20 Haziran 2008
ÖZEL sektörün döviz üzerinden risklerinin arttığı uzun süredir konuşuluyor. Yurtiçindeki şirketler hem içeride döviz kredilerine yüklendiler hem de yurtdışından borçlanmaya ağırlık verdiler. Toplam borçluluklarının artması bir yana, özellikle döviz kazanmayan yurtiçindeki şirketler dikkat çekici boyutlarda bilançolarında kur riski aldılar.
Döviz kurları arttığında, borçlulukları YTL cinsinden aynı paralelde artacak.
Ama, gelirleri aynı paralelde artmayabilecek.
KREDİBİLİTE PARAMETRESİ
Geçen yaz aylarına kadar Türkiye ekonomisinin toplam dış kaynak gereksiniminde özel sektör borçlanmasının göreli önemi fazla değildi.
Cari işlemler açığımızın neredeyse yarısını doğrudan yabancı sermaye akımları yoluyla finanse edebiliyorduk.
Son eğilimler cari işlemler açığımızın neredeyse tümünü dış borçlanma ile finanse ettiğimiz yönünde.
Bu şartlarda özel sektör şirketlerinin risk profili daha da önem kazanıyor.
Şirketlerimizin eskisi kadar dış borçlanamaması durumunda cari işlemler açığı üzerine önemli kısıt oluşacak.
Şirket riskliliği ile ekonomik büyüme arasındaki ilişki çok daha güçlü bir biçimde karşımıza çıkacak.
Finansman bulamadığımız için cari işlemler açığını eski boyutlarda veremeyeceğiz.
Yani, ithalat talebi azalmak zorunda kalacak.
Daha az ithalat daha az üretim anlamına gelecek. İthalat talebini kısacak mekanizma büyük bir olasılıkla döviz kurlarında yaşanacak olası bir istikrarsızlık olacak.
Olası gelişmelerin Türkiye’deki bankacılık sektörü üzerinde de önemli sonuçları olabilecek.
Bankalar, yalnızca şirketlere verdikleri nakit krediler üzerinden değil, şirketlerin dış borçlanmaları için verdikleri teminat mektupları yoluyla da sorunlu kredilerle boğuşmak durumunda kalacaklar.
Dolayısıyla, özel sektör şirketlerinin kredibilitesi iki açıdan önemli oluyor.
Birincisi, dış kaynak bulma mekanizmasının çalışabilir olması. İkincisi, bankacılık sektörünün sağlığı.
Konu bu şekilde ortaya konduğunda, döviz kurlarındaki istikrar da ekonomik büyüme açısından eskiye göre çok daha önemli bir konuma geldi.
Çünkü, her hangi bir nedenle döviz kurlarının fırlaması şirketlerin kredibilitelerini doğal olarak olumsuz etkileyecek.
Hem iç piyasa açısından, hem de uluslararası düzeyde döviz kurlarındaki istikrar şirketlerin kredibilitesinin bir parametresi haline gelmiş durumda.
DÜMENSİZ YOLCULUK
Konu önemli. Şirketlerin döviz cinsinden iç ve dış borçluluğu Türkiye ekonomisinin yumuşak karnı durumunda.
Ama, kısa vadede döviz kurlarında istikrara önem vermenin dışında yapılabilecek fazla bir şey de yok.
Çünkü, şirketlerin döviz borçluluğu zaten gerçekleşmiş durumda.
Bu aşamada, şirketlerin döviz borçluluğundaki artışı yavaşlatabilecek ya da durduracak politikaların devreye sokulması ekonomik durgunluğa davetiye çıkarma anlamına gelecek.
Dolaylı olarak, bu yönde atılacak adımlar ekonomik büyümeyi durdurma yoluyla cari işlemler açığının büyümesine engel olmak anlamını taşır.
Dolayısıyla, bu yaklaşım da çok fazla gerçekçi görünmüyor.
Fırtınalı sularda dümensiz yol alıyormuş gibi bir görüntümüz var.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2008
GEÇEN yılın ağustos ayında gelişmiş ülkelerde finans piyasaları iyice karıştı. Uluslararası para tedirginleşti. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelere akan uluslararası sermaye farklılaştı. Türkiye ekonomisi şimdilik dünyada hiçbir şey olmamış gibi bazı dengelerini sürdürüyor.
Örneğin, ithalat talebinde bir yavaşlama gözlenmiyor.
Dış ticaret artışı hızlanarak devam ediyor. Cari işlemler açığı rekorlar kırıyor.
Dış açıklarımız hızla artıyor.
Ama, açıkların finansmanı giderek farklılaşıyor.
Daha fazla borçlanarak açıkları sürdürebiliyoruz.
İleride, artan borçlarımıza ödeyeceğimiz faizlerle cari işlemler açığımızın büyümesine ek katkılar yaratıyoruz.
FİNANSMAN YAPISI DEĞİŞİYOR
Geçen yılın ağustos ayından bu yılın nisan ayına kadar cari işlemler açığımız toplam 32.4 milyar dolar oldu.
Bir önceki dönemde aynı aylar arasında (nisan 2007-ağustos 2006) cari işlemler açığımız 24 milyar dolardı. Yani, son dokuz ayda, piyasalar karıştıktan sonra cari işlemler açığı yüzde 35 arttı.
Toplam yurt dışı finansmanda kayda değer bir değişme olmadı.
Son dokuz ayda Türkiye yurtdışından net bazda 34.6 milyar dolar finansman sağladı.
Geçen yılın aynı döneminde sağlanan net finansman 36.1 milyar dolardı. Sorun, toplam finansman değil, finansmanın alt kalemleri.
Doğrudan yabancı yatırımcılar son dokuz ayda, geçen yılın aynı dönemini kapsayan dokuz aya göre, 18.4 milyar dolardan 12 milyar dolara geriledi.
Bu kalemden yaklaşık 6.5 milyar dolar daha az kaynak bulabildik.
Portföy yatırımları ise Türkiye ekonomisine ek dış kaynak sağlayan bir kalem olmaktan çıkıp yabancı yatırımcıların çıkışını finanse eden bir kalem oldu. Son dokuz ayda yabancılar net bazda 11.3 milyar dolar kadar portföy yatırımlarından çıktılar. Halbuki, geçen yılın aynı dönemine gelen dokuz ayda portföy yatırımları yoluyla yabancılar Türkiye ekonomisine 13.6 milyar dolar dış kaynak sağlamışlardı.
Sonuçta, büyüyen cari işlemler açığının finansmanının neredeyse tüm yükü bankacılık kesimi ile özel sektörün yurtdışından yaptıkları doğrudan borçlanmalarının üzerine bindi. Bu kesimler son dokuz ayda net bazda 33.9 milyar dolar borçlandılar. Geçen yılın aynı döneminde borçlanılan miktar 4 milyar dolardı. Borçlanmalarla hem cari işlemler açığını finanse ediyoruz hem de portföy yatırımlarından çıkan yabancı yatırımcıların paralarını ödüyoruz.
Yurtdışı finansman olanakları yapı değiştirdikçe, Merkez Bankası’nın döviz rezervi biriktirmesi de zorlaşıyor. Son dokuz ayda döviz rezervlerimiz 1.2 milyar dolar kadar artmış. Geçen yılın aynı dönemine gelen dokuz aydaki döviz rezervleri artışı 11.3 milyar dolardı.
ÖZEL SEKTÖR RİSKİ
Bankalar yurtdışından aldıkları mevduatlar ve doğrudan krediler yoluyla dış yükümlülüklerini artırıyorlar.
Artışın önemli bir bölümü uzun vadeli (vadesi bir yıldan fazla) borçlanmalardan geldi.
Aynı şekilde, özel sektör borçlanmalarının da hemen hepsi vadesi bir yıldan uzun krediler yoluyla oldu.
Bu çeşit kredilerin önemli bir bölümü bankaların verdikleri teminat mektubu karşılığında gerçekleşiyor.
Yurtdışında krediyi veren bankalar giderek yurtiçinde bankaları olan yabancı bankalar oluyor.
Değirmenin suyu akmaya devam ediyor.
Ama, daha ne kadar akacağı belirsiz.
Türkiye’de banka sahibi yabancı bankaların da frene basması durumunda değirmenin suyu oldukça azalabilir.
Bu anlamda, özel sektörün risk profili giderek öne çıkıyor.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2008
ENFLASYON hedeflemesi yaklaşımı, başarılı olduğunda, fiyat istikrarını tesis etmede merkez bankalarına hem zaman hem de itibar kazandırır. Ama, başarısız olduğunda, tüfekteki tek kurşunun boşa harcanması gibi olur. Türkiye’de enflasyon hedeflemesine geçilmesinin doğru bir yaklaşım olup olmadığını bu aşamada tartışmanın bir anlamı yok.
Çeşitli değerlendirmeler sonucunda bu politikanın uygulanmasına karar verildiğine göre, bundan sonra hangi Merkez Bankası idaresi ya da hangi hükümet olursa olsun, bu politikanın başarıyla yürütülmesinden başka bir seçeneği yok, olmamalıdır da.
Enflasyon hedeflemesine alternatif başka politikaları gündeme getirmek bu aşamada yarardan çok, zarar getirir.
Enflasyonla mücadeleyi, eğer ciddiyetle yaklaşılıyorsa, çok büyük ölçüde sakatlar.
Dolayısıyla, bu politikanın başarılı olması şarttır.
OLANAKSIZ DEĞİL
Enflasyon hedeflemesi macerasının ilk devresi hüsranla bitti.
Hedeflenen enflasyon yıllar itibariyle 2007 yılına kadar düşürüldüğü halde, gerçekleşen enflasyon 2004 yılı ortasında yüzde 7’ye kadar düştükten sonra çok ciddi bir katılık gösterdi, artma eğilimine girdi.
Hedefin yıllık yüzde 4 olduğu bir yılda, enflasyon çift haneye geldi.
Hedefin ekonomik birimlere yol gösterici olma işlevi kayboldu.
Ekonomik birimler gözünde bu politika hiçbir zaman çalışmamış oldu.
Enflasyonun neden hedeflenen düzeyin bu denli üzerinde gerçekleşmesinin birçok nedeni sıralanabilir.
Ama, hiçbir neden, gelinen noktada yüzde 4 hedefi koruyarak enflasyon hedeflemesi politikasından beklenen yararın sağlanabileceği yönünde bahane yaratamaz.
Bu açıdan, enflasyon hedefinin değiştirilip konuya yeni bir başlangıç yapılması doğru olmuştur.
Birinci devre bitmiştir, ama maç bitmemiştir.
Bu son şanstır.
Bundan sonra da gerçekleşen enflasyon ile hedeflene arasında büyük farklar oluştuğunda, hedef değiştirilerek enflasyonla mücadelenin devam edeceği masalını kimse dinlemez.
Bu politika ekonomik birimler gözünde iflas etmiş demektir.
Türkiye daha uzun yıllar enflasyonla boğuşacak anlamına gelir.
Belki, şimdi dahi böyle düşünenler vardır.
Ama, böyle düşünenlerin görüşlerinin, en azından şimdilik, Merkez Bankası’nın taviz vermez bir duruş sergilemesiyle değiştirilebilmesi de mümkün görünüyor.
BAŞARI ŞART
Bugünkü şartların Merkez Bankası’na yardımcı olduğu iddia edilemez.
Aksine, şartlar oldukça olumsuzdur.
Yine de, Merkez Bankası başarılı olmak zorundadır.
O halde, Merkez Bankası çok daha kararlı, çok daha sert, çok daha çabuk ve çok daha taviz vermez bir görünüm sergilemek zorundadır.
İşin, hafife alınacak, şaka kaldırır tarafı kalmamıştır.
Merkez Bankası bu yöndeki tutumuyla kendi itibarının peşinde değil, Türkiye’nin fiyat istikrarı yolundaki mücadelesinde hedefe hiç bu kadar yakın olunamamışken, kazanımların kaybedilmemesine çalışacaktır.
Enflasyon hepimizin sorunudur, en çok da dar gelirli sabit gelirli ekonomik birimlerin sorunudur.
Eğer siyasi otorite dar gelirli, sabit gelirli toplum kesimlerinin durumlarını kalıcı bir biçimde düzetmenin yollarını arıyorsa, Merkez Bankasına tüm gücüyle destek vermelidir.
Bir atımlık kurşunumuz vardı.
Onu da kullandık.
Bu kez kurşunun hedefin yakınlarına düşmemesi, ekonomik istikrarı değil, istikrarsızlığı gündeme getirecektir.
Bu nedenle Merkez Bankası üzerinden siyaset yapma alışkanlığını bırakmalıyız.
Son şansımızı kısa vadeli bakış açısıyla heba etmemeliyiz.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2008
SEÇİMLERDEN önce döviz kurlarının yükselmesi gereğini öne sürerek hükümette Merkez Bankası’na çatma görevi dış ticaretten sorumlu Devlet Bakanı tarafından yürütülüyordu. Şimdi, nöbeti Sanayi Bakanı devir aldı. Sanayi Bakanı piyasada para olmadığından hareketle Merkez Bankası’nın para basması gerektiği savunuyor. Yalnızca Merkez Bankası’nın uyguladığı politika eleştirilmiyor.
Merkez Bankası’nın hükümetle inatlaştığı iddia ediliyor.
Daha da ileri giderek bu inatlaşmanın ardında Merkez Bankası Başkanı’nın psikolojik durumu masaya yatırılıyor.
Kısacası, çok teknik bir konuda eleştiri düzeyi olabildiğince düşürüldü.
Yakışmıyor.
İNATLAŞMA
Merkez Bankası hükümetle inatlaşıyor mu?
İnatlaşması için Merkez Bankası ile hükümetin farklı hedefleri olup farklı politikalar uygulayarak Merkez Bankası’nın hükümetin ayağına basmaları gerekiyor.
Merkez Bankası enflasyon hedeflemesi doğrultusunda bir para politikası uyguladığını iddia ediyor.
Hedeflenen enflasyon yalnızca Merkez Bankası tarafından belirlenen bir büyüklük değil.
Enflasyon hedefi Merkez Bankası ile hükümetin ortak belirlediği bir rakam.
Dolayısıyla, hedeflerde bir çelişki olamaz, olmaması gerekir.
Bir inatlaşma söz konusuysa, Merkez Bankası’nın hükümetle inatlaşması değil, kamu zamlarını biriktirip topluca zam yapmasıyla, maliye politikalarını gevşeteceği sinyalleri vermesiyle, mali aflar çıkarıp popülist politikalara yöneldiği izlenimi vermesiyle, "IMF’den kurtulduk" havası yaratmasıyla hükümetin Merkez Bankası ile inatlaşması söz konusu olabilir.
Yani, gerçek tam tersi gibi görünmektedir.
Bu çeşit yaklaşımlarla hükümetin gerçekten fiyat istikrarına yönelik bir hedef için çalışmak istemediği de anlaşılabilir.
Merkez Bankası para basarak piyasadaki para yokluğunu giderebilir mi?
Bu sorunun bilimsel yanıtı tüccar mantığı ile bulunan çözümlerle hiç uyuşmaz.
Tüccar yaklaşımı ile "piyasada para yok" dendiğinde, ekonomik birimlerin kendilerini kastıkları anlaşılır.
Yatırım yapanlar yatırımlarını kısarlar ya da tümden ertelerler.
İnsanlar eskisi kadar tüketim yapmazlar.
Borçlu olanlar borçlarını mümkün olduğunca geç ödemeye çalışırlar.
Eskiden peşin alım yapanlar veresiyeye dönerler.
Alacak vadeleri uzar.
Borç ödemek yerine cepte para ile dolaşmak tercih edilir.
Bütün bunların piyasadaki para miktarı ile hiçbir ilgisi yoktur.
BAS PARAYI
Sorunu gidermek için Merkez Bankası’nın daha fazla para basıp piyasaya vermesi de bir işe yaramaz.
Piyasaya giren ek para da yine ekonomik birimlerce bir kenara konur.
İşler düzeldiğinde, basılan paralar enflasyon olarak geri döner.
Sorunun çözümü ekonomik birimlerin ileriye dönük beklentilerini olumluya çevirmekten geçiyor.
Merkez Bankası’nın para basması beklentileri iyileştirmez, aksine daha da bozar.
Merkez Bankası’na çatarak siyaset yapmak artık geride kalmalı.
Fiyat istikrarını tesis etmek istiyorsak, para politikasının yakasını bırakmalıyız.
Eleştiriler para politikasının yeterince fiyat istikrarına odaklanmadığı için olmalı.
Bütün bu tartışmalar düşük enflasyonla yaşamakta zorlandığımızın en belirgin kanıtı.
Hükümetin bazı üyeleri de bu olgunun sözcülüğünü yaparak aslında üyesi oldukları hükümete uyguladıkları ekonomi politikaları konusunda itibar kaybettiriyorlar.
Bindikleri dalı kesiyorlar.
Beklentileri daha da bozuyorlar.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2008
İstikrara yönelik ekonomi politikaları ne denli ciddiyetle ve kararlılıkla uygulanırsa uygulansın, finansal piyasalarda istikrar olmadan bu politikalar sürdürülebilir olamazlar ve kendilerinden bekleneni veremezler. Finans piyasalarının istikrarı ekonomi politikalarının en önemli alt yapısıdır. Finansal istikrarsızlık piyasalarda oluşan kur ve faiz gibi fiyatlarda oynaklık ve belirsizlik demektir. Bu fiyatlardaki belirsizlikler yatırım kararlarını alt-üst eder. Finansal yatırımcıların ufku kısalır. Yatırımlar finans piyasasından çıkma eğilimine girer. Likidite daralır. Çünkü, tüm ekonomik birimler likit almak isterler. Bu yolla likidite daralması merkez bankalarının para basarak da çözemeyeceği bir olgudur.
GERÇEĞİ KABUL ETMEK
Son haftalarda finans piyasalarında çok dikkat çekici gelişmeler yaşanıyor. Hazine iç piyasada döviz üzerinden yaptığı borçların vadesi gelen kısmını geri ödemek için döviz üzerinden borçlanmak istedi. Ödeyeceği toplam döviz borcunun yaklaşık dörtte biri kadar borçlanabildi. Yani, yatırımcılar Hazine’de borç verdikleri dövizleri geri aldılar, ama aldıkları paranın çok az bir kısmını yeniden Hazine’ye borç vermek istediler. Dövizin üzerine yattılar.
Geçen hafta Hazine yaklaşık bir buçuk yıl vadeli daha öncede aynı vadede ihraç edilmiş bono satmak istedi. Gelen talep kötü sayılmazdı, ama faizi yüksekti. Yüksek faize rağmen, bonoyu alanlar hemen satma eğilimine girdiler. Bononun fiyatı daha da düştü, faizi daha da yükseldi. Yatırımcılar parada kalmak istediler. Piyasada tedirginlik arttı.
Uzun süredir Hazine borçlanmasının haber değeri kalmamıştı. Hazine ayda üç-dört kez borçlanma ihaleleri yapıyor. Geçmişte de büyük miktarda Hazine borç ödemeleri söz konusu olmuştu. Hiçbiri haber olmadan Hazine tarafından yeniden borçlanılabilmişti. Bu kez öyle olmadı. Hazine borçlanmaları ekonomiyle ilgilenen ya da ilgilenmeyen herkesin dikkatini çekmeye başladı. Bunu bir ikaz sinyali olarak almak gerekiyor.
Yatırımcılar daha düşük vadelerde Hazine’ye sabit faizli borç vermek istiyorlar. Eğer borcun faizi değişkense, faiz değişikliklerinin daha kısa aralıklarda olmasını tercih ediyorlar. Örneğin, altı ayda bir yerine üç ayda bir faiz ödemeli değişken tahvillere yatırım yapmak istiyorlar. Faizlerin daha da artacağının beklendiği bir ortamda, yatırımcılar düşük faizle yatırım yapmak istemiyorlar ya da ellerindeki tahvillerin değerinin düşmesiyle zarar edecek pozisyonlara girmekten kaçınıyorlar.
Şimdilik Hazine’nin borçlanamama gibi bir sorunu yok. Ama, piyasanın değişen tercihleri doğrultusunda değil de, son üç yıldır alışıldığı gibi giderek artan vadelerde sabit ya da sık olmayan aralıklarda faizleri değişebilen değişken faizli borçlanmalarda ısrar edilirse, Hazine bir noktada borçlanmada da zorlanabilir. Durumu kabullenmek zorundayız.
SİNYALLERİ OKUMAK
Son beş-altı yıldır Hazine’nin borç idaresindeki performansı her türlü takdirin üzerindedir. İç borçlar giderek YTL ağırlıklı olmaya başladı. Vadeler uzadı. Kısacası, Hazine, piyasanın sindirebileceği borçlanma senetlerini sindirebileceği miktarlarda vererek piyasalarda tansiyon yaratmadı. Aksine, bazen piyasayı aç bırakarak, piyasa dışı etkenler ayak bağı olmadığı sürece borçlanma faizlerinin düzgün bir biçimde düşmesini sağlayabildi.
Piyasalardan şimdi gelen ikaz sinyalleri çok hoş değil. Sinyallerin oluşması Hazine’nin bugüne kadar geçmişe göre farklı bir tavır takınmasından değil, makro ekonomik ortamın giderek bozulmakta olduğu yönünde yatırımcılar arasında yaygınlaşan izlenim.
Bu ikaz sinyalleri, piyasaların istikrarı açısından, enflasyon görünümünün düzelmesinin ve kamu finansman dengesinin enflasyon görünümüne destek vermesinin ne denli önemli olduğunu vurguluyor. Piyasalardaki her olumsuzluğu siyasi etkenlere bağlamak ikaz sinyallerini doğru algılamamak olur.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2008
ENFLASYONLA mücadelede para politikasının önemi yadsınamaz. Ama, kalıcı fiyat istikrarının tesisi için dönemsel olarak para politikası kadar, hatta daha da önemli unsurlar olabilir. Bunlardan biri de kamu kuruluşlarının ürettiği mal ve hizmetlerde fiyatlandırma davranışıdır. Eskiden kalma bir alışkanlığımız var. Kamu sektörü elinden geldiğince fiyat ayarlamaları yapmaktan kaçınır. Gerekli fiyat ayarlaması yapmayarak enflasyon yaratmadığını, hatta enflasyonu kontrol ettiğini düşünür. Zararlar birikir.
Zararlar banka borçlanmaları ile finanse ediliyorsa, borçların faiziyle beraber kurumun borçluluğu hızla artar. Zararlar Hazine tarafından finanse ediliyorsa, bu kez Hazine’nin borçlanma ihtiyacı artar. Sonuçta, fiyat ayarlamaları yapmayarak kamunun tek yapabildiği borçluluğunu artırmaktır. Bıçak kemiğe dayandığında, yüklüce zamlar yapılır. Zararlar hafifletilir. Enflasyon fırlar. Hiçbir açıdan buna strateji denemez.
BİRİKTİRME ÇÖZÜM DEĞİL
Elektrik fiyatlarında 2002 yılından bu yılın başına kadar bir ayarlama yapılmamıştı. Yapılan hesaplamalara göre, elektrik kullanıcılarına bu yolla on milyarlarca YTL kaynak transferi yapıldı. Aktarılan kaynak nereden bulundu?
Elektrik sektöründeki kamu kurumları ya doğrudan borçlandılar ya da Hazine’den yardım aldılar. Nasıl finanse edilirse edilsin, devletin borçluluğu elektrik kullananlara aktarılan kaynak kadar arttı. Bıçak kemiğe dayandı. Yılbaşında elektrik fiyatları yüzde 20 civarında artırıldı. Yetmedi. Şimdi, elektrik fiyatının yeniden yüzde 10’un üzerinde artırılacağı konuşuluyor.
Zam yapmayarak, zam yapmanın olumsuz iktisadi etkileri azaltılamıyor. Aksine, zam yapmamanın maliyeti daha ileride katlanarak karşımıza çıkıyor. Olumsuzlukları asgariye indirmek için iki önemli unsuru bir arada düşünmek zorundayız.
Birincisi, gerekli fiyat ayarlamalarını biriktirip topluca zam yapmaktan kaçınmalıyız. Gerekli fiyat ayarlamalarını zamana yayarak gerçekleştirmeliyiz. Örneğin, elektrikte fiyat ayarlamasını bu yılbaşı değil de, 2003 yılından bu yana küçük miktarlarda yapmış olsaydık, hem milyarlarca YTL kaynak aktarımı söz konusu olmayacaktı, hem de 2008 yılı enflasyonu bu denli olumsuz etkilenmeyecekti.
ZAM İHTİYACI DUYMAMAK ÇÖZÜM
Enflasyonla hafızası çok uzun zamana dayanan ekonomilerde enflasyon beklentilerinin gerçekleşen enflasyon üzerindeki etkisi çok daha güçlü oluyor. Gerçekleşen enflasyonun enflasyon beklentilerini şekillendirmede de önemi küçümsenemez. Toplu zamlar yaparak gerçekleşen enflasyonu zıplatmak enflasyon beklentilerini de bozuyor. İlerideki enflasyon gerçekleşmelerini de esir alıyor.
Kamu sektörü toplu zam yapma adetinden vazgeçmelidir. Ama, daha da önemlisi, kamu sektörü ortalama enflasyonun üzerinde zam yapma ihtiyacı içinden kurtulmalıdır. İktisadi verimliliğe önem vermelidir. İstihdam politikasını verimlilik üzerine oluşturmalıdır. Üretim teknolojilerini aynı bakış açısıyla gözden geçirmelidir.
Esas olan, zam yapmamak değil, zarar üretmeden zam yapmak zorunda kalmamaktır. Kalıcı fiyat istikrarı için uygulamamız gereken stratejilerden biri budur.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2008
YURTİÇİ ve dışındaki belirsizlikler doğal olarak tüm ekonomik birimleri "bekle-gör" konumuna itiyor. Yatırım ve tüketim talepleri ertelenebilecek cinstense, erteleniyorlar. Mali yatırımların vadeleri kısalıp likidite tercihleri değişiyor. Durum daha da kötüleşebiliyor.
2008 yılının ilk yarısı belirsizlikler içinde geçiyor.
Yurtiçindeki siyasi belirsizlikler zaten iyimser olmayan ortamı biraz daha karartıyor.
Kısacası, ileriye dönük iyimser olabilmek için fazla bir ipucu bulunamıyor.
Sonuçta, herkes şikayetçi oluyor.
ÜRETİM ARTIYOR
Esnaf ve tüccarlar şikayetçi.
Mal satamadıklarından, mal satsalar parasını alamamaktan şikayetçiler.
Sanayiciler şikayetçi.
Talep yok diyorlar.
Girdi fiyatları artıyor, maliyet artışlarını fiyatlara yansıtamadıklarından şikayet ediyorlar.
Ücret ve maaşla geçinen çalışanlar şikayetçi.
Enflasyon yüzde 10 dendiği halde, gıda fiyatlarındaki yüzde 20’leri aşan artışlara, kiralara yapılan zamlara ücret ve maaş artışlarının yetişemediğinden şikayet ediyorlar.
Çiftçiler şikayetçi.
Onların deyimiyle ürettikleri mal para etmezken, mazot ve gübredeki fiyat artışlarına dayanamamaktan şikayetçiler.
Bazen ürün tarlada kalıyor.
Bugünlerde iktisadi açıdan hayatından memnun olan bir kesim bulmak zor.
Hayatından memnun olanlar dahi, memnun görünseler yanlış anlaşılır düşüncesiyle şikayetçi olmayı tercih ediyorlar.
Bütün bu şikayetlere kulak verip rakamları izlemeyenler Türkiye ekonomisinin battığı izlenimi edinebilirler.
Halbuki, rakamlar farklı şeyler söylüyorlar.
Yılın ilk dört ayında, geçen yılın aynı dönemine göre imalat sanayi üretimi ortalama yüzde 4.8 arttı.
Geçen yıl aynı dönemde aynı bazda üretim büyümesi yüzde 6.4 olmuştu.
Dolayısıyla, imalat sanayinde üretim artışı yavaşladı, ama üretimde küçümsenmeyecek bir artış nisan ayı itibariyle hala devam ediyor görünüyor.
Tarım üretimi geçen yıla göre daha iyi olacak gibi görünüyor.
Ülkenin batı tarafında tarım üretimi kendini toparlarken, özellikle GAP bölgesinde tarım üretiminin o denli iyi olmadığı konuşuluyor.
Ama, toplam tarım üretiminin bu yıl geçen yıla göre yüzde 10’a yakın artması şaşırtıcı olmayacak gibi görünüyor.
Yılın ilk dört ayında geçen yılın aynı dönemine göre ortalama elektrik üretimi artışı yüzde 8.6 oldu.
Bu elektriği birileri kullanıyor. Tümünü toprağa ya da havaya vermiyoruz herhalde.
Çok fazla bilgimiz olmasa da, hizmetler sektörü üretimi de büyümeye devam ediyor.
Büyük bir olasılıkla büyüme geçen yılki düzeylerin altında.
YAVAŞLAYAN BÜYÜME
Kısacası, ekonomide üretim artışı geçen yılın altında da olsa devam ediyor.
Üretim artışının yarattığı ek katma değer düşme eğiliminde olsa da, üretim artışının milli gelire de olumlu etkisi olacaktır.
Tarım sektörünün yarattığı katma değerin yüzde 10 büyümesi, milli geliri yaklaşık yüzde 1.5 artıracaktır.
Diğer sektörlerle beraber, bu yıl milli gelir büyümesi yüzde 4 civarında olacak gibi görünüyor. Bu şartlarda bu performans küçümsenemez.
Yurtdışından kaynak akışında bir sıkıntı şimdilik gözlenmiyor.
Yatırım ve ara mallar ithalatı artarak devam ediyor.
Cari işlemler açığı da artarak devam edebiliyor.
Yurt dışından kaynak bulmakta zorlandığımızda, ekonomik büyüme konusunda kaygılanmaya başlamalıyız.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2008
PARA politikasının en önemli aracı olarak Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri artırıp artırmayacağı konuşuluyor. Ama, aslında ekonomik dengeler için önemli olan faiz, orta-uzun vadeli faizlerdir.
Merkez Bankası elindeki kısa vadeli faiz aracıyla aslında uzun vadeli faizlere ve dolayısıyla enflasyon beklentilerine yön vermeye çabalar.
Para politikası faizi Merkez Bankası’nın bankalardan kısa vadeli borçlanmasının ya da bankalara verdiği kısa vadeli borçların faizidir.
Merkez Bankası faiziyle piyasada gözlenen mevduat ya da Hazine bonosu faizleri arasında mutlaka bir ilişki vardır.
İkisinin ters yönde gidebildiği dönemler de vardır.
FAİZLERE BASKI
Son aylarda Hazine bonosu faizleri dikkat çekici bir artış eğilimine girdi.
Yurtdışı piyasaların bizim gibi gelişmekte olan ülkelere bakış açısının eskisi kadar olumlu olmayışı bu eğilimde rol oynadı.
Türkiye ekonomisine yönelik olarak enflasyon beklentilerinin giderek bozulması da Hazine bonosu faizlerini artıran bir başka etken oldu.
Maliye politikalarındaki gevşeme sinyalleri rahatsızlık yarattı.
Siyasi ve ekonomik belirsizlikler de bono faizleri artışında önemliydi.
IMF ile ilişkilerdeki belirsizlikler olumlu olmadı.
Merkez Bankası geçen yılın eylül ayında enflasyon görünümü çok iyi diye para politikası faizlerini düşürmeye başladı.
O dönemde Merkez Bankası bu yılın sonunda enflasyonun hedeflenen yüzde 4’ün altına dahi düşebileceği tahminleri yapıyordu.
Yaklaşık iki yıl vadeli gösterge diye tanımlanan Hazine bonosu faizi yüzde 16 civarına kadar düştü.
Ama meğerse, gerçek resim çok farklıymış.
Merkez Bankası faizleri düşürürken, farklı dinamiklerle Hazine bonosu faizleri artma eğilimine girdi.
Yılın başında Merkez Bankası tahminlerini yukarı yönde güncelledi.
Geçen ay, tahminler bir kez daha yukarı yönde güncellendi.
Bu süreçte, Hazine bonosu faizleri artmaya devam etti.
Gelinen noktada, önümüzdeki üç yıl için enflasyon hedefini yukarı çeken Merkez Bankası para politikası faizlerini artırma eğiliminde olduğu sinyalini verdi.
Hazine bonosu faizleri artmaya devam etti.
Gösterge Hazine bonosu faizi yüzde 22 civarına geldi.
2006 yılından bu yana bazı dönemlerde ufak oynamaların dışında, ilk kez Hazine bonosu faizlerindeki artışlar mevduat faizleri üzerine de bu denli baskı yapmaya başladı.
Mevduat faizleri de kaçınılmaz olarak sessiz sedasız artma eğilimine girdi.
Bankalarla iyi pazarlık edebilen müşteriler dahi hazine bonosundan mevduata göre daha iyi getiri alabilme durumuna geldi.
Mevduat faizleri üzerine baskı önümüzdeki dönemde daha da artacak gibi görünüyor.
KONUMU DEĞİŞİYOR
Bozulan enflasyon görünümü karşısında enflasyonla mücadelede çok ciddi olduğunu göstermek için önümüzdeki dönemde Merkez Bankası para politikası faizlerini daha da fazla artıracak gibi görüyor.
Dış şartlar ve iç siyasetteki gelişmelerden etkilense de, para politikası faizlerinin artması Hazine bonosu ve mevduat faizleri üzerine de baskı yapacak.
Faizlerde toplu bir artış söz konusu olabilecek.
Geçmişte yüksek faizlerden şikayet ediliyordu.
Önümüzdeki dönem geçmişte şikayet ettiğimiz dönemi arar hale gelebileceğiz.
Şartlar olumluya döndüğünde ise orta-uzun vadeli faizlerle enflasyon beklentilerini yönlendirebilme açısından Merkez Bankası önemli bir avantaj elde edebilecektir.
Çok uzun süredir piyasadan borçlanma durumunda olan Merkez Bankası son dönemde piyasaya borç veren bir merkez bankası konumuna geldi.
İlerisi için bu konum piyasaları yönlendirebilme açısından önemli bir avantajdır.
Kısa dönemde ise Merkez Bankası’nın politika faizlerindeki değişmelerin "açıklama etkisi" daha fazla olacaktır.
Yazının Devamını Oku