22 Eylül 2004
<B>BİZİM </B>için uzun bir süre sayılabilecek bir dönem geçirdik. <B>Kur-faiz-borsa</B> konuşmadık, yazmadık. Üç gün içinde durum değişti. Gazetelerin ekonomi sayfaları aynı karede yeniden kurların ve faizlerin yükseldiğini, borsanın düştüğünü yazmaya başladılar.
Böyle haberler bir süre daha devam ederse, bilin ki, işler sarpa sarıyor. Kurun artışı bir düzeltme değil, para piyasalarındaki tansiyonun bir işaretidir. Faizlerin yükselmesi kamu finansmanında sağlanan iyileşmenin geri çevrilmesidir. Borsanın düşmesi dövize ek talep yaratılacak demektir. Bütün bunlardan üretici de, ihracatçı da, tüketici de zarar görecektir.
MECBURİYET
Ekonomide çok iyi şeyler oldu. Birçok alanda düzelmeler olurken riskler de oluştu. Riskleri görmemeye çalışmanın ya da küçümsemenin maliyeti bugünlerde çok daha önemli oluyor. Ekonominin kırılganlığı artıyor.
Merkez Bankası’nın faiz düşürmesiyle Hazine’nin borçlanma maliyeti azalmıyor. Hazine’nin borçlanma maliyetini azaltacak etken piyasaların ileriye dönük beklentilerini olumlu tutmaktan geçiyor. Beklentiler yoluyla düşen faizler, beklentiler konusunda belirsizlikler yaratıldığında, bir balon gibi patlayabiliyor.
Kısa dönemde, mali piyasalarda görülen çalkantı mutlaka durulacaktır. Avrupa Birliği’nin arzuladığı yönde Türkiye tavır almaya bu aşamada mecburdur. Kabullenmekte zorluk da çeksek, siyasi ve iktisadi şartlar Türkiye’nin bu aşamada farklı bir tavır almasını engellemektedir. Dolayısıyla, çalkantılar gereksiz yere yaratılmaktadır. Hükümetin bu gerçeği görmemesi olanaksızdır.
Bu çeşit çalkantıların orta dönemde kalıcı etkileri olabilir. İktisadi açıdan, bazı risklere yönelik olarak ciddi önlemler almadığımızdan, incelen bir buzun üzerinde oturuyoruz. Çalkantılar incelen bir buzun üzerine vurulan çekiş darbeleri gibidir. Buz tabakası bugünkü darbelere dayanabilir. Ama, üç-beş ay sonra giderek erimeye devam ettiğinden, aynı darbe şiddetine, üzerine oturduğumuz buz tabakası dayanamaz hale gelebilir.
Kur-faiz-borsa üçgeninden kurtulup ekonomik büyüme, istihdam, dış ticaret, para politikası, kamu sektörü finansmanı ve cari işlemler dengesi gibi daha temel konuları konuşuyorduk. Temel alanlarda risklerin azaltılması gereğinden söz ediyorduk. Fiyat istikrarı içinde sürdürülebilir büyümenin şartlarını tartışıyorduk.
Türkiye bu temel dengeleri konuşmaya ve tartışmaya kur-faiz-borsa üçgenine takılmadan devam etmelidir. Aksi taktirde, her gün kurların, faizlerin ve borsa endeksinin konuşulduğu bir ortamda, kırılgan dengeler çok çabuk alt-üst olabilir. Gündemi değiştirmek zorundayız.
KAZANIMLARI SAHİPLENMEK
Geldiğimiz noktada, IMF ve AB ilişkileri birbirini tamamlayan unsurlar olmuşlardır. İkisi birden pürüzsüz gittiğinde, Türkiye açısından azami fayda sağlanacaktır. Birinde işler arzulandığı gibi gitmediğinde, diğeriyle olan ilişkiler de sekteye uğrayabilecektir.
Türkiye ekonomisinin çalkantılara tahammülü azalmaktadır. Dolayısıyla, çalkantıları asgariye indiren ve Türkiye ekonomisinin orta-uzun vadeli hedeflerini ön plana çıkaran bir tavır içinde, kısa dönemde çalkantısız bir ortamı yaratmak zorundayız.
Bunu başaramadığımızda, bizi IMF de, AB de kurtaramaz. Şimdiye kadar elde ettiğimiz kazanımlar sıkı bir rüzgarda uçup gider.
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2004
<B>AVRUPA Birliği </B>(AB) üyeliğinden toplumun farklı kesimleri farklı şeyler anlıyorlar. Kimilerine göre, AB üyeliği ile Türkiye’ye Avrupa’dan mali yardımlar akacak. Kimilerine göre, yabancı sermaye büyük miktarlarda Türkiye’ye gelecek.
Bazıları AB sayesinde Türkiye’de askerin ağırlığının azalacağını düşünüyor. Bazıları ise din özgürlüğünün artıp laiklik kisvesi altında dindar Müslümanların rahatlayacağını düşünüyor. Türban sorun olmayacak. Herkes ‘vur patlasın, çal oynasın’ rahata kavuşacak. Para var. Özgürlük var. Daha ne istiyoruz ki?
Bütün bu beklentilerin kesiştiği bir düzeyi bulmak galiba olanaksız. Olanaksızlığı gördüğümüzde, AB üyeliğinin bunlardan hiçbiri olmadığını daha iyi anlayacağız.
OLMAZSA OLMAZ
AB üyeliği Avrupalı olmaktır. Avrupalı gibi düşünmektir. Avrupalı gibi yaşamaktır. Avrupa ile beraber yatıp beraber kalkmaktır. Bir anlamda, AB üyeliği Avrupa’yı içimizde sindirmek ve hissetmektir. Avrupa’nın değerlerini kabullenmektir.
Kabul edelim ki, toplum olarak bu noktadan oldukça uzağız. Bilinç altında, biz biziz, Avrupa onlardır. Sporda bir Avrupa takımını yendiğimizde, galip gelen takımımızı ve oyuncularını övmeden önce, gazetelerimiz ‘Avrupa geliyoruz, duy sesimizi’ gibi manşetler atmayı tercih ediyorlar. Doğal olarak, toplum bu çeşit manşetleri çok daha fazla seviyorlar. Bir spor karşılaşması dahi medyamızda bir işgal mantığı içinde işleniyor. Bu yaklaşımın boyutlarını fanatizm ile açıklamak giderek güçleşiyor.
Bütün bunlardan sonra, Viyana’yı zaptetmeye çalışan bir toplumun torunları olarak Avusturya’nın bir kesiminin bizim AB üyeliğimize karşı çıkmasına şaşıyoruz. Üç-dört asır önce olan bir çatışmanın bugüne taşınmasına kızıyoruz, ama kendimizi de o günlerden alıp bugünlere getirmede zorlanıyoruz. Üç-dört asır önce olanların elbette şimdi hiçbir önemi yok. Ama, o olayların iki taraf üzerinde etkileri de yok demek yanlış olur.
AB üyeliği, görünüşte çok önem verdiğimiz ulusal egemenliğin AB üyesi diğer ülkelerle paylaşılmasıdır. Yani, birçok konuda kendimiz karar veremeyeceğiz. Başkalarıyla beraber kendi hakkımızda ve başkalarının hakkında ortak kararlar alacağız.
Kendimizi kandırmadan bu gerçeği kabul etmek zorundayız. Bu gerçeği halkımıza iyi anlatmak zorundayız. Sıkışınca, ‘AB üyeliği olmazsa olmaz değildir’ gibi yuvarlak laflarla işin içinden sıyrılamayız.
ÖNCE AVRUPALILIK
Zina konusunda Meclis’in istediği kararı çıkaramaması öğretici olmalıdır. Türbanın Fransa’da yasaklanması da iyi analiz edilmelidir. AB üyeliği bazılarımızın düşündüğü gibi herkes için hep artıları olan bir girişim değildir.
AB üyeliği karşılıksız yardım da değildir. Yabancı sermayenin yurdumuza akması da değildir. Avrupalı olmaya karar verdiğimizde yardım gelecektir. Avrupalı olduğumuzda yabancı sermaye de gelecektir. Ama, önce Avrupalı olmak durumundayız. Henüz bu konuda inandırıcı bir kararlılık içinde olduğumuz söylenemez.
AB üyeliği Türkiye’nin vazgeçmemesi gereken ulusal bir amaç olmalıdır. Ama, bu amaca doğru ilerlerken iç politika amaçlı manevralar Avrupa platformunda gerçek niyetimizin ne olduğunu sorgulattığı kadar, çabalarımızın ciddiyetini ve inandırıcılığını da azaltmaktadır.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2004
<B>YILIN </B>başında kamu sektöründeki <B>faiz dışı fazla hedefi</B> milli gelirimizin yüzde 6.5’i olarak tespit edildi. Hedeflenen milli gelir artışı doğrultusunda, kamu sektöründeki <B>faiz dışı fazla hedefi bir mutlak değere dönüştürülüp takip edilmeye başlandı</B>. Söz gelişi, milli gelirin yüzde 5 artacağı varsayımı altında, milli gelir 400 katrilyon lira, faiz dışlı fazla hedefi de bu büyüklüğün yüzde 6.5’i olan 26 katrilyon lira olarak hedeflendi. Yıl sonunda 26 katrilyon lira değerinde faiz dışı fazla tutturulmaya çalışılıyor.
Mutlak olarak faiz dışı fazla hedefini tuttursak dahi, milli gelirimizin tahminlerin ötesinde büyümesinden dolayı faiz dışlı fazlanın milli gelir içindeki oranı bazında hedefin oldukça altında kalmamız söz konusu olacaktır. Yani, mutlak değer olarak tespit edilen hedef milli gelir tahminlerindeki sapmaya paralel bir esneklik göstermemektedir.
Örneğin, milli gelirimiz bu yıl yüzde 5 yerine yüzde 10 büyürse, toplam milli gelirimiz, söz gelişi, 400 katrilyon lira yerine 420 katrilyon lira olacaktır. O taktirde, 26 katrilyon liralık faiz dışı fazla milli gelirimizin ancak yüzde 6.1 olacaktır. Hedefin altında kalınacaktır.
Milli gelirimizin tahminlerin ötesinde büyümesi nedeniyle hedeflenen doğrultuda gerçekleşmesi gereken ek faiz dışı fazla, söz gelişi, 1.3 katrilyon lira olmaktadır. Yani, harcamaların kısılması ya da vergi gelirlerindeki artışlar yoluyla kamu sektörü ek olarak 1.3 katrilyon lira daha fazla tasarruf yapmak zorundadır.
Maliye politikaları yoluyla iç talep patlamasını dizginleyebilecek politikalardan biri de zaten budur. Batılılar bu olguya otomatik dengeleyiciler (automatic stabilizers) demektedir. Mutlak hedefte esneklik olmadığından, milli gelir içindeki orana değil de, mutlak değere odaklanıldığından, faiz dışı fazla tutuyor görüntüsü verilmektedir. Halbuki, maliye politikası, hedeflenene göre, göreli olarak gevşemiş durumdadır.
Aslında, milli gelirin tahminlerin ötesinde büyümesi nedeniyle, hedeften şaşılmaktadır. Milli gelirin tahminlerin ötesinde büyümesinin hedefler üzerindeki olumsuz ektikleri göz ardı edilmektedir.
Memur zammı hedefleri zorlamamalı
GELECEK yıl için hedeflenen yüzde 8 enflasyona paralel olarak hükümet kamu çalışanlarına verilecek ücret zammını yüzde 8’te tutulmasını istemektedir. Kamu çalışanları ise bu zammı çok az bulmaktadırlar. Her zaman olduğu gibi, iki taraf arasında bir uyuşmazlık söz konusudur.
Enflasyon çok önemli bir eşiktedir. Kararlı ve tutarlı ekonomi politikaları uygulandığı taktirde, enflasyon tek haneli rakamlara inecektir. Aksi taktirde, enflasyonun yüzde 10’lardan gelip yeniden yukarı tırmanışı doğal karşılanmalıdır.
Kararlı ve tutarlı politikaların içinde önemli bir yer tutan kalem personel harcamalarıdır. Devlet bütçesi, genelde kamu sektörünün finansman dengesi, bugün geldiği nokta itibariyle, personel harcamaları, sosyal güvenlik sübvansiyonları ve faiz bütçesi halindedir. Nominal ve reel faizlerin iktisadi şartlar altında düşürülmesi ne kadar önemliyse, kamu çalışanlarının ücret artışlarının hedeflenen enflasyon paralelinde tespit edilmesi de o kadar önemlidir. Sosyal güvenlik reformu yapıp bütçenin önemli bir kısmını oluşturan sübvansiyonların azaltılması 2005 yılının vazgeçilmez hedeflerinden biri olmalıdır. Bugünkü eğilim devam ettiğinde, düşmesi hedeflenen enflasyonla tutarlı bütçe yapmak olanaksızlaşacaktır. Kamu sektörünün finansman dengesini makul sınırlar içinde tutmak zorlaşacaktır. Değil enflasyon paralelinde, kamu çalışanlarına herhangi bir ücret artışı vermek dahi mümkün olmayacaktır.
O noktadan uzak değiliz. O noktaya geldiğimizde, enflasyonun düşmesini hedeflemek gerçekçi olmaktan çıkacaktır. Bundan da en fazla zarar görecek kesim sabit gelirli çalışanlar (memurlar dahil) ve emekliler olacaktır. Dolayısıyla, kısa dönemde hedeflenen enflasyonun çok üzerinde ücret artışları talep etmek memurlar açısından kendilerini ayaklarından vurmak olacaktır. Artan ücretlerin yaratacağı olumsuzluklar daha yüksek enflasyon yoluyla yine ücretlilerin üzerine çok daha fazla ek maliyetler yükleyecektir. Yeni Türk Lirası’na geçilmesi nedeniyle yüzde 5 ek ücret artışı istemek ise gülünç olmaktır. YTL zammı ulufe istemeye benzemektedir. Ciddiyetten uzaktır. Toplum kesimleri iktisadi konularda ciddiyetsiz yaklaşımlarını devam ettirdiğinde, enflasyonsuz bir ortamda yaşayabilme olasılığı giderek düşmektedir.
Yabancı mali yatırımlar
EKONOMİNİN her yıl verdiği döviz açığı bir çeşit dış borçlanma ya da sermaye piyasası yoluyla oluşan döviz girişleriyle karşılanmaktadır. Mali piyasaların küreselleştiği günümüzde, dış borçlanma daha çok uluslararası yatırımcıların kur riski alarak yabancı mali piyasalara yatırım yapması yoluyla olmaktadır.
Yabancı yatırımcıların mali piyasalara girmesi kötü bir şey değildir. Aksine, mali piyasalar bu yolla derinleşmektedir. Başka yollarla karşılanamayacak döviz açıkları bu yolla karşılanmaktadır. İşin olumsuz tarafı yabancı mali yatırımların ülkeyi terk etmek istemesi durumunda ortaya çıkmaktadır.
Krizle beraber uluslararası yatırımcılar büyük ölçüde Türkiye’den çıktıktan sonra, Türkiye 2002 yılından bu yana her yıl cari işlemler açığı vermektedir. Son iki yıldır oluşan cari işlemler açığı ciddi boyutlara gelmiştir. Her yıl bu açıkların bir kısmı uluslararası yatırımcıların Türkiye piyasalarına girmesiyle karşılanmaktadır. Dolayısıyla, yabancıların Türkiye’de tuttukları fonlar stok olarak giderek artmaktadır.
Son verilere göre, yabancı yatırımcıların tuttukları Türkiye kaynaklı menkul kıymetlerin toplam değeri 18 milyar dolara ulaştı. Daha iki yıl önce, bu miktar 6 milyar dolardı. Yabancı yatırımcıların mevduatlarını da hesaba katarsak, son iki yıl içinde ekonomimizdeki toplam yabancı fonlar 8 milyar dolardan 21 milyar dolara çıkmıştır.
Bir başka açıdan, 2002 yılında yabancı yatırımcıların Türkiye mali piyasalarından çekip ülkelerine geri götürebilecekleri fonların toplamı 8 milyar dolarken, bugün 21 milyar dolar oldu. Bu, ihmal edilemeyecek bir risktir.
Riski azaltmanın tek yolu mali piyasaların bekledikleri ve hoşlandıkları ekonomi politikaların uygulanması yoluyla uluslararası yatırımcıların sinirlerini bozmamaktır. Yani, ekonomi politikaları seçenekleri üzerine çok ciddi bir kısıtlama gelmiştir. IMF ile üç yıl süreli yeni bir düzenlemeye gidilmesi de bu açıdan önemlidir.
Orta dönemde, mali piyasalara gelen fonların daha büyük bir kısmının reel ekonomiye sabit sermaye yatırımı olarak gelmesi önem kazanacaktır. Yani, yabancı fonlar gelmeye devam edecektir, ama şekli farklı olmalıdır. Halbuki, şimdi yalnızca çıkmaya hazır fonlar piyasalarımıza gelmektedir. Bu da ekonominin geleceği için önemli bir tehdit unsuru oluşturmaktadır.
Tehdidin şiddetini azaltmanın bir yolu yabancı sabit sermaye yatırımı çekmekse, diğer önemli tarafı dış borçlanma ihtiyacını azaltarak çıkabilecek toplam yabancı fon stokunun büyüme hızını kesmektir. Cari işlemler açığının makul düzeylere getirilmesinin önemi de burada yatmaktadır.
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2004
<B>TURİZME </B>yalnızca ülkeye <B>döviz kazandıran</B> bir sektör olarak bakmak yanlış olur. Turizm aynı zamanda <B>farklı kültürlerin ve halkların bir iletişim aracı</B>dır. Sektörün bu işlevi döviz kazanmak kadar önemlidir. Türkiye turizmde çok büyük atılımlar yaptı. Devletin teşvikleriyle bu sektöre çok büyük yatırımlar yapıldı. Yatırımların meyvesini de yemeğe başladık. Ülkemize gelen yabancı turist sayısı bir milyonu bulmazken, şimdi on milyondan fazla yabancı ülkemizi ziyaret ediyor. Ziyaret eden yabancıların sayısı giderek artıyor.
Turizm Türkiye ekonomisine küçümsenmeyecek bir döviz girdisi sağlıyor. Bu yıl turizm gelirlerimiz on milyar doları aşabilir. Bütün bunlar çok iyi de, acaba gelen turistler ülkemizi ziyaret ettiklerinde gerçekten ülkemizi ve insanlarımızı tanıma fırsatları oluyor mu? Yoksa, havaalanı ile tatil köyü arasında mı ülkemizi görüyorlar.
TATİL KÖYÜ TURİZMİ
Tatil köyü turizmi çok gelişti. Turistler uçaktan iniyorlar, otobüslerle tatil köylerine gidiyorlar. Bir ya da iki hafta tatil köyünde yiyip içip denize giriyorlar, güneşleniyorlar ve eğleniyorlar. Daha sonra, yine otobüslerle havaalanına gidip ülkemizi terk ediyorlar.
Taze meyve ve sebzelerimize hayran kalıyorlar. Şaraplarımızı beğeniyorlar. Kendilerine hizmet eden tatil köyü personelinden çok memnun kalıyorlar. Ama, bunların hiçbiri Türkiye’yi, tarihini ve insanlarını tanımak için yeterli olmuyor.
Birçok yabancı turist tatil köyünden çıkıp civardaki tarihi yerlere dahi gitmiyorlar. Ülkemize gelen turistlerin çok azı İstanbul’u ya da bir başka yöreyi ziyaret ediyor. Çok az turist tatil köyleri dışında alışveriş yapıyor. Bunları da kandırmak için birbirimizle yarışıyoruz.
Tatil köyleri turistlerle kaynarken civardaki esnafın yeterli müşteri çekememesi iktisadi açıdan turizmin bir ayağını sakatlıyor. Esnafın çoğu kez halinden şikayet etmesi de bu gerçekten kaynaklanıyor. Tatil köyleri yabancı turistlerle kaynarken İstanbul’da artık eskisi kadar dahi tabancı turist görmüyoruz.
Aslında Ege Denizi’ndeki Yunan adalarını ziyaret ederken günü birliğine vapurla Kuşadası’na gelen ve Efes Harabeleri’yle Meryem Ana’yı dolaşan yabancı turistler Türkiye ve insanları hakkında tatil köyü turistlerinden çok daha fazla bilgi ediniyorlar. Ülkelerine döndüklerinde, tatil köyü turistleri Türkiye hakkında eskiye göre çok daha fazla bilgi sahibi olmazken, günübirlik yabancı turistler bizler hakkında çok daha fazla bilgi sahibi oluyorlar.
KÜLTÜR TURİZMİ
Turizm stratejimizi gözden geçirmeliyiz. Tatil köyü turizmi elbette olacaktır ve devam edecektir. Ama, tatil köylerine gelen yabancı turistlerin tatil köylerinden çıkıp dolaşmalarını sağlamalıyız. Turistlerin kandırılmasını azaltabilecek özlemler düşünmeliyiz. Tatil köyü dışındaki turizmi geliştirebilmeliyiz. Geldiğimiz noktada, turizmin artık teşvik edilmesi gereken yönü bu olmalıdır.
Başardığımızda, daha çok para harcama eğiliminde olan ülkelerden turist çekebileceğiz. Otel ve yemek dışındaki turizm harcamaları artacak. Dolayısıyla, toplam turizm gelirleri de artacaktır. Yeni zenginleşen Ruslara yalnızca güneş, deniz ve hava satarak turizm gelirlerimizi belli bir düzeyin üzerine çıkaramayız.
Yabancı turistleri tatil köyleriyle beraber İstanbul’a, Efes’e, Truva’ya Pamukkale’ye, Van’a, Trabzon’a, Kapodokya’ya ya da ülkenin diğer köşelerine götürebilmeliyiz. Oralarda göreli olarak çok az turist varken ülkemizin güneyindeki tatil köyleri dolu diye turizmde başarılıyız demek mümkün değildir.
Tatil köyü turizmi ile beraber kültür turizmine de önem vermeliyiz.
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2004
<B>Avrupa Birliği </B>1990’lı yıllarda çok cesur bir karar aldı. <B>Mali </B>(fiskal) <B>birliği sağlayamadan parasal birliğe geçti</B>. Parasal birliğin yaratacağı sıkıntıların bütçe açığına konacak azami bir sınırla aşılabileceği düşünüldü. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Yapısal reformları savsaklayan ülkelerin başında gelen Almanya ve Fransa’da bütçe açıkları parasal birlik sınırı olan milli gelirlerinin yüzde 3’ünü aştı. On yıl içinde dünyada ekonomik verimliliği en yüksek olan bir bölge olmaya çalışan Avrupa dünyanın verimliliği en düşük ekonomisi haline dönüştü.
ZOR KARARLAR
Ekonomik güçlerini kullanarak Fransa ve Almanya ‘olağanüstü şartlarda’ parasal birlik sınırı olan bütçe açıklarının milli gelirlerinin yüzde 3’ünü aşmaması uygulamasını esnetmek istedi. Geçen hafta toplanan Birlik üyesi ülkelerin Maliye Bakanları olağanüstü şartların tanımında dahi anlaşamadı.
Anti-enflasyonist tavırlarıyla Avrupa’da öncülük yapan Almanya ve Avusturya Merkez Bankası Başkanları Almanya ve Fransa Maliye Bakanları’nın sınırlamayı esnetme girişimlerine karşı çıktılar. Bu girişimi parasal birliğe bir tehdit olarak yorumladılar.
Avrupa Birliği adını koymadan mali birliği oluşturmaya çalışıyor, ama beceremiyor. Mali birlik olmadan parasal birliğin uzun dönemde sıkıntıya gireceğinin farkındalar. Ama, değişik vergi yapılarının yeknesaklaştırılması siyasetçiler açısından parasal birliğe karar vermek kadar kolay olmuyor. Sıkıntı da buradan kaynaklanıyor.
Avrupa’nın büyük ülkeleri, Fransa ve Almanya, Birliğin yeni üyeleri olan Doğu Avrupa ekonomilerinin düşük vergi oranları yoluyla Birlik içinde rekabeti artıracağından (vergi dampingi) çekiniyorlar. Bu nedenle, Birlik üyelerinde uygulanan vergilere asgari ve azami sınırlar getirilmesini teklif ediyorlar. Vergi oranları göreli olarak düşük olan İngiltere, İrlanda gibi ülkeler bu teklife hiç de sıcak bakmıyorlar.
Kısacası, mali birlik bir tarafa, Avrupa’nın yüksek vergi oranlı büyük ülkeleri kendi aralarında bir vergi yarışından korkuyorlar. Vergi konusunda hiçbir esnekliği kalmamış olan ve yüksek bütçe açıkları veren Almanya ve Fransa Birlik içinde bu konularda çok yalnız kalmış durumdalar.
ULUSLARARASI BASKI
Almanya ve Fransa bugüne kadar savsakladıkları yapısal reformları uygulamaya koymaktan başka çareleri olmadığını anlıyorlar. İngilizler, 2010 yılında dünyanın üretimde en verimli hale gelmesi hedeflenen Avrupa Birliği için Birliğin büyük üyeleri üzerindeki baskılarını artırdı. İngiliz Maliye Bakanı’na göre, Avrupa önümüzdeki altı yıl içinde 21 milyon yeni istihdam yaratmayı hedefliyor. Bugünkü performansa bakılırsa, Avrupa’nın bu hedefi yakalaması hayal bile edilemeyecek bir olgu olarak görülüyor.
Ekim ayı başında gerçekleşecek olan IMF-Dünya Bankası yıllık toplantıları nedeniyle bir araya gelecek olan G-7 Maliye Bakanları ve Merkez Bankası Başkanları’nın da gündeminde küresel büyüme var. İngiltere’nin yanında, Amerika da Almanya ve Fransa üzerinde baskılarını artıracak. Şimdilik, Almanya, Fransa ve Japonya ekonomileri küresel sürdürülebilir büyümenin önündeki üç önemli engel olarak görülüyor. Her üçünden de yapısal reformların hızlandırılması talep ediliyor.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2004
<B>EĞİTİM, </B>bir ülkenin insanına yaptığı en büyük yatırımdır. Dolayısıyla, eğitim sistemi bütün ülkelerde en çok konuşulan konuların başında gelir. Her ülkede eğitim reformundan söz edilir. <B>Her ülke eğitim sisteminde daha iyiyi bulmaya çalışır</B>. Türkiye’de de durum farklı değildir. Bütün Milli Eğitim Bakanları köklü bir eğitim reformundan söz ederler. Bir reform gereği vardır, ama nasıl yapılacağı konusunda büyük sıkıntılar vardır. Çünkü, daha eğitimin asgari gereklerinin yerine getirilemediği bir ortamda, neyin reformunun yapılacağı dahi belli değildir.
KORKUNÇ GÖRÜNTÜ
İlk ve orta öğretimdeki okullar hafta başında açıldı. Görüntü korkunç. Gazetelere yansıyan duruma göre, 200 bin öğretmen açığı var. Neredeyse, toplam ihtiyacın üçte ikisi kadar öğretmenle çocuklarımıza eğitim vermeye çalışıyoruz. Öğretmensizlikten öğretime açılamayan okullar var. Öğretmen başına düşen öğrenci sayısı dünya standartlarının çok üzerinde.
İstanbul’un göbeğinde, Esentepe’de bir okulda beş bin öğrenci var. İki öğrenci için yapılmış sıralarda dört öğrenci oturuyor. Okuldaki öğretmen sayısı 120 bile değil. Öğretmen başına 43 öğrenci düşüyor. Dünya standardı öğretmen başına 10-12 öğrencidir.
Haberlere göre, 135 bin derslik ihtiyacı var. Okula gitmesi gereken kız çocuklarımızın 640 bini okula gitmiyorlar ya da okula gönderilmiyorlar. Veliler çocuklarını gönderdikleri okulların sorunlarıyla ilgilenmekten kaçınıyorlar. Kendilerinden mali yardım talep edileceğinden çekiniyorlar.
Toplam nüfusumuzun neredeyse dörtte biri ilk ve orta öğrenim okullarında eğitim görüyor. Devlet bütçesinin ise bu yıl ancak yüzde 8’i Milli Eğitim Bakanlığı’na ayrılmış durumda. Faiz dışı bütçe ödeneklerinin yüzde 15’i eğitime giderken dörtte birine yakın bir bölümü sosyal güvenlik kuruluşlarının sübvansiyonuna gidiyor.
İnsanlarımızı eğitemiyoruz, ama besliyoruz.
Bu yapıyla ezberlemeyen, sorgulayan, akademik şüpheciliği olan, meraklı, okuyan, yazan, kendini her türlü yolla iyi ifade edebilen, bilgili, özgüven sahibi, toplumun sorunlarına duyarlı, çevre bilinci gelişmiş, kendine ve başkalarına saygısı olan çocukları nasıl yetiştireceğiz? Eğitim sistemimizi ezbere dayanan, soru sormaya korkan öğrenci yapısından, doktriner ve kendini hiçbir biçimde ifade edemeyen öğrenci yetiştiren bir sistem olmaktan nasıl çıkaracağız?
ASGARİ İHTİYAÇLAR
Okuma ve yazma eğitimini, gördüğünü okuyabilen söyleneni yazabilen insanlar yetiştirmek olarak anlıyoruz. Okumayı sevmeyi, insanın kendini yazı yoluyla ifade edebilmesini öğretmeyi ihmal ediyoruz. Çarpım tablosunu ezberletmeyi matematik eğitimi olduğunu düşünüyoruz. Aritmetikteki dört işlemin ne işe yaradığını öğretmeyi atlıyoruz.
Kaç tane ilk öğretim okulu ya da lisemizde kütüphane var? Varsa, bu kütüphanelerde kaç tane kitap var? Kaç tane lisemizde fizik ve kimya laboratuarları var? Varsa, bu laboratuarların araç ve gereçleri yeterli mi? Sırası dahi olmayan okullarımızda kütüphane ya da laboratuar olmasını nasıl bekleyebiliriz?
Küresel rekabette insan sermayesi açısından gerilere düşmeyeceksek, eğitimde mutlaka reform yapmalıyız. Ama, reform için önce çocuklarımıza eğitim vermeye yönelik alt yapıyı hazırlamakla işe başlamalıyız.
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2004
<B>SICAK para </B>kavramı Türkiye’de birçok insanın kafasını karıştırır. Genelde, <B>yabancı yatırımcıların yerli para cinsinden kısa vadeli yatırımlarına sıcak para denir</B>. Çünkü, bu çeşit yatırımlar geldikleri gibi, hızla gidebildiklerinden, yakıcı olabilirler.
Aslında, Türkiye’de yalnızca yabancı yatırımcıların değil, yerli yatırımcıların da mali yatırımları sıcak paradır. Çünkü, yerli yatırımcılarda istediklerinde yerli paradan dövize ya da dövizden yerli paraya hızla dönebilmektedir. Toplam mali servetimizin neredeyse yarısı döviz üzerindendir. Duruma göre, döviz ile Türk Lirası arasında yerli yatırımcılar gidip gelirler.
Yatırımların vadeleri kısadır. Bankalardaki vadeli mevduatların ortalama vadesi üç ayı geçmekte zorlanmaktadır. Toplam döviz mevduatlarında belki vadeler çok daha kısadır. Kısacası, Türkiye’deki toplam para arzı sıcak para olarak tanımlansa, büyük bir hata yapılmamış olur.
Krizleri de genellikle yabancı yatırımcıların değil, yerli yatırımcıların portföy tercihlerindeki değişmeler çıkarır.
FAZLA POZİSYON
Her yerli yatırımcı gibi, bankalarımız da sıcak paracıdır. Bankaların dövizde açık pozisyon tutmaları sıcak paradır. Borçlandıkları dövizleri satarak Türk Lirası’na geçip döviz kurlarının artmayacağı beklentisiyle daha fazla gelir elde etmeye başka ne isim verilebilir ki? Ekonomi politikalarının göreli olarak güven verdiği dönemlerde bankaların da sıcak paracı olduğu iyi bilinen bir olgudur.
Bankalar her zaman dövizde açık pozisyon tutmazlar. Kur rejimine olan güvensizliklerin yoğunlaştığı dönemlerde bankalar dövizde fazla pozisyon tutarlar. Yani, bir anlamda, açık pozisyon yoluyla Türk Lirası’nda spekülasyon yaparken, fazla pozisyon yoluyla dövizde spekülasyon yaparlar.
1980’li yılların büyük bir bölümünde bankalar genellikle dövizde fazla pozisyon tutarlardı. Döviz kurları fırlarsa, zarar etmeyi önlemek bir tarafa, kar etmeyi umarlardı. Bankaların bu beklentilerini tersine çevirecek ekonomi politikaları uygulamak yerine ekonomi politikaları yapıcıları bankaların açık ya da fazla pozisyon limitleriyle oynayarak piyasayı kontrol etmeye çalışırlardı. Bu yaklaşım elbette beklenen sonucu vermezdi.
Aksine, kural koyucunun açıkça bankaların fazla pozisyon tutmalarını engelleyici düzenlemeler getirmesi beklentileri daha da bozardı. Kural koyucu döviz pozisyon sınırlarını açık ya da fazla yönünde simetrik yapacağına, o dönemlerde fazla pozisyon sınırını küçültüp açık pozisyon limitini geniş tutması beklentileri daha da bozardı.
Bir risk parametresi kur politikasının bir aracı haline getirilmişti. Yanlıştı, yanlış sonuçlar verdi.
YANLIŞ ÇÖZÜMLER
Şimdi de olduğu gibi, bazı bankalar ‘spekülatör’ ilan edilirdi. O bankaların döviz pozisyonları daha yakından takip edilirdi. Sınırları aşıp yakalandıklarında da, ceza kesilirdi.
Risk ikinci plandaydı. Amaç, döviz kurlarının üzerindeki baskıyı hafifletmekti. Halbuki, döviz kurları üzerindeki baskı yürürlülükteki risk parametresinden değil, piyasadaki fazla paradan kaynaklanıyordu.
Sorunu görmezden gelmek ya da aynı sonucu yaratan soruna yanlış çözümlerle yaklaşmak daima bir başka yerde çarpıklıkların oluşmasına neden oluyor.
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2004
<B>EKONOMİ </B>yönetimi konusunda dersler çıkarmak için <B>Türkiye ekonomisinin</B> geçmişi çok zengindir. Akla gelebilecek neredeyse tüm yanlışlar yapılmıştır. Çok doğru şeyler de yapılmıştır. Ama, geçmişten ders almakta zorlandığımızdan geçmişte yapılan hataları tekrarlamaktan da kaçamıyoruz.
Ekonomi yönetiminde yapılan yanlışların başında sorunu çözmek için gerekli ve yeterli politika araçları kullanılacağına, sorunu çözermiş gibi görünen, ama aslında çok farklı alanlarda çarpıklıklar yaratan politika araçlarının kullanılması gelir. Hatta, bazı durumlarda sorunu çözmek için alınan önlemler aslında politika araçları bile değildirler.
HAZİNE BONOLARI
Örnekler çoktur. 1980’li yıllarda bütçe açıkları hızla artmakta, Hazine artan bütçe açıklarını finanse etmekte zorlanırdı. İhale yöntemiyle Hazine’nin borçlanması yeni bir uygulamaydı. Bankalar Hazine’ye borç verme konusunda dikkatli davranırlardı. Bankaların göreli çekimserliği Hazine’nin bütçe açıklarını finanse etmede bir engeldi.
Sorunu çözmek gerekiyordu. Hem istenildiği kadar borçlanılamıyordu, hem de borçlanıldığında faizler yükseliyordu. O halde, bankaların daha düşük faizle daha fazla Hazine’ye borç vermeleri sağlanmalıydı. Bütçe açıklarının kontrol edilip borçlanma ihtiyacı düşürüleceğine, bankaları Hazine’ye daha fazla borç vermeye zorlamak ekonomi politikası tercihi oldu.
Bankaların mevduatları oranında likit varlık tutmaları için getirilen ‘diponibilite oranı’ artırıldı. Likit varlık tutma oranı artırılırken, likit varlık diye tanımlanan Hazine bonolarının tutulacak toplam likit varlıklar içindeki oranı da artırıldı. Kısacası, bankaların portföylerinde daha fazla Hazine bonosu tutması zorunlu hale getirildi.
Bununla da kalınmadı. Bankaların mevduatları oranında Merkez Bankası’na nakit olarak yatırmak zorunda oldukları mevduat munzam karşılıkları düşürüldü. Mevduat munzam karşılıklarının düşürüldüğü miktarda bankaların Hazine bonoları almaları zorunlu hale getirildi.
Çeşitli risk ve para politikası araçları bu şekilde bütçe açıklarının finansmanını kolaylaştırma yönünde kullanıldı. Doğal olarak, bankalar istemeseler de, daha fazla Hazine bonosu almak zorunda kaldılar. Faizler artan bütçe açıkları paralelinde artmadı. Hazine artan bütçe açıklarını daha kolay finanse eder hale geldi. Böylece, sorun çözülmüş oldu!
2001 KRİZİ
Bunda benzer uygulamalar borçlanmakta zorlanan Hazine’yi rahatlatmak için 1994 krizinde de yapıldı. Sonra ne oldu? Bankaların ahlakı bozuldu. Bankaların ahlakını bozan devletin kendisiydi. Bankaların daha fazla Hazine bonosu almasını mecbur kılan devletin kendisiydi. Bir süre sonra, artan reel faizlere paralel olarak artık bankalar kendi serbest iradeleriyle Hazine bonosu tutmak istediklerinde, rantiye oldular. Devletin kanını emen asalaklar oldular.
Bankaların bilanço yapıları bozuldu. Sermayelerine göre taşınamayacak piyasa riski almaya başladılar. 2001 Krizi geldiğinde, sorunlardan biri de bankaların portföyünde taşıyabileceklerinin çok üzerinde Hazine bonosu olması değil miydi? Bunca riske rağmen, geçmişte satılan Hazine Bonolarının üzerine vergi getiren devlet değil miydi?
Uygulandığında doğruymuş gibi görünen, ama aslında yanlış olan ekonomi politikaları doğal olarak bir başka yerde yarattığı çarpıklıklarla yanlış sonuçlar getirir.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku