Ercan Kumcu

Merkez Bankası bir mevduat bankası olmamalı

1 Ekim 2004
<B>1970</B>’li yılların ikinci yarısında oluşan döviz sıkıntısı <B>Merkez Bankası</B>’nın yurt dışındaki vatandaşlardan <B>döviz mevduatı</B> toplaması yoluyla aşılmaya çalışıldı. Türk vatandaşlarının yoğun olduğu Almanya’da, Merkez Bankası Başkanı ve idarecileri şehir şehir dolaşarak mevduat toplamaya çalıştı. O dönemde, Almanya’daki faizlere göre çok daha yüksek faizler verildi.

Merkez Bankası’nın bir mevduat bankasına dönüşmesi bu şekilde başladı. Bir ara, toplanan mevduatlar yalnızca Merkez Bankası’nın değil, tüm ekonominin en önemli döviz kaynağı haline dönüştü. İthalat bu dövizlerle karşılandı.

Aynı dönemde, Merkez Bankası’nın Hazine’ye açtığı Türk Lirası krediler de arttı. Merkez Bankası, Hazine’ye kredi vererek bastığı paraları mevduat yoluyla topladığı dövizleri satarak piyasadan çekmeye çalıştı. Popüler deyimiyle, Merkez Bankası, bilançosunda dövizde açık pozisyon yarattı.

Her devalüasyon olduğunda Merkez Bankası büyük miktarlarda zarar etti. Merkez Bankası’nın zarar göstermesinin sakıncalı olduğu düşünülerek döviz kurlarının artması yoluyla oluşan zararlar ‘devalüasyon hesabı’ altında yıl sonlarında Hazine’ye uzun vadeli kredi haline getirildi. Yani, zarar aktifleştirildi.

Elbette, enflasyon yaratmak da bir ölçüde yaratıcılık istiyor!

BAS PARAYI AL DÖVİZİ

Merkez Bankası
’nın yurt dışındaki Türk vatandaşlarından topladığı döviz mevduatları 1980’li yılların sonunda 10 milyar doların üzerindeyken, bu hesapların getirilerinin cazibesi düşürülerek ve bazı idari önlemlerle 6 milyar dolara kadar düşürüldü. Ama, 1994 yılında bir kez daha kriz yaşadık. Yeniden dövize muhtaç olduk.

Bulunan yöntem yine aynı oldu. ‘Süper döviz hesabı’ altında yüksek faizler verilerek Merkez Bankası’nın döviz mevduatı toplaması yeniden teşvik edildi. Bugünlerde Merkez Bankası’ndaki yurt dışındaki vatandaşlardan toplanan döviz mevduatları 17 milyar dolar civarındadır. Toplam bilançonun yüzde 30’unun üzerindedir. Buna döviz basmak denir.

Merkez bankaları döviz rezervleri biriktirmek istediklerinde, borçlanarak değil, kendi bastıkları parayla döviz satın alarak döviz rezervlerini takviye ederler. Borçlanarak döviz rezervi biriktirmek merkez bankalarının bastıkları paranın değerinin olmadığının göstergesidir. Yani, paranın talep edilmeyecek ölçüde enflasyonun varlığına işaret eder.

SAĞLAM BİLANÇO

İçinde yaşanan ortam Merkez Bankası’nın bu çeşit mevduatlardan kurtulabilmesi için uygun bir ortamdır. Gelişen ekonomilerde merkez bankaları için hiçbir döviz rezervi düzeyi yeterli görülmeyebilir. Dolayısıyla, bu çeşit hesaplar döviz rezervleri harcanarak değil, döviz rezervi artışını yavaşlatarak eritilmelidir. Belli bir program içinde, Merkez Bankası beş yıl gibi bir süre içinde mevduat bankacılığından çıkmalıdır.

Sağlam para, parayı basan merkez bankasının bilançosunun sağlamlığından geçer. Sağlam merkez bankası bilançosunun güvencesi de sağlam kamu finansmanıdır. Sağlam bilançoda döviz yükümlülükleri yoktur, döviz varlıkları vardır. Bir merkez bankasının döviz yükümlülüklerinin olması uygulayacağı para politikasının üzerine ciddi kısıtlar getirir.
Yazının Devamını Oku

Yabancı sermayeye güvenerek cari açık vermenin maliyetleri oluyor

30 Eylül 2004
<B>BANKALAR Birliği </B>iki gün önce <B>Brezilya</B>’nın enflasyonla mücadele deneyimini konu alan bir konferans düzenledi. Katılımcıların çoğu bankacıydı. Merkez Bankası Başkanı da oradaydı. Keşke, ekonomi politikalarının oluşturulmasında ve yönetilmesinde görev alan çok daha fazla kişi Brezilya’nın deneyimini dinleselerdi.

Gazeteler, Merkez Bankası Başkanı ve Bankalar Birliği Başkanı’nın zaten her yerde söylediklerini bir kez daha yazdılar. Ama, asıl ders alınması gereken Brezilyalı konukların söylediklerine birçok gazete hiç yer vermedi.

KESİLEN YABANCI SERMAYE

Brezilya
birçok açıdan bize benziyor. Onlara benzemediğimiz tek yan bir hiperenflasyon yaşamamış olmamız. Kamu borçlarının milli gelirlerine oranı yaklaşık bizim kadar. Kamu borçlarının düzeyi döviz kurlarına duyarlı. ‘Kriz’ kelimesi onların da iktisadi yazınında önemli bir rol alıyor.

2001 yılında Arjantin Krizi nedeniyle Brezilya ekonomisi de sallanıyor. 2002 yılı sonunda orada da hükümet değişiyor. Brezilya da anti-enflasyonist politikaların uygulamasına sarılıyor. Onlar da IMF ile bir ekonomik programı yürütmeye çalışıyorlar.

1990’lı yılların ikinci yarısından sonra Brezilya ciddi boyutlarda yabancı sabit sermaye yatırımları çekmeye başlıyor. Gelen yabancı sermaye yıllık bazda 20-30 milyar dolar civarında gerçekleşiyor. Özelleştirme yabancı sermayenin ülkeye çekilmesinde en önemli neden oluyor.

Yabancı sermaye akımı yoluyla gelen paraları Brezilya yüksek cari işlemler açığı vererek harcıyor. Büyüme hızlanıyor. Cari işlemler açığı milli gelirlerinin yüzde 5’i civarında gerçekleşiyor. Ama, enflasyonun da tek haneli rakamlara inmesi kolaylaşıyor.

2001 yılı sonundan itibaren yabancı sermaye akımı aniden sekteye uğruyor. Yılda 30 milyar dolara varan yabancı sermaye yatırımları yılda 5-10 milyar dolara düşüyor. 2002 yılında Brezilya 30 milyar dolar kadar bir döviz açığı ile karşılaşıyor.

Döviz açığının 10 milyar dolar kadarı döviz kurunun fırlamasını engelleme amacıyla Merkez Bankası’nın döviz satışlarıyla karşılanıyor. Açığın üçte ikilik kısmını ise Brezilya tüketimi kısarak karşılıyor. Yine de, siyasi belirsizliklerden de beslenerek Real-dolar paritesi 2.5’lardan 4’e kadar fırlıyor.

ESNEK MALİYE POLİTİKASI

Konuyu analiz eden Brezilya Merkez Bankası
’nın 1980’lerdeki Başkanlarından Prof. Affonso Pastore Brezilya ekonomisinde yaşanan şokların göreli olarak az hasarla atlatılmasının nedenini esnek maliye politikasına bağladı. Bir başka deyişle, Brezilya’da kamu sektörü finansmanı dış dengelerdeki beklenmedik şoklara karşı kendini ayarlayabiliyor. Örneğin, bu yıl faiz dışı fazla hedefini yılın ortasında milli gelirlerinin yüzde 3.75’inden yüzde 4.5’ine çıkarmaları da bu esnekliğin bir ifadesi olarak algılanıyor.

Ekonomide şokların nereden geleceğini önceden kestirebilmek zor değil, olanaksızdır. Ama, yüksek cari işlemler açığı verilen bir dönemde dış dengeden gelebilecek şokların olasılığı çok yüksektir. Konferanstan sonra kendi kendime düşündüm: Acaba Türkiye’de dış dengeden gelen bir şok yaşansa, Brezilya’daki gibi kamu finansmanı yeterli esnekliği gösterebilip göreli olarak yumuşak iniş başarılabilir mi?

Bu soruya cevabım maalesef olumlu değil. Bu nedenle de kamu finansmanında gerekli yapısal reformları yapıp kamu finansmanında yeterli ve gerekli esnekliğin oluşturulması hayati bir önem kazanıyor.
Yazının Devamını Oku

Paraya olan talep önemlidir

29 Eylül 2004
<B>DÜN </B>hiperenflasyona girerken <B>para arzının</B> <B>enflasyon kadar artmadığını</B>, ama kurların fırladığını yazdım. Hiperenflasyondan çıkarken de, enflasyon düştüğü halde, para arzı artışının hızla devam ettiğini, kurların ise oynamadığını, hatta nominal olarak düşebildiğini vurguladım.

Enflasyon parasal bir olgudur. Çok para basılırsa, yüksek enflasyon olur. Ama, bir noktada, enflasyonun geldiği noktada para arzını artırmak da mümkün olmayabilir. Çünkü, basılan paraya talep olmaz.

Para arzının artması halkın o para cinsinden mevduat yapması ve yatırımcıların da o para cinsinden kredi almasıyla mümkündür. Çok basılan paraya talep düştüğünde, tasarrufçu birikimlerini o para cinsinden tutmamaya, yatırımcı da ihtiyacı olan kredileri o para cinsinden almamaya başlar. Bu dönemleri bizde yaşadık, hala da yaşıyoruz.

ENFLASYON DÜŞERKEN

Enflasyon, paranın mal ve hizmetler karşısındaki değerinin düşmesidir
. Dolayısıyla, mal ve hizmetleri satın alabilmek için giderek daha yüksek fiyat ödemek durumunda kalınır. Değeri düşen paraya talep azalır. Paranın elde tutma maliyeti artar.

Para basılması mutlaka para arzının artacağı anlamına gelmeyebilir. Basılan para mevduat ve krediye dönüşmez. Basılan paralar değeri daha istikrarlı paraya dönüşür. Yani, döviz talebi artar. Mevduat ve krediler değeri istikrarlı paralar cinsinden artarken, çok basılan para günlük harcamalarda kullanılmaktan başka işe yaramaz. Doğal olarak, kurlar fırlar. Çünkü, yabancı paralara talep artar.

Enflasyondan çıkıldığında ise tam tersi durum yaşanır. Paranın mal ve hizmetler karşınında değerinin eskiye göre çok daha yavaş düşmesiyle paraya olan talep artar. Eskiden döviz cinsinden olan mevduat ve krediler yerli yaraya dönüşmeye başlar. Yeni para basılmadan dahi, mevduat-kredi zinciri para arzını artırmaya devam ederken enflasyon düşer, Döviz talebi düşüp kurlar gerilemeye başlar. Bir başka deyişle, mali servetin parasal dağılımı yerli para lehine değişir. Bu olgudan kaçabilmek mümkün değildir.

Biz teknik anlamda hiperenflasyon yaşamadık. Dolayısıyla, uç noktalarda bir deneyim kazanmadık. Ama, enflasyonun bütün kötülüklerini bolca yaşadık.

Birinci Dünya Savaşı sonunda bazı Avrupa ülkelerinde yaşanan hiperenflasyon deneyiminde altı ay ile bir yıl içinde enflasyon ivme kazanıp hemen ardından bir yıl ile on sekiz ay içinde fiyat istikrarı yeniden tesis edilebildi. Yani, deneyim göreli olarak kısa sürdü.

VERİMLİLİK

Bizde enflasyon göreli olarak yavaş çıktı
. Yüksek düzeylerde otuz yıla yakın salındı. Şimdi, fiyat istikrarını tam olarak yakalamak büyük bir olasılıkla üç-dört yıl sürecek. Dolayısıyla, enflasyondan çıkarken yaşananlar üç-dört yıl sürebilecek. Bir anlamda, hiperenflasyon yaşamış ve fiyat istikrarını yakalamış ülkelere göre, işimiz çok daha zor. Sermaye hareketlerinin serbest olması bir anlamda işimizi zorlaştıran bir başka unsurdur.

Bu dönemde Merkez Bankası para basmasa da, mevduat-kredi zinciri içinde para arzı enflasyon yaratmadan artacak. Yabancı mali sermaye girişi yaşanacak. Döviz kurları ise enflasyon paralelinde artmayacak. Bugüne kadarki gözlemlerimiz de zaten bu yönde oldu.

Enflasyonla mücadelenin başarı şansı geçiş dönemindeki zorluklarla mücadele edebilme gücüyle paraleldir. ‘Her şey iyi de, kurlar da enflasyona paralel yükselsin’ yönündeki istekler aslında artan para talebini görmezlikten gelip talep edilenin üzerinde para basmayı istemektir. Yani, enflasyonla yaşama özlemidir.

Yaşanan sıkıntıları aşabilmenin tek yolu ise üretimde verimliliği artırmaktır. Enflasyon kadar artmayan kurlar nedeniyle azalan rekabet gücü ancak verimlilik artışı ile karşılanabilecektir. Bu yapılamadığında, enflasyonsuz yaşamak da mümkün olmayacaktır.
Yazının Devamını Oku

Enflasyon, kur ve para arzı

28 Eylül 2004
<B>MAHFİ Eğilmez </B>ile beraber yazdığımız <B>Ekonomi Politikası (*)</B> kitabının 268. sayfasındaki tabloyu aynen bu yazıda tekrarlıyorum. Tablo bugünleri anlayabilmemiz için önemli ipuçları veriyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası bazı Avrupa ekonomileri hiperenflasyon ile tanıştılar. Savaşın yarattığı yıkımı kısa zamanda tersine çevirme çabaları bu ülkelerde kamu finansmanı perişan etti. Perişan olan kamu finansmanı daima yüksek enflasyon anlamına gelir. Bazı Avrupa ülkelerinde de böyle oldu.

Enflasyonu analiz ederken hiperenflasyon bir uç örnektir. Ama, öğretici örnekler de genellikle çok çarpıcı olan uç örneklerdir. Bu açıdan, hiperenflasyon yaşayıp sonradan fiyat istikrarını yakalayabilmiş ülkelerden alınacak çok fazla dersler vardır.

KUR DEĞİŞMEZ

Enflasyonist döneme girerken en az artan makro ekonomik değişken para arzıdır
. Enflasyon, para arzı artışının üzerinde gerçekleşir. Artışı en yüksek değişken ise kurlardır. Örneğin, Avusturya’da para arzı yılda yüzde 200 artarken, enflasyon aynı dönemde yüzde 300 olmuştur. Buna karşılık, kurlar yıllık bazda yüzde 6000 artmıştır.

Aynı şekilde, Almanya’da para arzı yüzde 200 artarken, enflasyon yüzde 5100 olmuş, kurlar ise yüzde 80 bine yakın artmıştır. Polonya ve Macaristan’da benzer eğilimler söz konusudur.

Bu ülkeler hiperenflasyonu durdurup göreli bir fiyat istikrarı yakaladıkları dönemde ise makro ekonomik değişkenler arasındaki ilişki çok daha ilginçtir. Yıllık bazda enflasyon düşerken en fazla artan değişken para arzıdır. Para arzı bu ülkelerde enflasyonun çok üzerinde artarken, döviz kurları nominal olarak ya sabittir ya da düşmektedir.

Örneğin, enflasyon yüzde 20’ye indiği halde, sabit kur rejimi altında Avusturya’da para arzı artışı yüzde 100 olmuştur. Benzer bir gelişme Almanya’da da söz konusudur. Sabit kur rejimine geçen Almanya’da yıllık enflasyon yüzde 10’a düştüğü halde, para arzı bir yıl içinde ikiye katlanmıştır.

Bu dönemde Polonya ve Macaristan dalgalı kur rejimi altında enflasyon ile mücadele etmişlerdir. Sonuç değişmemiştir. Polonya’da enflasyon değil, deflasyon yaşanırken, kurlar nominal olarak değişmemiş, para arzı ise yüzde 300 artmıştır. Macaristan da ise kurlar nominal olarak düşerken, enflasyon yıllık yüzde 20 olmuş, para arzı aynı dönemde yüzde 300 artmıştır.

Bu rakamları yorumlamaya yarın devam edeceğim.

(*) Dr. Mahfi Eğilmez ve Dr. Ercan Kumcu, Ekonomi Politikası: Teori ve Türkiye Uygulaması, Remzi Kitabevi, 2004, 6. Basım.
Yazının Devamını Oku

Cari açık riski azaldı ama yok olmadı

27 Eylül 2004
<B>AVRUPA Birliği </B>ile ilişkilerimizin beklenen biçimde şekillenmesi <B>hem iç hem de dış piyasaları</B> rahatlattı. Arada bir yarattığımız mini krizlerin herhalde sonuna geldik. Herkes, dersimizi almışızdır diye düşünüyor. İç ve dış piyasalardaki beklentilerin kalıcı olarak olumluya dönmesi (en azından AB konusunda) Türkiye ekonomisinin borçlanabilme kapasitesini de artıracaktır. Dolayısıyla, cari işlemler açığının geldiği büyüklüğü finanse edemeyip ekonomide bir çalkantı yaratılmasının riski geçen haftaya göre çok düşmüştür. Bu, riskin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Cari işlemler açığını daha fazla büyütmemenin, hatta düşürmenin yollarını aramalıyız.

AB haberleriyle, bir başka yerde bir başka olumsuzluk olmazsa, piyasalarda bayram devam edecektir. Aralık ayındaki siyasi karar da beklendiği gibi çıkarsa, olumlu beklentiler daha da kabaracaktır. Döviz kurları ve faizler üzerinde düşme yönündeki baskılar artacaktır. Ekonominin makro düzeyde idaresi, yeterli esneklik gösterilmediğinde, daha da güçleşecektir.

Kabullenmemiz gereken bir gerçek, ekonomide çalkantılar yaratabilecek riskleri asgaride tutmaya yönelik olarak, cari işlemler açığının idaresinin kurlar yoluyla değil, iç talep yoluyla olması gerektiğidir. Döviz kurlarının aşağı doğru gitme eğiliminde olduğu bir dönemde, iç talep kontrolünün önemi her zamankinden fazla artmıştır.

İç talep kontrolünün yükü (faturası) kamu finansmanına çıkacaktır. Kamu sektöründe tasarrufların artırılması önemlidir. Şimdiye kadar, kamu sektöründeki tasarruf ihtiyacı borç idaresindeki risklerden kaynaklanıyordu. Şimdi, borç idaresi yanında, iç talep idaresi nedeniyle de kamu sektörünün tasarruflarını artırması gereği doğmuştur.

Özel sektör olumlu beklentilerle tasarruflarını azaltmaktadır. Yatırımlar ve tüketim hızla artmıştır. AB ile ilişkilerimiz daha olumlu bir aşamaya geldikçe bu eğilim hızlanarak devam edebilir. Faizlerin düşmesi de bu eğilimi besleyecektir. Bu aşamada, Merkez Bankası’nın iç talep kontrolü alanında yapabileceği fazla bir şey yoktur.

Olumlu gidişin idaresi bazen olumsuzluğu aşmaktan daha zor olabilmektedir.

İç borçlarda yapı değişimi

2001
yılındaki krizin bugünlere taşınan etkilerinden biri de iç borç stokunun yapısıdır. Devlet, bir çok kamu kuruluşuna finansman darboğazından çıkabilmeleri için bol keseden devlet iç borçlanma senetleri ihraç etmiştir.

Toplam iç borç stokunun neredeyse yarısından fazlası kamu kesiminin elinde bulunuyordu. Böyle bir yapının önemli bir avantajı borçların vadesi geldiğinde otomatik olarak yenilenebilme özelliğiydi.

Geçen yıl sonunda, kamu kesiminin elinde bulunan konsolide bütçenin borçlanması olarak ihraç edilmiş Hazine bonoları toplam konsolide bütçenin iç borçlarının yüzde 47.6’sına geriledi. Bu yılın ağustos ayı itibariyle bu oran yüzde 38.9 oldu.

Kamu sektörü nakde dönerken, özel sektör daha fazla Hazine bonosu almaya başladı. Bütçe açığı 18 katrilyon lira civarında olduğu halde, konsolide bütçenin özel sektöre olan borcu geçen yıl sonunda 102 katrilyon lira civarındayken, bu yılın ağustos ayı sonunda 131 katrilyon lira oldu. Borçların vadesi geldiğinde, yeniden borçlanabilmek giderek daha fazla piyasaların rızasına kalmaya başladı.

Devlet bütçe açıklarının tamamını iç borçlanma yoluyla finanse ediyor. Kriz yılları bir tarafa bırakılacak olursa, devlet dış borçlanmada daha dikkatli davranırken, bütçe açığının yükü her zaman iç borçlanmanın üzerine yıkılmıştır. Doğrusu da budur. Doğru olmayan, iç borçların bir kısmının döviz cinsinden olmasıdır. Devlet, kendi parası cinsinden kendi vatandaşlarından borçlanmalıdır. Parayı para yapan bu çeşit uygulamalardır.

IMF’ye olan borçların geri ödenmeye başlanmasıyla, yurt dışı piyasaların Türkiye ekonomisine nasıl bakacaklarına bağlı olarak, iç borçlanma üzerindeki yük artabilecektir.

AB ile ilişkilerin beklenen yolda ilerlemesi bu konudaki riskleri azaltırken, IMF ile yapılacak üç yıllık yeni bir program ödemelerin yeniden zamana yayılmasını da içereceğinden, dış borç idaresini kolaylaştıracaktır. Dolayısıyla, konsolide bütçe açısından, dış borçlardan çok, iç borçların idaresi önümüzdeki birkaç yıl çok daha önemli olacaktır.

Merkez Bankası’nın eli güçlendirilmelidir

PARA politikası
uygulaması açısından Merkez Bankası’nın elini zayıflatan iki önemli unsur vardır. İkisi de geçmişten gelen yüklerin Merkez Bankası’na taşıtılmasından kaynaklanmaktadır.

Birinci yük, Merkez Bankası’nın bilançosundaki döviz cinsinden olan yükümlülükleridir. Döviz sıkıntısı yaşandığı dönemlerde yüksek faizlerle Merkez Bankası’nın yurt dışındaki vatandaşlardan topladığı döviz cinsinden mevduatlar (kredi mektuplu döviz tevdiat hesapları) Banka’nın toplam bilançosunun neredeyse üçte biridir. Merkez Bankası bir mevduat bankasına dönüştürülmüştür.

Merkez Bankası yükümlülük yaratmak isterse kendi parası cinsinden yaratmalıdır. Para politikası konusundaki gücü de buradan gelmektedir. Halbuki, Merkez Bankası bilançosunun üçte ikisi döviz yükümlülüklerinden oluşmaktadır.

Bir başka açıdan, Merkez Bankası yoğunlukla Türk Lirası değil, döviz basmaktadır. Bu haliyle, Merkez Bankası’nın etkin bir para politikası uygulayabilmesi mümkün değildir. Bir program içinde, Merkez Bankası döviz yükümlülüklerinden kurtulmalıdır.

Para politikası açısından, Merkez Bankası üzerindeki bir diğer yük bilançosundaki piyasada alışverişi olmayan (likit olmayan) uzun vadeli devlet iç borçlanma senetleridir. Bir anlamda, bu senetler Merkez Bankası bilançosunun likit olmasını önlemektedir. Bir bankanın bilançosundaki kötü krediler gibi, Banka’nın bilançosunu katılaştırmaktadır. Halbuki, Merkez bankalarının bilançolarındaki varlıklar çok kısa vadelidirler ve mümkün olduğunca likittirler. Yani, Merkez Bankası arzu ettiğinde çok çabuk satılabilirler. Bu özellik para politikasına esneklik kazandırır.

Yine bir program dahilinde, Merkez Bankası’nın elinde bulunan devlet iç borçlanma senetleri Hazine tarafından ivedilikle itfa edilmelidir. Bu şekilde, Merkez Bankası’nın para politikası uygulamalarında esnekliği artacaktır.

Önümüzdeki dönemde kötü beklentiler kadar, olumlu beklentilerin de idaresi önem kazanacaktır. Olağanüstü olumlu beklentiler de ekonomide beklenmeyen riskler oluşturabilecektir. Bu çeşit risklerle mücadele edebilmek için para politikasının esnek ve etkin olması şarttır. Aksi taktirde, fiyat istikrarını oluşturmak ve kollamak zor olabilecektir.

Merkez Bankası’nın elinin serbestleşmesinin birçok açıdan çok büyük önemi vardır. Zaman buldukça hafta içi yazılarımda bu konuları daha ayrıntılı işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Bütçe maliye politikası aracı olmaktan çıktı

26 Eylül 2004
<B>Yıllık </B>bütçeler hükümetlerin uygulayacakları <B>maliye politikalarının</B> en önemli araçlarından biridir. Bütçe yoluyla devlet gelir dağılımını düzeltmeye çalışır. Ekonomik büyüme bütçe yoluyla uyarılabilir ya da frenlenebilir.

Bütçe yoluyla, Meclis hükümete harcama yetkisi verir. Harcamaların kaynağı olacak vergi gelirlerine yine bütçe yoluyla karar verilir. Kısacası, bütçe hükümetlerin uygulayacakları ekonomi politikasının aynasıdır.

Okullarda kamu maliyesi ya da devlet bütçesi adı altında dersler verilirken bütçenin işlevi kaba hatlarıyla bu şekilde tanımlanır.

Hazırlanan bütçelerin uygulamalarında yıllarca saçmalayan ülkelerde ise bütçe bütün bu işlevlerini yitirir. Devletin ekonomik işlevi bir süre sonra bütçedeki katılıklar nedeniyle yok olup gider. Türkiye birkaç yıldır bu gerçeği çok yoğun bir biçimde yaşamaktadır.

FAİZ VE MAAŞ

Tabloda 2004 bütçesinin ana kalemlerinde ağustos ayı sonu itibariyle gerçekleşmeleri ve yıl sonu ödenekleri verilmektedir. Karşımıza çıkan resim çarpıcıdır.

Yılın ilk sekiz ayında (yılın üçte ikisinde), personel harcamaları ve sosyal güvenlik sistemine verilen sübvansiyonlar
için konulan ödeneklerin yaklaşık üçte ikisi harcanmıştır. Yılın ikinci yarısındaki ücret ve maaş artışları göz önüne alındığında, bu kalemlerde yıl sonuna doğru ödeneklerin üzerinde harcama yapılması söz konusu olabilecektir.

Faiz ödeneklerinin yüzde 61.4’ü yılın ilk sekiz ayında harcanmıştır. Döviz kurlarındaki gelişmeler bu kalemde biraz tasarruf yapabilme olanağı yaratmıştır. Faiz, personel harcamaları ve sosyal güvenlik sistemi sübvansiyonları dışında kalan kalemlerdeki gerçekleşme oranı ise sadece yüzde 42.7 olmuştur. Bütçe içindeki payı göreli olarak küçük olsa da, bu yılki bütçede en büyük tasarruf bu kalemlerde olmuştur. Bir başka açıdan bakıldığında, devlet maaş vermenin, faiz ödemenin ve emeklilerine bakmanın dışında doğru dürüst bir harcama yapmamaktadır denebilir.

Kabaca, yılın ilk sekiz ayında toplam bütçenin yüzde 40’ı çalışanlara ve emeklilere ücret ve sağlık harcamaları olarak girmiş, yüzde 45’i de faizlere gitmiştir. Geriye kalan yüzde 15’de diğer işlere harcanmıştır.

OTOMATİK ÖDENEKLER

Bütçede tasarruf yapılmaya çalışıldığında, bu kalemlerin hiçbirinden tasarruf yapılamadığından, bütçenin asıl işlevi olması gereken kalemlerden tasarruf yapılması zorunlu olmaktadır
. Teknik tabiriyle, bütçe, otomatik ödenekler bütçesi haline gelmiştir. Siyasetçiye manevra yapacak alan kalmamıştır.

Bütçe kalemlerin ilgilendiren alanlarda yapısal reformlar yapılmasının gerekliliği de bu gerçekten kaynaklanmaktadır. Çünkü, devletin bütçe yoluyla ekonomi politikaları uygulama alanı kalmamıştır. Bütçe geçmişin günahlarını temizleme ve maaş verme bütçesi haline gelmiştir.
Yazının Devamını Oku

Para politikası kurumsallaşmalı

24 Eylül 2004
<B>EKONOMİ </B>geliştikçe ve <B>Merkez Bankası</B>’nın yetki ve sorumlulukları somutlaştıkça, para politikasının kurumsallaşması önem kazandı. Merkez Bankası’nın bir kurum olması para politikasının kurumsallaşmış olduğu anlamına gelmiyor. Kurumsallaşma, para politikasını oluşturan karar mekanizmalarının da kurumsallaşması ve şeffaflaşmasıdır.

Yasası gereği, Merkez Bankası’nın en üst karar organı Banka İdare Meclisi’dir. İdare Meclisi yedi üyeden oluşur. Başkanı aynı zamanda Merkez Bankası Başkanı’dır. Her kurumda olduğu gibi, İdare Meclisi bazı yetkilerini sınırlarını iyi çizmek kaydıyla başkalarına, başka heyetlere bırakır. Yetki devri çok doğaldır ve işin gereğidir.

Para politikasının da ana unsurları konusunda karar verme yetkisi Banka Meclisi tarafından başka heyetlere bırakılabilir. Çünkü, bu çeşit konularda uzmanlık, piyasa deneyimi ve ekonomi bilgisi öne çıkabilir. İçinde yaşanan şartlarda, eldeki bilgiler ışığında en doğru kararların alınabilmesi bu çeşit yetki devriyle söz konusudur. Dünyanın tüm merkez bankalarında da, ayrıntıda farklılıklar olsa da, bu çeşit uygulamalar söz konusudur.

SÜREÇTE ŞEFFAFLIK

Para politikası kararlarında Başkan’ın alacağı tavır daima çok önemlidir. Merkez bankacılar kendi aralarında ‘Başkan’ın para politikasına karar veren heyetlerdeki oyu ikidir’ diye şakalaşırlar. Hatta, toplum tarafından başarılı olarak görülen bazı merkez bankası başkanlarının oyu beş dahi olabilir. Örneğin, Alan Greenspan yılların tecrübesiyle ve kamuoyuna verdiği izlenimle böyle bir başkan oldu.

Türkiye’de henüz para politikasının kurumsallaştığı söylenemez. Mevduat munzam karşılık oranını Banka Meclisi tespit etmektedir. Merkez Bankası’nın her gün piyasalarda uyguladığı faiz oranlarını kim tespit etmektedir? Bilinmiyor. Bilinmeyince, bu faizlerin Başkan tarafından tespit edildiği düşünülüyor. Bilinmeyen süreç ne olursa olsun, Başkan’ın ‘evet ya da hayır’ yönünde bir gücü olması kaçınılmazdır.

Para politikası kararları bir kişinin iki dudağı arasından çıkan bir kararlar olarak algılanmamalıdır. Gerçek bu dahi olsa, görüntü esası bozar. Görüntü hedefi bulandırır. Amaçların gerçekleştirilmesi zorlaşır. Alınan kararların itibarı ve inandırıcılığı azalır. Her şeyden önce, kararların devamlılığı ve tutarlığı sorgulanmaya başlar.

İTİBAR VE İNANDIRICILIK

Başkan’ın değil de, bir heyetin para politikası konularında karar alma yetkisinin olması Başkan’ın ağırlığını hiçbir zaman azaltmaz. Ama, tüm konunun tek patronunun Başkan gibi görünen bir süreçte Başkan çok çabuk yıpranır
. Alınan kararların arkasından komplo teorileri üretilmeye başlanır. Bu da para politikasının itibarını zedeler. Merkez Bankası’nın inandırıcılığı azalır.

Devamlılık kişilerle değil, kurumlarla sağlanabilir. Fiyat istikrarını amaçlayan para politikaları daima devamlılık ilkesi üzerine kurulmak zorundadır.

İyi tanımlanmamış süreçlerde kararların perde arkasında alındığı izlenimi yaygılaşır. Para politikası açısında ne tehlikeli taraf burasıdır. Aksine, para politikası kararları şeffaf olmalıdır. Şeffaflık kararların itibarını artıracaktır. Merkez Bankası’nın bağımsızlığını pekiştirecektir. Son noktada, Merkez Bankası’nın bastığı paraya olan güven artacaktır.

Para politikasının şeffaflaşması konusunda geç kalınmamalıdır. Faizlerin düşmesi döneminde kurumsallaşmak çok önemli değilmiş gibi görünse de, faizlerin artırılması mecburiyeti ortaya çıktığında para politikasının kurumsallaşmış olması bir çok risklerin ortadan kalkmasına neden olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Büyüme işsizliğe çözüm mü?

23 Eylül 2004
<B>ÜRETİM ve istihdam </B>birbirlerini tamamlayan olgulardır. Üretim olmadan istihdam olmaz. Tersi de doğrudur. Ama, üretimin artması her zaman istihdamın da artması anlamına gelmez. Dolayısıyla, istihdam sorununu kısa dönemde ekonomik büyümeyi artırmakla çözmeye çalışmak kaş yaparken gözün çıkarılmasına neden olabilir.

Türkiye ekonomisi 2001 krizinden sonra ilginç bir yapıya kavuştu. Yeni yapıda ek üretim ek istihdam yaratılmadan gerçekleştirilmeye çalışılıyor. İstihdamdan tasarruf üretim planlamasının önemli bir parametresi haline geldi. Giderek artan ücret dışı maliyetler bu gelişmeye katkı yaptı. İstihdamda kayıt dışılık arttı.

ÇALIŞMAYAN ARTIYOR

İktisadi açıdan üretimde verimliliğin artması çok yararlıdır. Ama, istihdamı göz ardı eden ekonomi politikaları önemli bir hedefi ihmal ediyor demektir. O halde, ekonomi politikaları üretimde verimlilik artışı yanında istihdam artışını sağlayabilme yönünde şekillendirilmelidir. Bu hedefe giden tek yol kısa dönemde ekonomik büyümeyi azamiye çıkarmak değildir.

2001 yılından bu yana ekonomi reel anlamda yüzde 25’e yakın büyümüştür. Ama, istihdam edilenlerin sayısı düşmüştür. Aynı dönemde 15 ve yukarı yaştaki nüfus yaklaşık 2.3 milyon artmıştır. İşsizlik oranının daha çok artmamış olmaması, istatistiklerde çalışabilir nüfusun önemli bir bölümünün kendini emek piyasasından çekmiş gibi görünmesindendir.

Tablodan göründüğü gibi, 15 ve yukarı yaştaki nüfus arttığı halde ‘işgücü durumu’ başlığı altında toplanan çalışan ve iş arayan kesimin boyutu neredeyse aynı kalmıştır. Halbuki, tabloda ‘çalışmayanlar’ diye sınıflandırılan 15 ve yukarı yaş grubu nüfus ile çalışan sayısı arasındaki fark 2001 yılında 25.7 milyon kişiyken 2003 yılında 27.8 ve bu yılın ilk çeyreğinde 29.6 milyon kişi olmuştur.

Çalışmayan diye nitelenen gruptaki neredeyse 4 milyon kişilik artışın tümünü emeklilik ve okullaşma ile açıklamak mümkün değildir. Türkiye ekonomisi son üç yıldır işsiz ve iş aramaktan bıkmış insanlar yaratmaktadır.

ÇÖZÜM ARAYIŞI

Bunca ekonomik büyümeye rağmen bu resimle karşı karşıyaysak, çözümü başka yerlerde aramak durumundayız. Çözüm, kısa dönemde, işçi maliyetlerini ücret dışı alanlarda azaltmaktan geçmektedir. Konunun bu yanı ihmal edildiğinde, ücretlerin nominal olarak düşmesi dahi gündeme gelebilecektir. Orta dönemde ise, eğitim sistemimizin okullu işsiz yaratma işlevini azaltmamız gerekmektedir.

Konunun sosyal barış boyutu ihmal edilebilecek ölçüleri aşmaktadır.
Yazının Devamını Oku