasının ne gereği vardı?" diye düşünenler dahi var. Belki onlar da haklı. Onlar da, "enflasyon zaten çıkacak, faizleri artırarak bir de ekonomik büyümeye neden köstek olunuyor" diye düşünüyorlardır. Alışılmışın dışında bir durum yaşıyoruz. Bu konuyu bir başka yazıda ele alacağım.
Temel içgüdümüz depreşti. Şimdi, "enflasyonun birkaç puan çıkmasının zararı olmaz" dönemine girdik. Maliye politikaları da aynı anlayışla şekilleniyor. Aynı anlayışla IMF gibi uluslararası bir kuruluşun denetiminden uzaklaşmak isteniyor. Bu arada, enflasyonun birkaç puan arttıktan sonra geldiği yerde duramayacağı unutuluyor. Hala, "ekonomik istikrara odaklı politikalara" bağlı kalındığı iddia ediliyor.
Türkiye ekonomisi, bizlere hiç de yabancı olmayan bir maceraya yeniden yelken açıyor.
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2008
Türkiye ekonomisini daha rekabetçi hale getirmek için bir dizi mikro reformların yapılması gereği uzun süredir yazılıp çiziliyordu. Sonunda, adına "istihdam paketi" denen İş Kanunu ve ilgili başka kanunlarda bazı değişiklikler yapan bir yasa çıktı. Bu girişim mikro reformların önemli bir parçasıydı. Ama, yapılan değişikliklerin işgücü piyasasını daha esnek hale getirdiğini iddia etmek çok zor.
Bu değişikliklerin, her şey aynı kaldığı takdirde, GAP’a yönelik yatırımlar hariç, ek istihdam yaratma kabiliyeti de tartışılır.
YAPILANLAR
Yapılan değişikliklerden en çok ses getireni sosyal güvenlik sistemine borcu olan işverenlere getirilen af oldu.
Prim borcunun tamamını, gecikme cezası ile gecikme zammının yüzde 15’ini bir ay içinde peşin ödeyen işverenlerin ödemekle yükümlü oldukları borç faizlerinin yüzde 85’i affedildi. Bu çeşit önlemler ek istihdam yaratmaz.
Aksine, istihdam edilenlerin sosyal güvenlik primlerinin ödenmemesi için işverenlere teşvik olur.
Sonuçta, bu da bir finansman aracıdır.
İşsizlik sigortasındaki birikimlerin harcanması yönünde dayanılmaz bir istek var.
GAP bölgesindeki yatırımlar için işsizlik sigortasının paraları kullanılacak.
Özelleştirme gelirlerinin bir bölümü de GAP’taki yatırımlara gidecek.
Bu bölgede istihdam edilen gençlerin sosyal güvenlik primleri beş yıl boyunca işsizlik sigortası tarafından ödenecek.
Bazı değişiklikler işverenlerin yükünü hafifletip Hazine’nin yükünü artırma yönünde.
Mali yüklerin Hazine tarafından üstlenilmesi, işgücü piyasasını esnek hale getirmekten çok, işverenlerin karlarını artırması ya da zararlarını azaltmasına yarar.
Yeni değişikliklerdeki önemli kalemlerden biri anlaşmanın yazılı olması şartıyla şirketler taşeron firmalardan işçi çalıştırılabilecek.
Bu sistem Avrupa’da da giderek yaygınlaşan bir uygulama. İşgücü piyasasının daha esnek hale gelmesinde sınırlı bir katkısı olabilir.
YAPILAMAYANLAR
Yeni değişikliklerde işgücü piyasasını gerçekten esnek hale getirebilecek düzenlemeler yer almıyor.
Örneğin, kıdem tazminatı uygulamasının yumuşatılması, hatta yeni işe girenler için tümden kaldırılması söz konusu olabilirdi.
Bu konu tabu olarak bıçak kemiğe dayanana kadar gündemde kalmaya devam edecek gibi görünüyor.
İşsizlik sigortasının paralarının başka alanlarda kullanılmasının yolunu açmak yerine, bu fondan belli şartları sağlayan işsizlerin belli bir süre için daha kolay yararlanmasını sağlayacak önlemler düşünülebilirdi.
Belki, bu fonun aktüeryel hesapları çok tutucu yapıldı.
İşsizlik sigorta primlerinin düşürülmesi gündeme gelebilirdi.
Asgari ücret uygulamasında esneklikler getirilebilirdi.
"Asgari ücretin altında bir ücretle çalışmaya razı birçok insan varken, bu insanların kayıtlı olarak çalıştırılamaması kimin yararına" sorusu tartışılabilirdi.
Çeşitli nedenlerle işgücünden tasarruf etmek isteyen iş yerleri üzerine getirilen mali yükler hafifletilebilirdi.
İşten çıkarmanın zor ve maliyetli olduğu bir ortamda yeni işe almaların da kısıtlanacağı gerçeği tartışılabilirdi.
Belki bütün bunlar tartışıldı. Ama, konunun tarafları ikna edilemedi.
Can alıcı noktalar dışarıda bırakılınca, "istihdam paketi" gerçekten yeni istihdamı teşvik eden bir reform olmaktan uazak görünüyor.
Sosyal güvenlik prim affı ve GAP’a kaynak bulmak öne çıkmış.
Bu haliyle, yapılan düzenlemelere Türkiye ekonomisinin verimliliğini artıracak "işgücü piyasası reformu" demek de olanaksız.
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2008
ÇOĞU kez görünüm deyince "enflasyon görünümü" öne çıkıyor. Bazen haklı, bazen de haksız bir biçimde enflasyon görünümü altında para politikası eleştiriliyor. "Kamu finansman dengesi" son yıllarda geri planda kaldı.
Kamu finansmanındaki geçen yıla kadar gözlenen göreli disiplin bu konuyu bir ölçüde gündemden düşürdü.
Disiplinle beraber, kamu finansman dengesinin enflasyon görünümü üzerindeki olumlu etkisi giderek azaldı.
Enflasyon görünümü daha çok para politikasının duruşuna bağlı olmaya başladı.
Son dönemdeki gelişmeler kamu finansman dengesini yeniden öne çıkardı.
Çünkü, kamu finansmanında bazı bozulma eğilimleri baş göstermeye başladı.
Kamu finansmanındaki düzelmenin enflasyon üzerindeki olumlu etkisi azalırken, bozulmanın enflasyon üzerindeki olumsuz etkisinin göreli olarak daha fazla olabileceği gerçeği dikkatleri yeniden "kamu finansman dengesinde görünüm" konusunu önemli hale getirdi.
BOZULMANIN NEDENLERİ
Kamu finansman dengesindeki bozulma eğiliminin arkasında iki önemli dinamik var.
Birincisi, dışsal olarak nitelendirebileceğimiz çeşitli mal ve hizmetlerin fiyatlarının artması.
Örneğin, devlet aynı miktarda benzin harcıyor, ama litre başına çok daha fazla maliyet yükleniyor.
Doğal olarak bu çeşit fiyat artışları miktarda kısıntıya gidilemeyince, harcamaları artırıyor.
Dışsal nedenler arasında faizlerin artması yoluyla yükselen Hazine borçlanma maliyetlerini de sayabiliriz.
Yurtdışında yaşanan karışıklıklar sonucunda Türkiye piyasasından çıkma eğilimindeki yabancı yatırımcılar ve genel belirsizlik havası Hazine bonosu faizlerinin artmasına neden oluyorlar.
Siyasi belirsizlikler de faizlerin artmasına katkıda bulunuyor.
Faizler arttıkça, iç borçların maliyeti artıyor, faiz harcamaları yükselme eğilimine giriyor.
İkinci dinamik içsel nedenler.
Bir politika kararı olarak faiz dışı fazlanın azaltılmasına karar verildi.
Yani, hükümet faiz dışı harcamaları da artırma kararı aldı.
Bu şartlar altında, henüz rakamlara yansımamış olsa da, kamu finansman dengesi de doğal olarak bozulma eğilimine girecek.
Kamu finansmanındaki gelişmeler ekonomik birimlerin beklentilerinin de bir ölçüde olumsuza dönmesine ya da beklentilerin daha da olumsuzlaşmasına katkıda bulunuyor.
Beklentilerin bozulmasıyla faizler daha fazla artıyor.
Ekonomik birimlerin, zaten enflasyonla mücadelede güçlük çıkarak fiyatlandırma davranışları, bozulan beklentilerle daha da olumsuz hale geliyor.
Kısacası, bir kısır döngüye giriliyor.
İNANDIRICI PROGRAM İHTİYACI
Beklentileri bozan bir diğer gelişme de ekonomik birimlerin dengelerdeki bozulmayı durdurabilecek kararların hükümet tarafından kararlılıkla alınabileceğine yönelik beklentilerinin olmaması.
Siyasi belirsizlikler bir yana, yerel seçimlerin de giderek yaklaşıyor olması ekonomik birimler gözünde kamu finansman dengesinin düzeltilmesi bir yana, daha da bozulabileceği izlenimini güçlendiriyor.
Nazik bir konjonktürde Türkiye ekonomisinin inandırıcı ve bağlayıcı bir ekonomik programa ihtiyacı giderek artıyor.
Aksi takdirde, yalnızca para politikası yoluyla enflasyonun daha artması engellenemeyeceği gibi, ekonomik büyümedeki düşme ve giderek artan cari işlemler açığı gibi sorunlarla mücadele etmek de zorlaşacaktır.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2008
SOSYAL güvenlik sistemi her gün artan açıklar veriyor. Açıkların durdurulması ve sosyal güvenlik sisteminin kendi ayakları üzerinde durması gerekiyor. Ama, bu amaçla yapılması gerekenler hiç kimsenin işine gelmiyor. Sorunları erteledikçe, çözümlerin maliyeti artıyor, mahiyeti değişiyor.
Maliyet arttıkça, sorunların çözümü tarafların üzerinde anlaşabilecekleri bir noktadan giderek uzaklaşıyor.
Anne-babalarımız bu sorunu bizlere aktarmıştı.
Olaylar o denli hızlı gelişti ki, biz, çocuklarımızı ve torunlarımızı geçtik, sorunları torunlarımızın çocuklarının dahi altından kalkamayabileceği bir noktaya getirdik.
O denli uzun süre bu sorunla yaşayamayacağımıza göre, çocuklarımızın elinde bu sistem patlayacak gibi duruyor.
BİR ARPA BOYU YOL
1990’lı yılların ikinci yarısında sosyal güvenlik sisteminin aktüeryel açıkları konusunda bir çalışma yapılmıştı.
O dönemde sosyal güvenlik sisteminin toplam açığının (sistemin olduğu haliyle gelecekte finanse etmesi gereken açıkları toplamı) milli gelirimizin yüzde 100’üne geldiği hesaplanıyordu.
Bu rakam korkutucuydu.
Ama, pek aldırış edilmedi.
Şimdi yapılan hesaplamalara göre, hiçbir şey yapılmadığı taktirde, 2075 yılında sosyal güvenlik sisteminin toplam açıklarının eski milli gelirimizin yüzde 350’sine ulaşacağı tahminleri yapılıyor.
Yani, torunlarımızın çocuklarına altından kalkamayacakları bir yük teslim ediyoruz.
2006 yılında yapılan sosyal güvenlik reformunun açıkların azaltılmasına yönelik önemli maddeleri Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmeseydi, 2075 yılında sistemin toplam açıklarının milli gelirimizin yüzde 95-105 arasında olacağı tahmin ediliyor.
Yani, aslında kanama durdurulamıyor.
Kanamanın hızı kesiliyor. Ancak 1990’lı yılların ikinci yarısındaki duruma geri dönebiliyoruz.
Geçenlerde Meclis’ten geçen sosyal güvenlik reformu Anayasa Mahkemesi’nin hassasiyetlerini dikkate alan bir düzenleme.
Açıkların kontrol altına alınması açısından daha zayıf tedbirleri içeriyor.
Bu yeni düzenleme ile sosyal güvenlik sisteminin toplam açıklarının 2075 yılında milli gelirin yüzde 125-130’una geleceği hesaplanıyor.
Yeni milli gelirler de bu oran yaklaşık yüzde 100.
Yani, bir arpa boyu yol gidilemiyor.
YENİDEN BAKILMALI
İleriye dönük açıkları tahmin etmeye çalışan bu hesaplamalar şunu gösteriyor.
Sisteme yeni girenlere kendimize göre en katı kuralları uygulasak dahi, sosyal güvenlik sistemini kendi ayakları üzerinde durabilen bir sistem haline getiremiyoruz.
Açıklar 2075 yılında milli gelirimiz kadar olacaksa (ki o tarihte bugün daha avantajlı olan hiç kimse hayatta olmayacak ve tüm katılımcılar yeni yasanın getirdiği kısıtlar altında olacaklar), 2100 yılında açıklar milli gelirimizin çok üzerinde olacaktır.
Gelecek kuşaklara bu denli kötü bir miras bırakmaya hakkımız yok.
Bir gün bu açıkları birileri ödeyecek.
Çok daha fakirleşerek ödeyecek.
Bu haliyle yeni krizlerin tohumlarını atıp tohumları da iyice suladığımızın bilincinde olmalıyız.
Sosyal güvenlik reformu projesini bu anlayışla zaman geçmeden yeniden ele almalıyız.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2008
KREDİ kartları yoluyla yapılan borçlanmalara bankalarca uygulanan faizin ne olacağına devletin burnunu sokması yanlış. Bu faizin bir biçimde bir başka faize ya da fiyata endekslenmesi ise bir başka yanlış. İki yanlış bir doğru yapmıyor.
Aksine, yanlışlar katlanarak gidiyor.
Kaş yapmaya çalışırken göz çıkarmak oluyor.
Kredi kartları yoluyla yapılan borçlanmalarda faizin devlet tarafından sınırlandırılması kulağa hoş geliyor.
Ama, düşük faizlerle bankaların kredi kartı müşterilerine borç verip vermeyecekleri göz ardı ediliyor.
Diyelim ki, devlet aslında kredi kartı yoluyla borçlanmaları engellemek istiyor.
O takdirde, bu çeşit borçlanmaları doğrudan yasaklamak en doğru çözüm olur.
Amaç buysa, kredi kartlarından çıkıp alacak (debit) kartlarına geçmek gerekiyor.
Bunun da istendiğini sanmıyorum.
BU MU İSTENİYOR?
Kredi kartı borcu faizinin bir başka faize endekslenmesi bu kez bir başka piyasada da çarpıklık yaratacaktır.
Diyelim ki, kredi kartı borç faizi mevduat faizine endekslendi.
Yine diyelim ki, bankalar kredi kartı borçlarına yüksek faiz uygulayabilmek için mevduat faizlerini artırdılar.
Bu yolla mevduatlarını da artırabilme olanağına kavuştular.
Ama, topladıkları paranın maliyeti arttığından, yalnızca kredi kartı borçlarına uygulanan faizler değil, diğer tüm kredilerine uygulanan faizler de artacaktır.
Kredi kartları borçları faizi düşürülmek istenirken bu mu isteniyor?
Sanmıyorum.
Diyelim ki, bankalar daha düşük faizlerle kredi kartı yoluyla müşterilerine borç vermeye devam ettiler.
Bu piyasayı genişletmek ve piyasa paylarını artırmak için bu çeşit kredilerden daha düşük faiz almaya da razılar.
Ama, doğal olarak bu iş alanından kazançları düşük olacak, belki zarar dahi edebileceklerdir.
Çünkü, kredi kartı borçlarındaki batak oranı diğer kredilere göre oldukça yüksektir.
Bu takdirde, kárlarını başka yollardan artırmaya çalışacaklarıdır.
Kredi kartı ücretleri ve/veya diğer bankacılık işlemlerinden aldıkları komisyonları artırmaya çalışacaklardır.
Büyük bir olasılıkla,bankalar kredi kartı kullanımını müşterileri için daha pahalı yapacaklardır.
Kredi kartı yoluyla borçlanmayanların kredi kartı kullanma maliyeti artacaktır. Bankalarla iş yapmak daha pahalılaşacaktır.
Bu mu isteniyor?
Sanmıyorum.
SOYGUNU DURDURMAK
Bu çeşit örnekler artırılabilir. Bütün bu örneklerden çıkarmamız gereken ders şudur: Kredi kartı borçlarına uygulanan faizlerin düşmesi gerekiyorsa, rekabet bunu zaten sağlardı.
Çünkü, bankalar kredi kartı vermek ve verdikleri kredi kartları yoluyla müşterilerinin borçlanmaları için can atıyorlar.
Rekabet bu faizleri belli bir düzeyin altına düşürmüyorsa, bir sorun var demektir.
Önce, o sorunun ne olduğu iyi analiz edilmelidir.
"Bankalar halkı soyuyor" yaklaşımı ile "devletin soygunu durdurması" girişimleri siyasi açıdan hoş görünür, ama iktisadi bir çözüm değildir.
Çoğu kez, siyasi puan kazanmak için yapılan bu girişimler bir tarafı tamir etmeye çalışırken, her tarafı bozan niteliğe kavuşurlar.
Son dönemlerde pirinç fiyatları da çok arttı.
Neden pirinç fiyatlarına bir tavan getirilmiyor?
Pilav yemek isteyen vatandaşlar soyulmuyorlar mı?
Pilav yerine makarna yemeyi tavsiye etmek ne denli doğruysa, faizini yüksek bulanlara kredi kartı yoluyla borçlanmamalarını tavsiye etmek o denli doğru olarak görülmelidir.
Aksi takdirde, bu çeşit yaklaşımlarla çok daha büyük sorunlara yol açmış oluruz.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2008
DEVLET kredi kartı faizlerini kontrol etmek istiyor. Bu yolla kredi kartı borcu olanların mağdur olmasının önüne geçilebileceği düşünülüyor. Doğru ya, devlet her şeyi bireylerden daha iyi bilir! Bireyin kendi çıkarlarının ne olduğunu da devlet daha iyi bilir!
Devletin her şeyi herkesten daha iyi bildiği toplumlarda başı sıkışan herkes devletten yardım bekler.
Devlet de kendinden bekleneni yapar.
Faizleri ya da fiyatları kontrol ederek mağdura yardım eder!
Gerçek durum ise arzulananlardan ve anlatılandan çok farklıdır.
GERÇEKLER
Önce bazı gerçekleri sıralayalım:
1. Kredi kartı yoluyla borçlananlar kendi özgür iradeleri ile borçlanmaktadır.
2. Kredi kartı kullananlar borçlandıklarında, aylık ne faiz ödemek durumunda olduklarını biliyorlar.
3. Gelir düzeyi ne olursa olsun, "ne yapayım geçinemiyorum" anlayışıyla geri ödemede zorluk çekeceklerini bildikleri halde borçlanma yapanlar ekonomik ahlak kuralları içinde hareket etmiyorlar.
4. Bu kişilerin daha sonra borçlanma faizlerinin yüksekliğinden şikayet ederek yardım istemeleri ve devletin bu kişilere yardım ediyormuş gibi görünmesi kredi kartını ekonomik ahlak kuralları içinde kullananların mağdur edilmesi (haksızlık yapılması) anlamına gelir. Onlar da, devletten yardım bekleyerek olanaklarının üzerinde borçlanma yaparak hayat standartlarını artırabilirlerdi.
5. Bankalar elbette kar etmek için müşterilerine kredi kartı veriyorlar. Tüm harcamalarını zamanında ödeyen müşterilere göre, borçlanan kredi kartı müşterileri bankalar için daha kárlı müşterilerdir.
6. Daha fazla kár etmek için bankalar borçlanan, ama taksitlerini zamanında ödeyen müşterilerin sayısını artırmak isterler. Dolayısıyla, yüksek faizler isteyerek kredi kartı müşterilerinin borçlanma yapmasını engellemek bankaların işine gelmez. Bankalar verdikleri kredilerin batmasını da istemez. Kredi kartı faizleri yüksekse, başka nedenler var demektir.
7. Bankaların kredi kartları yoluyla yapılan borçlanmalarda talep ettikleri faiz afaki bir rakam değildir. Kredi kartı yoluyla yapılan borçlanmalardaki batık miktarına göre bu faiz yüksek ya da düşük olabilir. Eğer Türkiye’de bu faiz yüksekse, batık da çok demektir.
8. Kredi kartı yoluyla yapılan borçlanmalarda geçerli olacak faizi devletin düşürmeye çalışması bankaların kredi kartı yoluyla yapılan borçlanmaları azaltmalarını gündeme getirecektir. Yani, bazı müşteriler için borçlanma limitleri düşecektir.
YASAKLAMA
Devletin bu konulara müdahale etmesinin tek bir sonucu vardır.
Sistemi doğru kullanmaya çalışanlar mağdur edilirler.
Sistemi sömürmeye çalışanlar kárlı çıkarlar.
Kredi kartları yoluyla yapılan borçlanmalardaki faizin devlet tarafından düşük tespit edilmesinin sonucu da böyle olacaktır.
Otomobil kredisi faiziyle kredi kardı borçlanmasının faizi elbette aynı olmayacaktır.
Olursa, sistem çarpılır.
Birileri bir yerde çok yanlış yapıyor demektir.
Daha radikal çözüm bankaların kredi kartı vermelerini yasaklamaktır!
Bu şekilde, kredi kartı mağdurları da yaratılmayacaktır.
Devlet bunu mu yapmak istemektedir?
Ekonomik kararlar risk içerirler.
Ekonomik birimlerin aldıkları risklerin sonuçlarından devlet tarafından muaf tutulması tüm ekonominin faturayı ödemesi anlamına gelir.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2008
TOPLUMSAL çıkarlar uğruna kişisel özgürlüklerin kısıtlanması demokrasilerde kabul edilen ilkelerden biridir. Kişisel özgürlükler, toplumdaki diğer bireylerin özgürlüklerini tehdit ettiğinde sınırlanır. Adam öldürme diye bir özgürlük olamaz. Çünkü, adam öldürme özgürlüğünü kullanma adına, öldürülen adamın yaşama özgürlüğü elinden alınır. Aynı şekilde, başkalarını rahatsız edecek ölçüde gürültü yapma özgürlüğü de olamaz. Çırılçıplak dolaşma özgürlüğü de olamaz.
Başkalarının bulunduğu yerlerde sigara içmeyi yasaklamak da tüm dünyada bu çerçevede değerlendiriliyor. Ama, tüm dünyadaki uygulamada bazı sorunlar var.
SATIŞI DA YASAKLANMALI
Hatırı sayılır tüm ülkelerde uyuşturucu satmak yasaktır. Bazı ülkelerde, satmak yasaktır, ama kullanmak suç değildir. Satmak ya da kullanmak, uyuşturucunun bir şekilde toplumsal sağlığı tehdit etmesi nedeniyle yasaklanması söz konusudur. Yani, yasa koyucu uyuşturucuyu toplumsal sağlığı bozan bir madde olarak kabul etmiştir. O halde, uyuşturucu satışı da kullanımı da tüm dünyada yasak olmalı. Tutarlılık bunu gerektirir.
Sigara da toplumsal sağlığa zararlı olabilir. Sigaranın zararı uyuşturucu kadar mıdır? Herhalde değil. Ama, başkalarının bulunduğu ya da bulunabileceği yerlerde sigara içmek yasak olduğuna göre, sigaranın da yeteri kadar toplumsal sağlığa zarar verdiği düşünülüyor. O halde, sigaranın satışı da yasaklanmalı. Buna cesaret edilemiyor galiba.
Yakın zamanlarda pille çalışan, dışarı nemli duman veren, ama başkalarının sağlığını tehdit etmeyen sigaralar piyasaya çıktı. Yasa koyucu bunların ithalatını ve satışını sigara içme alışkanlığı yaptığı gerekçesiyle yasakladı. Sigaranın kendisi aynı alışkanlığı yapmıyor mu? Galiba, yasa koyucunun gücü, yüz milyarlarca dolarlık sigara endüstrisine değil, piyasaya yeni çıkan pilli sigaralara yetti.
Benim, iş yerinde, kendi odamda tek başıma sigara içmem yalnızca kendi sağlığımı ilgilendiren bir konudur. Yasa koyucu bunu da engellediğine göre, benim sağlığımı benden fazla düşünmektedir. O halde, yasa koyucu benim sigara alabilmemi de engellemelidir. Tutarlılık bunu gerektirir. Aksi takdirde, benimle çalışıp odama gelenler şikayet etmedikçe ben sigara içmeye devam edebilirim.
TUTARLILIK
Konunun bir de sigara içmeyenler tarafı var. Sigara içenler, içmeyenlerin "sigaradan uzak durma" özgürlüklerini kısıtlıyorlar. Doğru. O halde, eğer sigara satımı ve alımı serbestse, sigara içmeyenlerden ayırarak sigara içenlerin özgürlüğüne, en azından sigara içmeyenlerin özgürlüğüne duyduğumuz saygı kadar, saygı duymak zorundayız. Yasa bu nezaketi ve tutarlılığı göstermiyor.
Alkol de toplumsal sağlığı tehdit eden bir madde. Kuzey Avrupa ülkeleri ve Rusya gibi yerlerde en büyük toplumsal sorunlarından biri alkol kullanımı. Alkol kullanmanın toplumsal ve bireysel maliyetini göz ardı edemeyiz.
Yarın, aynı sigara içmede olduğu gibi, yasa koyucu toplu alanlarda alkol içmeyi de yasaklayabilir. O zaman ne diyeceğiz? "Sigara başka, alkol başka" gibi afaki yaklaşımlarla mı alkol içme yasağına karşı çıkacağız? Bazı temel ilkeler ayaklar altına alındığında, ilkesizlik içinde nerede durulacağını kestirmek zordur.
"Çok zararlı, az zararlı" değerlendirmeleri bu çeşit tartışmaları hiçbir yere götürmez. Toplumsal sağlık söz konusuysa, sağlığı bozan maddenin kullanımı da, satışı da yasak olmalı. Sağlığı tehdit eden maddenin kullanıldığı ortamlarda bulunan başka bireylerin sağlığı söz konusuysa, kullananları kullanmayanlardan ayırarak sorun çözülür. Bu haliyle, bu yaklaşımla başka yasaklar da gelirse, şaşırmamak gerekir.
Yazının Devamını Oku