13 Eylül 2004
<B>MERKEZ Bankası </B>geçen hafta içinde para piyasadan borçlanma faizini iki puan düşürdü. Piyasa şaşırdı. Ama, ‘<B>Allah bereket versin</B>’ dedi. Birkaç ay evvel de Merkez Bankası’nın faizleri indirmesi bekleniyordu. Hatta, bu konuda piyasalardan baskı geliyordu. Ardından, cari işlemler açığının önlenemez yükselişi piyasaları az da olsa tedirgin etmeye başladı.
Özellikle, IMF’nin bu konuda bir şeyler yapılması gerektiği konusundaki beyanları piyasaların dikkatinden kaçmadı. Kredi derecelendirme kuruluşlarının uyarıları da cari işlemler açığının önlenemez yükselişinin göz ardı edilemeyeceği izlenimini verdi.
Her şeyden önemlisi, Merkez Bankası’nın kamuoyu ile paylaştığı çeşitli görüşleri arasında cari işlemler açığının sürdürülebilme riski ve iç talepteki genişleme konularında ‘seçici önlemlerin’ gündeme gelmesi gerektiği konusundaki uyarıları bir faiz indirimi olasılığını neredeyse sıfıra indirmişti. Çünkü, ‘seçici önlemlerin’ alternatifi faizlerin yükseltilmesiydi. Bu yönde de bir işaret verilmişti.
Tam bu noktada, Merkez Bankası faizleri indirdi. Merkez Bankası’nın faiz indiriminin nedenlerini açıklayan görüşleri kafaları karıştırdı. Daha önce kamuoyu ile paylaşılan görüş ve kaygılar devam ediyorsa, neden faiz indirimine gidildi. Daha önceki görüşler değiştiyse, neden açıkça değişen görüşlerin vurgulanmasından kaçınıldı. Aksine, ‘seçici önlemler’ paketine yeniden gönderme yapıldı.
Faiz indiriminin siyasi baskılar sonucunda gerçekleştiği izlenimi piyasada oldukça yaygın. Piyasa, geçmiş raporlarla karşılaştırıldığında, rapora da, eyleme de bir anlam veremedi. Kısacası, zamansız bir faiz indirimi olduğu görüşü ağırlık kazandı. Faiz indiriminin hemen arkasından Başbakan’ın ve Hazine’den sorumlu Bakan’ın da alkış tutması bu izlenimi daha da güçlendirdi.
Acaba, yangına körükle mi gidiliyordu?
Çok kritik bir dönemde Merkez Bankası çok cesur bir karar aldı. Karar çok cesurdu, çünkü, aldığı kararla, daha önce dile getirilen riskler ve kaygılar gerçekleştiğinde, Merkez Bankası ileride (belki de çok yakında) faizleri artırmak zorunda olduğunu biliyor ve böyle bir kararı çekinmeden alacağını zımni olarak beyan ediyor.
Eğer böyle bir kararlılığı yoksa, Merkez Bankası ileride oluşabilecek ekonomik çalkantılara seyirci kalmak zorunda kalacaksa, ekonomi çok büyük risklerin içine atılıyor demektir. Yani, yangına körükle gidiliyor demektir. Merkez Bankası böyle bir riski almayacağına göre, faizler konusunda yeniden şaşırmaya hazır olmalıyız.
Bütün bu belirsizlikler içinde şaşırtıcı diye nitelendiren faiz indirim kararı bir başka önemli konuyu da gündeme getirmektedir. Genelde para politikası, özelde faizler konusunda Merkez Bankası’nın aldığı kararlar kurumsallaşmak zorundadır.
Aksi taktirde, hangi yönde olursa olsun, Merkez Bankası’nın alacağı faiz değiştirme kararları, haklı ya da haksız, spekülasyon konusu olacaktır. Kararlılığın ya da kararsızlığın nedenleri başka yerlerde aranacaktır.
Bir başka yazıda bu konuya daha ayrıntılı gireceğim.
Büyüme yüzde 10’a yaklaşıyor
YILIN ilk yarısında imalat sanayi üretimi geçen yılın aynı dönemine göre ortalama yüzde 14.3 arttı. Geçen yıl aynı dönemdeki artış bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 7.6 olmuştu. Yani, geçen yıla göre bu yıl imalat sanayi endeksindeki artış neredeyse ikiye katlanmış durumda.
Bu yılın temmuz ayı itibariyle, on iki aylık imalat sanayi üretimi artışı geçen yılın aynı dönemine göre ortalama 12.9 arttı. Yılın geri kalan kısmında imalat sanayi üretimi geçen yıla göre hiç artmasa dahi, yıllık ortalama bazında imalat sanayi üretimindeki artış 2004 yılında yüzde 8 olacak.
Geçen yılla karşılaştırıldığında, hizmetler sektöründeki üretim artışı da bu yıl oldukça fazla. İthalat verileri baz alınarak bakıldığında, ticaretteki büyümenin oldukça yüksek olduğu anlaşılıyor. Yılın ilk yarısında ticaretteki büyüme ortalama yüzde 17.8 oldu.
İnşaat sektöründe belli bir canlanmanın olduğu gözle görülebilir hale geldi. İnşaat sektöründeki büyüme yılın ilk yarısında ortalama 1.4 olduğu halde, yılın ikinci yarısında inşaat sektöründe büyümenin hızlanması şaşırtıcı olmayacaktır.
Tarım sektöründeki üretim değişmesini tahmin etmek en zor işlerden biridir. Ama, veriler bu yıl tarımda da belli bir büyümenin olacağına işaret etmektedir.
Milli gelir istatistiklerine göre, Gayri Safi Milli Hasıla yılın ilk üç ayına göre ikinci üç ayda hızlanmış ve yılın ilk yarısında ortalama yüzde 13.5 büyümüştür. Yılın ikinci yarısında milli gelirimiz geçen yılın aynı dönemine göre aynı kalsa dahi, 2004 yılında Gayri Safi Milli Hasıla büyümesi yüzde 6 civarında olacaktır. Yılın ikinci yarısında son dört yılın mevsimsel eğilimlerinin bir ortalaması alındığında ise, milli gelir büyümesi bu yıl yüzde 12’nin üzerinde olabilecektir.
Dolayısıyla, 2004 yılında milli gelirimizin yüzde 10’a yaklaşması hatta yüzde 10’u geçmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Ekonomik büyümenin sektörler genelinde yeknesak olmadığı iddia edilse de, bu yargı çok doğru değildir. Deri ve tütün mamulleri dışında, imalat sanayindeki bütün sektörlerde geçen yıla göre bir üretim artışı söz konusudur. Üretim artışları basım-yayın, makine ve teçhizat, büro malzemeleri, radyo-TV ve taşıt sektörlerinde çok daha belirgindir. Bu sektörler üretimlerini neredeyse yüzde 50 artırmışlardır.
Bu denli bir ekonomik büyüme, ekonomik büyümenin getirdiği ithalat talebiyle beraber ithalattaki artış ve sonuçta cari işlemler açığındaki artış, buna karşılık, faizlerin düşürülmeye çalışılması enflasyonla mücadele edilen bir ortamda birbiriyle tutarlı makro ekonomik bir görünüm sergilememektedir.
Belki henüz yangın çıkmadı, ama elimizde körük, daha fazla havayla karışık gaz vermeye devam ediyoruz. Ortalarda bir kıvılcım oluşturmamaya çok dikkat etmemiz gereken bir dönemden geçiyoruz.
Enflasyon düşmekte zorlanıyor
AĞUSTOS ayı fiyat istatistikleri verileri, biraz da petrol fiyatlarındaki artışın etkisiyle, enflasyondaki düşüşün durduğuna, hatta enflasyonun biraz yukarı tırmandığına işaret ediyor.
Özellikle, özel sektör imalat sanayi fiyat artışları dikkat çekicidir. Bu endeksteki artışın tümünü petrol fiyatlarının artışına bağlamak yanlış olur. Toptancı-perakendeci arasındaki fiyatlandırma yarışının etkileri de görülmektedir.
İç talep genişlemesinin fiyat endeksleri üzerindeki etkileri ihmal edilebilecek bir konu değildir. İç talepten gelen enflasyonist baskıyı sonbahar aylarıyla beraber çok daha rahat görebileceğiz.
Bu yılki enflasyon hedefini tutturmak bir sorun olmaktan çıkmıştır. Ama, gelecek yıl sonu yüzde 8’lik bir enflasyon hedefini tutturmak bugünkü makro ekonomik şartlarda çok zor görünmektedir. Bu konuda kararlı davranılıp enflasyonun daha aşağılara çekilmesi mümkün olmadığı zaman enflasyonun başını yukarı kaldırmasına şaşırmamamız gerekecektir. Enflasyonda yüzde 10 eşiğini aşmak kolay olmayacaktır.
Bu yılın son dört ayında gerçekleşecek enflasyon gelecek yılki enflasyonun nasıl şekillenebileceği konusunda bizlere iyi bir fikir verecektir. Ama, yaz aylarında gerçekleşen enflasyon oranları beklenenin üzerinde, hatta bu yılın ilk dört ayında gözlenen eğilimlerin üzerinde olmuştur.
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2004
<B>Rekabeti </B>şekillendiren önemli unsurlardan biri <B>teknoloj</B>i ve teknolojinin gerektirdiği <B>ölçek ekonomisidir</B> denebilir. Teknoloji, belli bir fiyat düzeyinde, üretimde ortalama ve marjinal maliyet yapısını belirler. Dolayısıyla, azami kar elde edilebilecek ölçek de bu yolla ortaya çıkmış olur.
Bir piyasada ne kadar çok firma varsa rekabet o kadar fazladır diye bir inanç vardır. Bu inanç genellikle üretim teknolojisini ve teknolojinin mecbur kıldığı ölçek ekonomisini ihmal eder. Bazen, ölçek ekonomisi çok az firmanın bir piyasada hayatta kalmasına neden olabilir. Bu sonuç, çok rahatlıkla rekabetin sonucu olabilir.
BÖL-BİRLEŞTİR
1970’li ve 1980’li yıllarda dünyada çeşitli piyasalarda serbestleşme (liberilizasyon) moda olmuştu. Serbestleşme, yalnızca çeşitli düzenlemeleri gevşetmek olarak değil, aynı zamanda, piyasadaki firmaların küçülmesi ve sayılarının artması olarak da algılandı. Uygulama bu bakış açısıyla şekillendi.
Gelişmiş ülkelerin bazılarında, bir çok piyasada bir çok dev firmanın bölünmesi gündeme geldi. Özellikle, telekomünikasyon alanında firmalar bölündü. Hava yolu taşımacılığında yeni firmalar piyasaya girdiler. Düzenlemeler gevşetildi. Yeni firmaların piyasaya girmelerine hem izin verildi hem de teşvik edildi.
Uluslararası rekabeti, teknolojiyi ve teknolojinin getirdiği ölçek ekonomisini ihmal eden bu uygulama çok başarılı oldu denemez. Düzenlemelerin yumuşatılması ya da bazı durumlarda tamamen kaldırılması rekabeti elbette yoğunlaştırdı. Ama, yoğunlaşan rekabetle teknolojinin mecbur kıldığı ölçek ekonomisi çok sayıda küçük firmaların olduğu bir piyasayı değil, az sayıda büyük firmaların olduğu bir piyasayı zorunlu kıldı. Dev firmalardan üreyen ufak ölçekli firmalar zarar ettiler. Bazıları piyasadan silindi.
Bir anlamda, rekabet, piyasadaki firma sayısının azalmasının da ana nedeni oldu. 1990’lı ve 2000’li yıllar birleşme ve satın almaların yoğunlaştığı bir dönem oldu. Küresel rekabet bir çok piyasada şirket sayısının azalmasına neden oldu.
Bir ülkede bir telefon şirketi varken, çok daha fazla telefon şirketinin olması hedeflendi. Sonuçta, birden fazla ülkede bir telefon şirketi ile yaşamak durumunda kalındı. Gelinen nokta rekabet açısından bir başarı olarak dahi algılandı!
Aynı şekilde, küresel rekabetin yoğunlaşması ve iletişim teknolojisinin gelişmesiyle, bankacılıkta da benzer bir eğilim belirdi. Uluslararası rekabetin içindeki bankalar kendi ölçekleri içinde rekabetçi olamadıkça birleşme ve satın almalar yoluyla büyümek zorunda kaldılar. Son yıllarda dünyanın en büyük bankaları sıralamasının çok sık değişmesinin nedenlerinden biri budur.
Demir,çelik endüstrisinde ya da bilgisayar yazılımları konusunda rekabeti savunma adına firmaların büyümesini dikkatle izleyen rekabet otoriteleri telekomünikasyon, hava taşımacılığı ve bankacılık gibi alanlardaki görünürdeki oligopolleşme eğilimine seyirci kalmaktan başka bir şey yapamamaktadırlar. Çünkü, rekabetin kendisi ve teknoloji böyle bir yapıyı zorlamaktadır.
KORUMACILIK MI?
Bu konularda ileriye dönük tahminler yapmak çok zordur. Ama, teknolojik ilerleme ve uluslararası rekabet şartları, bugün aklımıza dahi getirmediğimiz sektörlerde oligopolleşme eğilimlerini hızlandırması hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
Sermaye yeterliliği ve maliyetleri asgaride tutabilme kaygıları ekonominin tüm sektörlerine sirayet edecektir. Bu eğilime muhalefet etmek rekabeti koruma adına rekabeti bozucu olabilecektir. Belki de, korumacılık eğilimleri yeniden yeşerecektir.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2004
<B>EKONOMİDEKİ</B> karar verici birimleri üç ana başlıkta sınıflandırabiliriz: Devlet, şirketler ve hane halkı. Genelde, şirketler ve hane halkı özel sektörü oluştururlar. Türkiye’de hane halkının tasarruf fazlası vardır. Şirketlerin tasarruf dengesi makro ekonomik dalgalanmalara göre değişir. Devletin ise kronik bir tasarruf açığı vardır.
Bu yapı içinde hane halkı faizlerin düşmesinden hoşlanmazlar. Faizler düştükçe gelirlerinin düştüğünü görürler. Çünkü, yaptıkları tasarrufların getirisi düşmektedir.
Reel sektör diye adlandırılan şirketler kesimi faizler yükseldiğinde yatırımı kesip paradan para kazanmaya yönelirler. Faizler daha makul düzeye indiğinde ise yatırım yaparlar. Bu gerçeği şirket bilançolarından izlemek kolaydır.
Devlet ise faiz düzeyine duyarsız bir biçimde nakit açıklarını karşılama telaşındadır. Aslında, faizlerin düzeyini tespit eden de devletin borçlanma ihtiyacıdır. Devlet önce açık verir, sonra o açığı finanse etmek için ne faiz vermek gerekiyorsa verir. Ancak son dönemlerde devlet açıklarını kontrol etmeye yönelik girişimlerde bulunmaya başlamıştır.
RANTİYELER
Hane halkı çok borçlu değildir, hatta hiç borçlu değildir desek fazla abartmamış oluruz... Borçlular faizlerin yükselmesinden hoşlanmazlar. Tasarruf edenler ise faizlerin yüksekliğinden memnundurlar. İşte, hane halkı bu durumdadır. Faizlerin yüksek kalışından memnundurlar.
Çok yanlış olarak, borçlu olmayıp faizlerin yüksekliğinden hoşlanan kişilere rantiye denmektedir. Türkiye’de rantiye büyük ölçüde hane halkıdır. Siyasi açıdan, hane halkını rantiye diye suçlamak çok akılcı olmaması gerekir. Neyse ki, hane halkı da kendini rantiye diye görmemektedir. Türkiye’de herkes komşusunu rantiye sanmaktadır.
Türkiye’de kullanıldığı şekliyle, rantiye, büyük ölçüde ücretle çalışan, borçları olmayan, küçük tasarruflarını bankalarda ya da hazine bonosunda değerlendiren bireysel yatırımcılardır. Bu insanlar ya emeklidirler ya da emekliliğe yakın kişilerdir.
Faizlerin düşmesi bu insanların gelirlerini düşürmektedir. Buna karşılık, faizlerin düşmesi yoluyla devletin giderlerinin azalması bu insanların ileride daha fazla vergi ödemeleri zorunluluğunu ortadan kaldırmaktadır. Ama, Türkiye’de bu konu da çarpıktır.
Türkiye’de hiç kimse, devlet daha fazla faiz ödediğinde, ya da daha büyük mali açıklar verdiğinde, bir gün faturanın daha fazla vergi yoluyla kendisine çıkacağını düşünmez. Dolayısıyla, faizlerin düşmesine sevinmez. Faizlerin yüksek kalmasına memnun olur.
Batı ekonomilerinde, hane halkı da borçlu olduğundan faizlerin düzeyi bize göre çok farklı algılanır. Devlet yüksek faiz ödüyorsa da rahatsız olurlar. Çünkü, devletin üstlendiği daha yüksek faiz maliyeti ileride kendi ceplerinden çıkacaktır. Kendileri borçlarına daha yüksek faiz ödeyeceklerdir.
BORÇLULUK
Hane halkının borçluluğu artmadan faizlerin düzeyine bakış açımızı değiştirmemiz mümkün olmayacaktır. Bu konuda da sıkıntılarımız var. Hane halklarının borçlanmasından hoşlanan bir toplum değiliz. Çünkü, hane halkı borçlanmalarından dolayı zarar gördüğünde devletin bu insanları kurtarması gerektiği gibi bir inanışa sahibiz. 1994 ve 2001 yıllarındaki krizlerde devlet faizler ya da kurlar nedeniyle mağdur(!) olan hane halkını kurtarmadı mı?
Hal böyle olunca, borçlu olan hane halkının da yüksek faizlerden şikayet etmesi için bir neden kalmadı. Nasılsa birileri onları kurtaracak!
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’de faizlerin düşmesi için gerekli sosyal koalisyonu oluşturmanın zorluğu daha iyi anlaşılmaktadır.
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2004
<B>BİR </B>bilim olarak ‘<B>ekonomi</B>’ ile biraz da sanat yanı olan ‘<B>ekonomi politikaları uygulamaları</B>’ arasında bazen ilişkiler kopuyor. Siyasi açıdan işler sevimsizleştikçe, bu ilişkideki kopukluklar çok daha açık bir biçimde kendini gösteriyor. Evrensel kabul görmüş yaklaşıma göre para politikası fiyat istikrarını oluşturmaya ve korumaya yönelik olarak oluşturulur. Maliye (fiskal) politikaları ise iktidarların tercihleri yönünde ekonomik büyüme, işsizliğin azaltılması ve sosyal ve ekonomik refahın yaygınlaştırılması alanlarında kullanılır.
Bu görev bölümü çerçevesinde, modern ekonomilerde fiyat istikrarı (ya da istikrarsızlığı) hükümetlerin seçenek yelpazesinden çıkarılmıştır. Para politikasının oluşturulmasından sorumlu olan merkez bankaları idari ve işlevsel açıdan siyasi otoriteden bağımsızlaştırılmıştır. Amaç odaklı ekonomi idaresine geçişmiştir.
POLİTİKA ÇELİŞKİLERİ
Fiyat istikrarının tehdit edilmediği ortamlarda, para politikasının iktidarların önceliklerinin önünde bir engel olmaması da genelde kabul edilen yaklaşımlardandır. Bir başka deyişle, fiyat istikrarından taviz verilmeden, merkez bankaları da uyguladıkları para politikası yoluyla ekonomik büyüme, işsizliğin azaltılması ya da ödemeler dengesinin sürdürülebilirliği gibi konularda maliye politikalarına yardımcı olur.
Dünyanın her yerinde, uygulamada, para politikasıyla maliye politikaları arasında çözülmesi güç çelişkiler yaşanır. Genelde, maliye politikaları fiyat istikrarını tehdit edecek biçimde şekillendirildiğinden, para politikası, iktidarların maliye politikalarına destek vermemekle suçlanır. Ekonomik büyümenin gerçekleşmemesi ya da işsizliğin artması çoğu zaman merkez bankalarının yüksek faiz politikasına bağlanır.
Sonuçta, ekonomik başarısızlıkların faturası hep merkez bankalarına çıkarılır. Merkez bankalarının idari ve işlevsel olarak iktidarlardan bağımsızlaşmasıyla, faturayı merkez bankalarına çıkarmak iktidarların da işini kolaylaştırmıştır. Siyasi olarak iktidarlar başarılıdır, ama merkez bankaları kendilerine engel olmaktadırlar! İktidarlar kendi dışlarındaki bir kuruma çamur atmayı yeğlemektedirler.
AVRUPA
Bu çelişki uzun bir süredir Avrupa Birliği’nde de yaşanmaktadır. Avrupa ekonomileri, başta Fransa ve Almanya olmak üzere, büyümede zorluk çekmektedirler. İşsizlik alışılmışın üzerinde seyretmektedir. İktidarlar zor durumdadırlar.
Bütçe açıkları Birlik kriterinin üzerindedir. Sosyal güvenlik sistemleri batmıştır. Avrupa ekonomileri bir dizi siyasi açıdan sevimsiz yapısal reformları uygulamaya geçirmek zorundadırlar. Bütçe açıklarını azaltmak durumundadırlar.
Bunların hiçbiri yapılmayıp çeşitli çevreler Avrupa Merkez Bankası’nın faizleri indirmesiyle ekonomik büyümenin başlaması konusunda baskı yapmaktadırlar. Ekonomik büyümenin bir türlü başlayamamasının nedeni olarak yüksek faiz politikası gösterilmektedir. Halbuki, gerçek, hükümetlerin sürdürülemez maliye politikalarının yarattığı tıkanmalardır.
Petrol fiyatlarının arttığı, tüm dünya ekonomilerinin enflasyon tehdidi altında yaşadığı ve dünyada faizlerin arttığı bir ortamda Avrupa Merkez Bankası’nın faizleri indirmesi çok zordur. Zaten, o da faizleri indirmemek için direnmektedir. Hatta, faizlerin artırılabileceği sinyalleri vermektedir.
Yapılması gereken, para politikasının maliye politikasına uyumlu hale getirilmesi değil, maliye politikasının anti-enflasyonist para politikasına uyumlu hale getirilmesidir. Her yerde olduğu gibi, Avrupa’da da olaya tersten bakılıyor.
Suçlu, her yerde her zaman olduğu gibi, Merkez Bankası oluyor.
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2004
<B>AMACIM </B>gazete sayfalarında iktisadi bir tartışma yaratmak değil. Özellikle iktisat alanında ‘ben doğruyu söylüyorum, başkaları yanlışları savunuyor’ gibi tutum takınmak mümkün değildir. İktisatta teşhis, tahminin alt yapısıdır. Teşhis de yanlış olabilir, tahmin de. Önemli olan iktisadi tartışmanın teknik açıdan doğru ve kendi içinde tutarlı olmasıdır.
Kur ve cari işlemler dengesi konularında sayfa komşum Ege Cansen ile birkaç yazıyı aşan tartışmamız oldu. Biz bu tartışmayı telefonda da yapabilirdik. Galiba, ikimiz de, bu çeşit bir tartışmadan okurların da yararlanabileceğini düşündü. Yazılarımızın bazılarını birbirimizin görüşlerine cevap niteliğine dönüştürdük. Sanıyorum, düzeyli bir tartışma oldu. Öyle olmaya devam edeceğinden de eminim.
SAP-SAMAN SORUNU
Ege Cansen benim saygı duyduğum iktisat yazarlarındandır. Dolayısıyla, tüm görüşleriyle uyuşmasam da, görüşlerini dikkatle irdeler bir şeyler öğrenmeye çalışırım. Beni uzun süre düşünceye sevk eden yazıları vardır. Bazıları görüşlerimi değiştirmeme neden olmuşlardır. Bazıları da görüşlerimin doğruluğunu kendime teyit etmeme yardımcı olmuşlardır.
Kimin ne kadar iktisat bilip bilmediğine benim karar vermem kadar gülünç bir şey olamaz. Kibarca, ya da başka bir biçimde, ‘ben biliyorum, ama benim bildiğimi Ege Bey bilmiyor’ gibi bir tutum takınmayacak kadar karşımdakine karşı akademik saygıya sahip biri olduğumu sanıyorum. Ege Bey yazımdan böyle bir izlenim elde etmişse, kabahat mutlaka benim kötü yazı şeklimdendir.
Gelelim ‘sapla samanı karıştırma’ konusuna. Ege Bey’in kurları yükseltmek için bankaların döviz pozisyonu almalarının sınırlarıyla oynanması önerisine karşı çıktım. Hálá çıkıyorum. Bu öneri sapla samanı birbirine karıştırmaktır.
Bankaların dövizde pozisyon alma limitleri sermayelerine ve bilançolarına göre alabilecekleri riskleri sınırlayan bir uygulamadır. Riske yönelik bir uygulamanın makro ekonomik politikaların bir parçası yapmak ya da makro ekonomik bir sonuca ulaşmak için bir alet olarak kullanmak sapla samanı birbirine karıştırmaktır. Çok tehlikelidir. Mikro iktisat politikalarıyla makro ekonomik sorunları çözmeye çalışmak makro ekonomik sorunları derinleştirebileceği gibi, mikro dengesizlikleri de artırır.
ÇARESİZLİK
Sermaye hareketlerinin serbest olmasından memnun değilsek sermaye hareketlerini kısıtlamanın yollarını arayabiliriz. Ama, bulunan yol risk parametreleriyle oynamak değildir. Ben aynı görüşte olmasam da, birçok iktisatçı sermaye hareketlerinin kısıtlanması yönünde görüş bildiriyorlar. Gerçek şudur ki, sermaye hareketleri bir kez serbest bırakıldığında, artık geri dönüşü yoktur.
‘Elbette vardır’ diyenlere verilecek tek cevap ‘kimsenin bunun maliyetini üstlenemeyeceğidir.’ Tüpten çıkan diş macunu örneği gibi, bir kez sermaye hareketleri serbest bırakıldığında, artık bu rejimle yaşamanın yollarını bulmaktan başka çare kalmamaktadır. Çünkü, dünya ekonomilerinin geldiği noktada alternatif çok maliyetlidir.
Bankaların döviz pozisyon sınırlarıyla oynamak bir çare değil, çaresizliktir. Geçmişte bu yolu da denedik, denemedik değil.
Bir iktisatçı olarak, Ege Bey ile bu çeşit bir tartışmanın içine girmemiz eminim ki son olmayacaktır. Yine eminim ki, daha birçok konuda farklı düşündüğümüz olaylarla kendi köşelerimizde karşı karşıya kalacağız. Bu bir zenginliktir. Farklı düşünceler iktisadı zenginleştir ve bir adım daha ileri götürür.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2004
<B>İKİ </B>yabancı kendilerinden talep edilen bir rapor yazdılar. Yer yerinden oynadı. Raporun muhatapları da, muhatapların eleştirilerini beğenmeyenler de kızdılar. Halbuki, ortada kızacak bir şey yoktu, ancak ders alınabilecek bazı öneri ve deneyimler vardı.
Raporun hazırlatılmasının asıl nedeni bankacılık sisteminin gözetim ve denetiminde olabilecek zayıflıkların tespiti ve önerilerin oluşturulmasıydı. Maalesef, istenen çalışma İmar Bankası Raporu hüviyetine büründü. Raporun adı İmar Bankası raporu oldu.
İmar Bankası olayı belki böyle bir çalışmanın önemli nedenlerinden biriydi, ama çalışmanın kapsamı İmar Bankası ile sınırlı değildi. Çalışmayı yapan iki yabancının görüşü ve anlayışı da bu yöndeydi.
ACELE TEPKİ
Hırsızlık önlenemez. Ancak, hırsızlığı caydırabilecek önlemler ve eylemler alınabilir. Dolayısıyla, bir hırsızlık olayında, kasıt olmadığı sürece, hırsızlığın gerçekleşmesinin sorumlusu aranamaz. Suçlu ve sorumlu doğal olarak hırsızın kendisidir. Aranabilecek tek şey hırsızlığı caydırıcı önlemlerin ve eylemlerin yeterliliğidir.
Eğer İmar Bankası olayına yoğunlaşmak istiyorsak, kendimize sormamız gereken soru böyle bir olayın yaşanmaması konusundaki yürürlükteki önlemlerin ve eylemlerin yeteri kadar caydırıcı olup olmadığıdır. Hiçbir önlem ve eylemin, özellikle hırsızlık olayı gerçekleştikten sonra, yeterli olmadığı aşikardır. Aradığımız nimet yeterliliğe ne kadar yaklaşabileceğimizdir.
Konuya bu perspektif içinde baktığımızda, Bankacılık Üst Kurulu’nun uyguladığı gözetim ve denetim sistemine getirilen eleştirileri kurumun yapısal zafiyeti olarak görmek yanlış olur. Her sistemin gelişmeye ve daha iyi olmaya yönelik gideceği yerler vardır. İki yabancının da altını çizdiği noktalar bu alanlara işaret etmektedir.
İki yabancının önerilerinin tümünün uygulanması durumunda dahi İmar Bankası gibi bir olayın olamayacağını kimse garanti edemez. Dolayısıyla, Bankacılık Üst Kurulu’nun ‘İmar Bankası olayı tümüyle BDDK’ya mal edilemez’ türünden tepkisi aceleyle verilmiş ve kurumu koruma adına yapılmış gereksiz bir tepki olarak görülmelidir.
İki yabancının yazdığı raporun itiraz edecek çok az noktası vardır. İtiraz edecek nokta arayacağımıza, önerilerin uygulanabilirliğini düşünmemiz çok daha yapıcı olacaktır. Konu önemlidir. ‘Sen-ben çekişmesi’ içinde konun savsaklanması tüm ekonomiye zarar verecek bir davranış olacaktır.
YANLIŞ TEPKİ
Bu çeşit bir raporu yazan bir grupta sistemi yakından tanıyan kişilerin de bulunmasının sayısız yararları vardır. Bu açıdan, raporun gündeme getirdiği konular açısından değil, raporu hazırlayan heyette Türkiye’deki bankacılık sistemini tanıyan, bankacılar arasında saygınlığı olan, bağlantısız kişilerin bulunması raporun içeriğini hiç kuşkusuz zenginleştirirdi. Elde edilecek yararlar daha fazla olurdu.
Bir bağımsız kurumun sorumluluk alanındaki uygulamalara eleştirisel gözle bakmak üzere bağımsız kişilere ilk kez bire çalışma yaptırıldı. Dolayısıyla, bazı hatalar yapılması normal karşılanmalıdır. Ama, yapılan ve amaç doğrudur. Bu çeşit çalışmalar farklı alanlarda da yapılmalıdır. Örneğin, demiryolu kazalarının, sonradan sorumluları bulmak için, araştırılması yerine, kazaları engelleyebilecek uygulamalar konusunda öneri geliştirmeye yönelik çalışmalar yapılması çok daha üretken olacaktır.
Bu çeşit bağımsız görüşlere bağımsız kurumlar olumsuz tepki göstermemeliler. Gösterdiklerinde, bağımsızlıklarını hak edip etmedikleri sorgulanmaya başlar.
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2004
<B>YILIN </B>ilk yedi ayında ihracatımız 34.4 milyar dolar, ithalatımız 53.8 milyar dolar oldu. Yedi ayda 2001 yılındaki toplam ticaret hacminden daha fazla hacim gerçekleştirildi. Bu dönemde dış ticaret açığı 19.4 milyar dolar oldu. Bir başka deyişle, geçen yılın ağustos ayında on iki aylık bazda gerçekleşen dış ticaret açığını bu yıl ilk yedi ayda vermiş olduk. Temmuz ayı itibariyle, on iki aylık dış ticaret açığı 30.7 milyar dolar oldu.
Bütün şikayetlere rağmen, ihracat artışı on iki aylık toplamlar bazında temmuz ayı itibariyle geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 27’ye yaklaştı. Mutlak olarak son on iki ayda yaptığımız ihracat geçen yıl yaptığımız ihracata göre 11.4 milyar dolar arttı.
Dış ticaret açığının büyümesinin arkasında ithalatın önlenemeyen yükselişi var. Son on iki aydaki toplam ithalat geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 38.5 arttı. Artış hızı yılın başından bu yana hızlandı. Mutlak olarak on iki aylık bazda geçen yıla göre ithalat artışı 23.5 milyar dolar oldu.
İthalatın alt kalemlerine bakıldığında, Türkiye’nin içeride üretim yapmak için ithalat yapmak zorunda olduğu daha iyi anlaşılır. Toplam ithalatımızın yüzde 18’i yatırım malları, yüzde 67’si ara mallar ithalatıdır. Tüketim malı toplam ithalatın ancak yüzde 14’ü kadardır. Temmuz ayı itibariyle, son on iki ayda yapılan tüketim malı ithalatı 11.2 milyar dolar olmuştur. Dolayısıyla, tüketim malı ithalatını kısmaya çalışarak ithalat artışını dizginlemek mümkün değildir. Otomobil ithalatına kafayı takmayalım. İthalat artışının dizginlenmesi üretim artışının dizginlenmesinden geçmektedir.
Konu ortaya bu şekilde konulduğunda, Türkiye’de ekonomik büyümenin önündeki kısıt daha iyi anlaşılmaktadır. Bu engeli aşabilmenin yolu üretimde daha az ithal malı girdilerin kullanılmasıdır. Teşhis doğrudur. Ama, tedavi ve sonuç kısa sürede alınamaz. Dolayısıyla, kısa dönemde söz konusu engelli kaldıramayacağımıza göre, ayağımızı yorganımıza göre uzatmak durumundayız. Yılın başında itibaren toplam bazda, yatırım malları ithalatı geçen yıl yüzde 30’lar civarında artarken, bu yılın mart ayında artış yüzde 93’e kadar fırladı. Temmuz ayı itibariyle, yılın ilk yedi ayındaki yatırım malları ithalatındaki artış geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 76 oldu. Son on iki ayda yatırım malları ithalatı 15.3 milyar dolar oldu. Yıl sonunda 20 milyar dolar civarında yatırım malı ithalatı gerçekleşebilir.
Ara malları ithalatı temmuz ayı itibariyle geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 30 arttı. Son on iki ayda yapılan ara malı ithalatı 57.5 milyar doları buldu. Yıl sonunda ara malları ithalatı 80 milyar dolara yaklaşabilir.
Sonuçta, toplam ithalatımız yıl sonunda 100 milyar doları aşabilecektir. İhracatımız da 60 milyar doları geçebilecektir. Dış ticaret açığı da 40 milyar doların üzerinde gerçekleşebilecektir.
Toplam üretim de, ihracatımızın önemli bir bölümü de ithalata bağlıdır. Bu bağımlılığı ortadan kaldırmadan, ekonomik büyüme ile dış ticaret açığı arasındaki bağı koparamayız. Dolayısıyla, çözümler de bu çerçevede bulunmak zorundadır.
Başkaları bize
örnek olabilir mi?
CARİ işlemler açığı milli gelirimizin yüzde 4’üne yaklaştığında ya da yüzde 4’ünü geçtiğinde Türkiye ekonomisi zorlanmaya başlar. Cari işlemler açığının finansmanı zorlaşır. Türkiye’ye borç verebileceklerin sinirleri bozulmaya başlar. Geçmişte, bunu çok sık yaşadık.
Son otuz beş yıllık tarihimizde, Türkiye ekonomisi yılda ortalama yüzde 4.2 büyümüştür. En fazla iki yıl üst üste bu ortalamanın üzerinde büyüme gerçekleşebilmiştir. Üçüncü yıl büyüme ortalamanın altına düşmüştür. Ödemeler dengesinin finansmanı bir şekilde ekonomik büyümenin önüne bir engel olarak çıkmıştır.
Bu genel eğilime iki dönem istisna teşkil eder. Birinci dönem 1996-98 dönemidir. Söz konusu üç yılda Türkiye ekonomisi ortalamanın çok üzerinde büyümüştür. Ama, 1999 ve 2001 yılındaki küçülmelerle 1996-98 dönemindeki büyüme geri verilmiştir.
İkinci istisna şimdi yaşanmaktadır. 2002 yılından bu yana, üç yıl üst üste ortalamanın üzerinde bir ekonomik büyüme gerçekleştirilmek üzeredir. Bu eğilimle, bu yıl cari işlemler açığının milli gelirimize oranı yaklaşık yüzde 5 olacaktır. Bu oran Türkiye için büyüme önünde çok ciddi bir engel olarak görülmelidir.
Avrupa Birliği ile müzakerelerin başlaması gibi olgular cari işlemler açığının göreli büyüklüğünün borçlanarak karşılanmasını kolaylaştırabilse de, sorunun çözümüne kalıcı bir katkı sağlamaz. Çünkü, Türkiye cari işlemler açığının büyük bir kısmını ancak borçlanarak finanse eden bir ülkedir. Borçlanabilmenin bir sonu vardır.
Cari işlemler açığının milli gelirlerine oranı bizden daha yüksek olan ülkeler vardır. O ülkelerde cari işlemler açığının büyüklüğü kısa dönemde bir risk olarak görülmemektedir. Çünkü, o ülkeler çok ciddi miktarlarda yabancı sabit sermaye çekebilmektedirler. Yabancı sermaye çekmelerinin en önemli nedeni de hızla özelleştirme yapabilmeleridir. Yani, açıklarını borçlanmadan karşılayabilmektedirler.
Türkiye yabancı sabit sermaye yatırımı çekemedikçe, cari işlemler açığının milli gelire oranı yüzde 5 civarında olduğunda, konu ciddi demektir. Başkalarına bakarak içinde bulunduğumuz riskleri küçümseyemeyiz.
DİE dikkatli olmalı
SERBEST piyasa ekonomisinin en önemli gıdası, zamanında, doğru ve herkesin ulaşabileceği ve geniş bir yelpazedeki bilgilerin toplanabilmesi ve üretilmesidir. Bu nedenle, Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) gibi kurumlar serbest piyasa ekonomilerinin en vazgeçilmez kurumlarındandır.
Ekonomiyle ilgili bilgi üreten kurumlar bilerek ekonomi politikasının dışında tutulmuşlardır. Veri üretenlerle, üretilen verileri kullananlar ayrılmışlardır. Hatta, birçok ülkede istatistik üreten kurumların üretilen bilgileri yorumlaması dahi engellenmiştir. Verilerin sağlığı kadar güvenilirlikleri de önemlidir.
İstatistik üreten kurumlar hangi istatistikleri ne zaman açıklayacaklarını da önceden kamuoyuna duyururlar. Bu şekilde, istatistiklerin akışı konusunda bir belirlilik kazanılmış olur. Beklenmedik bir zamanda beklenmedik bir istatistiğin kamuoyuna açıklanıp şok etkisi yaratması engellenmiş olur.
DİE de bu yola girdi. Eskiden hangi istatistiğin ne zaman açıklanacağı bilinmezken, artık, enflasyon, milli gelir, dış ticaret, sanayi endeksi gibi verilerin ayın hangi günü açıklanacağı önceden biliniyor. Teknik bir olanaksızlık olduğunda, kamuoyu daha önce bilgilendiriliyor. Bu kural temmuz ayı dış ticaret rakamları açıklanırken çiğnendi. DİE her zaman açıklamalarını sabah yapar (enflasyon hariç). Bir hafta önce cuma günü temmuz ayı dış ticaret verileri akşam üstü piyasalar kapandıktan sonra açıklandı. Neden böyle yapıldığı da açıklanmadı (ya da ben bilmiyorum). Nedeni ne olursa olsun, yapılan yanlıştı. Yanlış anlaşılmalara açık bir tavır sergilendi.
DİE’nin bu hareketi beklenenin üzerinde çıkan ithalat rakamlarının finans piyasalarını karıştırmaması için piyasalar kapandıktan sonra açıklanması olarak algılanabilir.
Yani, bu hareketiyle DİE açıklayacağı verilerin piyasalar üzerindeki etkilerini de kontrol etmeye çalışan bir kurum görüntüsü vermektedir. Bu görüntü yarın DİE’nin açıklayacağı verilerle oynayabileceği izlenimi de yaratabilir. İşin en tehlikeli tarafı da budur. Yayınlanan verilerin doğruluğu konusunda şüpheler artarsa, serbest piyasa ekonomisinin bir bacağı kırılmış olur.
DİE çok dikkatli davranmak zorundadır. Tutarlı olmak zorundadır. İtibarlı olmak zorundadır. Açıkladığı veriler konusunda en ufak bir şüphe oluşturmamak zorundadır.
Bütün bunları sağlayabilmek için DİE önceden bilinen tarih ve saatte programlanan verileri açıklamak durumundadır. Hangi dürtü ile olursa olsun, aksi yapıldığında, serbest piyasa ekonomisinin önemli can damarlarından biri kesilmiş olur.
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2004
<B>REKABET, </B>piyasadaki oyuncular açısından, kendi dışındaki şartların herkes için aynı olduğu ortamlarda geçerlidir. O nedenle, yarışmada şartların bazı oyuncuların lehlerine ya da aleyhlerine değişmesi rekabeti bozar. Kurallar da, ortam da herkes için aynı olmalıdır. Ödüllendirme de, ceza da hem aynı olmalıdır hem de önceden bilinmelidir.
Bu gerçek iktisadi alanda olduğu gibi, hayatın diğer alanlarında da geçerlidir. Dış şartların, oyunun kuralları dahil, tüm oyuncular için aynı olması rekabetin birinci kuralıdır. İktisadi alanda bu kural genellikle devletin düzenlemeleriyle bozulur. Birkaç büyük oyuncunun bir araya gelerek diğerleri aleyhine ortamlar yaratması da olasıdır.
Örneğin, devlet kendi yürürlüğe koyduğu düzenlemelerle kamu sermayeli şirketleri koruyabilir. Rekabet şartları bozulur. Eskiden bazı bankacılık düzenlemelerinden kamu bankaları muaf tutulurlardı. Bu da bankacılık sektöründe rekabeti bozucu bir girişimdi. Son dönemlerde bu çeşit uygulamalara rastlamıyoruz.
SPOR
Sporda bazı oyuncuların doping alarak yarışmalara katılması rekabet şartlarına aykırı bir durumdur. Performansın ilaç yoluyla artırılması gayreti doping almayan oyuncularla doping alan oyuncuların aynı şartlarda mücadele etmesi ilkesini bozar. Çünkü, rekabet kişisel ve takım olarak gösterilen kabiliyet düzeyinde yapılmaktadır.
Son olimpiyat oyunlarında doping kontrolü diğer olimpiyat oyunlarına göre çok daha sıkı yapıldı. En azından, otoriteler durumun böyle olduğunu düşünüyorlar. Sonuçlar da bu görüşü kanıtlıyorlar ya da sonuçlar bu görüşle tutarlı. Atina olimpiyat oyunları en az sayıda olimpiyat ve dünya rekorlarının kırıldığı olimpiyat oyunlarından biri oldu.
Rekabet şartları eşitlendikçe, alışılmış rekorlar kırılamadı. Geçmişte bolca rekorlar kıran atletler en iyi derecelerinin çok daha altında performans gösterdiler. Geçmişte o denli başarılı olamayan atletler de bazı alanlarda öne çıkabilme olanağına kavuştular.
Sporda rekabet şartlarını eşitleme çabası bitmiş gibi görünmüyor. Anti-doping Komisyonu Başkanı’nın ifadesine göre, ‘Atina olimpiyatları doping kontrollerinin en sıkı yapıldığı olimpiyat oyunları oldu. Ama, daha yakalayamadıkları birçok doping almış sporcular bu olimpiyatlarda yarıştılar.’ Belki de, bu olimpiyat oyunlarında iyi derece yapan atletler doping alıp da yakalanmayanlardı.
Anti-doping çabaları yoğunlaştıkça, doping çeşitleri de artıyor. Dolayısıyla mücadele bitmeyen bir uğraşıya dönüşüyor. Rekabet şartlarını bozmak mutlaka birilerinin işine yarıyor. Ama, oyunlardan beklenen kayboluyor. Gerçek kabiliyetleri bulmak mümkün olamıyor. Gerçek başarının ödüllendirilmesi mümkün olamıyor.
EKONOMİ
Aynı sporda olduğu gibi, ekonomide de, rekabet şartlarını iyileştirme yönünde gösterilecek çabaların sonu yoktur. Rekabeti engelleyen dış şartlar ortaya çıkarılıp temizlenirken, rekabeti bozacak yeni şartlar ve uygulamalar da gündeme gelmeye devam edecektir. Amaç, bilinen kadarıyla, rekabet şartlarını en iyisiyle oluşturmak olmalıdır.
Bu yönde gösterilecek çabalar sporda gerçek kabiliyetlerin ortaya çıkmasına neden olurken, ekonomide de toplumun genel refahının artmasına katkı yapacaklardır. Sporda en iyiyi bulmak ne kadar önemliyse, ekonomide de, en iyisini, en verimlisini, en az maliyetlisini ve en kalitelisini bulmak o denli önemlidir. Bunu da sağlayacak rekabetten başka bir şey değildir.
Yazının Devamını Oku