Ercan Kumcu

Çözüm yollarını değiştirmek gerekiyor

1 Temmuz 2008
PİYASA ekonomisi geliştikçe ekonomi politikalarının "hesap verebilirlik" niteliği hem oluştu hem de değişti. Örneğin, döviz mevzuatı serbestleştikçe yanlış ekonomi politikaları uygulamalarında ısrar döviz kurlarını uyarı sinyali haline getirdi. Siyasetçiler döviz kurlarından gelen sinyallerden çok korkmaya başladı. Bu çeşit bir sinyal siyasetçilerin yanlıştan geri adım atmalarını zorunlu kıldı.

Benzer bir olgu Hazine bonosu piyasasının gelişmesiyle de yaşandı. Yanlış ekonomi politikaları faizlerin fırlamasına neden oldu. Döviz kurlarının fırlaması kadar olmasa da, bu da siyasetçileri bir ölçüde korkuttu. Çıkar yol aranmaya başlandı. En azından, siyasetçiler piyasa dengelerinden şikayetçi olmaya başladılar.

Bugün hálá döviz kurlarının patlaması siyasetçilerin korkulu rüyasıdır. Faizlerin üç-beş puan yükselmesi siyasetçileri aynı derecede korkutmaz. Ama, genelde, piyasalar ekonomi politika yapıcıları açısından en etkin sopa oldu. Buna rağmen, ekonomik sorunlara çözüm arayışlarının henüz doğru yönde değiştiğini söyleyemeyiz.

DOĞRU YAKLAŞIM

Bütçe açığının yüksekliği, en azından konuşmalarda, artık kötü bir şey olarak vurgulanıyor. Uygulamaya geldiğinde, bütçe açığı yükselir diye harcamalardan kaçınıldığı iddia edilemez. Yeni bir yaklaşımla, artan harcamalar için yeni bir kaynak aranıyorsa, dolaylı vergilerin artırılması akıllara geliyor. 2001 yılı sonrasının uygulaması böyle. Eskiye göre bir ilerleme olduğu düşünülebilir. En azından, harcamalar için ek kaynağın daha fazla borçlanma olabileceği artık eskisi kadar sık düşünülmüyor.

Geçenlerde sessiz sedasız akaryakıt üzerinden alınan özel tüketim vergisi (ÖTV) oranı yükseltildi. Petrol fiyatlarının artmasıyla zaten artan benzin ve mazot fiyatları vergi artışı yoluyla biraz daha arttı. Son yedi yıldır bu çeşit uygulamalarla toplam vergi gelirlerinin neredeyse dörtte üçü ÖTV ve KDV gibi dolaylı vergilerden oluştu. Devlet doğrudan vergi almayı ikinci, hatta üçüncü plana attı.

Doğru yaklaşım, vergi artırmayı gerektirecek harcama artışından kaçınmaktır. Aksine, vergileri düşürmeye zemin hazırlayacak harcama tasarrufu esas olmalıdır. Kaçınılmaz olarak harcama artışı söz konusu olduğunda, kdv ya da ötv gibi dolaylı vergilere değil, ek gelir ve kurumlar vergisi yoluyla gelir artışı hedeflenmelidir.

Doğru yaklaşımın etkin bir biçimde çalışabilmesi için kayıt dışılığın azaltılması gerekiyor. Kayıt dışılığı azaltana kadar ötv ve kdv gibi vergilere yüklenmek ise kayıt dışılığı artırıcı bir işlev görüyor. Dolayısıyla, doğru çözümü gerçekleştirebilecek ortam hiçbir zaman oluşturulamıyor. Devlet vergi alanında vergiden kaçınanları değil, vergisini verenleri taciz etmeye başlıyor. Vergi verenleri de vergi vermekten kaçınmaya zorluyor. Kayıt altına girmenin maliyetini doğrudan ve dolaylı yollarla artırıyor.

ZAMAN KAYBEDİLİYOR

Vergi barışı adı altında getirilen vergi afları da soruna çözüm olmaktan çok uzak. Aksine, neredeyse her hükümet döneminde yenisi çıkarılan vergi afları kayıt dışılığı artırıyor. Bir sonraki vergi affını siyasi açıdan zorunlu hale getiriyor. Vergi verenlerin değil, vergi vermemekte direnenlerin ödüllendirildiği bir ortam oluşturuluyor. Başına bir bela gelmesin diye sosyal güvenlik sistemine borçlu olanların ödemelerini yaptıktan sonra çıkan af böyle bir işlem görmedi mi?

Çözüm yollarını değiştirmediğimiz takdirde, kamu finansman dengesindeki göreli disiplinin orta-uzun dönemde kalıcı olması pek mümkün görünmüyor.

Önümüzdeki dönemde kamu finansmanında göreli disiplinin bozulduğu ya da bozulacağı yönde izlenimlerin güçlenmesi piyasaların tepkisini çekebilir. Önce faizlerin artmasıyla kendini gösterebilecek tepki daha sonra siyasetçilerin anladığı dili konuşarak döviz kurlarını hareketlendirebilecektir. İş buralara varmadan, Türkiye doğru çözümleri uygulamaya koymaya başlamalıdır. Zaman aleyhimize çalışıyor.
Yazının Devamını Oku

Yüksek faiz ve enflasyon

30 Haziran 2008
Geçenlerde Başbakan yüksek faizlerin enflasyonun nedenlerinden biri olduğuna inandığını söyledi. Hızını alamadı, neden-sonuç ilişkisi içinde, enflasyonun faizlerin yüksekliğine neden olduğuna da inanmadığını vurguladı. Başbakanın dillendirdiği görüşe göre, birileri faizi yüksek tutuyor. Yüksek faiz de enflasyonu körüklüyor. O birilerinin kim olduğunu da bazı hükümet üyeleri sıkça dile getiriyor zaten.

Türkiye’de yüksek faizlerin enflasyona neden olduğuna inanmayan bir Başbakan henüz olmadı.

Tüm Başbakanlarımız faizlerin yükselmesiyle enflasyonun artacağına inanırlar ve o nedenle de faizlerin yükselmesine şiddetle karşı çıkarlar. Durumun böyle olması Başbakanlarımızın genelde iktisatçı olmamalarından değil, siyasetçi duruşlarının her şeyin üzerinde olmasından kaynaklanır. Başbakanlar için yüksek faiz kötülüklerin anasıdır. En azından görüntü açısından bu doğrudur da. Ama, işin aslı faizlerin bir sonuç olmasıdır.

SUÇ VE CEZA

Yüksek faiz, geçmişte işlenen ve gelecekte işlenmesi olası iktisadi günahların bugün kesilen cezasıdır. Bunun çoğu zaman Merkez Bankası’nın politikası ile de hiçbir alakası yoktur. Fiyat istikrarını gözeten bir merkez bankası ceza kesen mevkide oturduğu için eleştirilir. Cezayı kesene değil, suçu işleyene yüklenmeliyiz.

Otuz beş yıl yüksek enflasyon içinde yaşayıp mali servetini kendi parası cinsinden saklamakta tereddüt eden bir toplumda faizlerin düşük olması beklenemez. Bu toplumda, faizler arzulanan düzeylerde düşük olduğunda, toplum kendi parasını büsbütün dışlar.

IMF ile program biter bitmez mali aflar getiren bir hükümet döneminde maliye politikalarının gevşeyeceği sinyalleri verilerek faizlerin düşmesi mümkün olamaz. Aksine, faizler daha da yükselir.

Yüksek faizin nedeni bugün yaşanan ve yarın yaşanması beklenen enflasyondur. Siyaset yapanların olayı böyle görmesi beklenmemelidir. Çünkü, onlar için bugünkü enflasyonun da nedeni onlar değildir. Gelecekte de enflasyonun düşeceğine gerçekten inanmaktadırlar. Ama, bu işler inanmakla olmuyor elbette.

Yükselen faizlerin şirketlerin finansman maliyetini artırarak mal ve hizmet fiyatlarını artırdığı iddia edilir. Finansman maliyetinin arttığı doğrudur. Ama, artan finansman maliyetinin fiyatlara yansıtılabileceği o denli açık değildir. Çünkü, fiyatların artabilmesi için artan fiyatlarda malı satın alacak müşterilerin taleplerini devam ettirmeleri gerekir. Artan faizlerde bu mümkün değildir. Aksine, artan maliyetlerle üreticiler için kárların azamiye çıkacağı üretim noktası değişecektir. Üretim düşecektir. Düşen taleple üreticiler fiyatlarını artan maliyetler kadar artıramayacaklardır. Elbette, daha düşük kár, hatta zarar edeceklerdir.

GEÇMİŞ OLSUN

Enflasyon-faiz ilişkisine Başbakan talihsiz bir yorum getirdi. Talihsizlik, yorumun yanlış olmasından çok, Başbakanın önümüzdeki dönemde yaşanacak faiz artırımlarına muhalif olduğunu çok açık bir biçimde dile getirmiş olmasından kaynaklanıyor. Başbakanın açık ettiği bu konumu enflasyonla mücadelede ciddi bir itibar kaybı unsurudur.

Başbakanı bu yönde ikna etmiş görünen gruplar belli ki bugünkü yükselen enflasyonun kaynağını da yüksek faizler olarak göstermişler. Başbakan, 2002 yılından bu yana faizler yüksek olduğu halde enflasyonun yüzde 80’lerden yüzde 7’lere nasıl indiğini bu gruplara sormaya unutmuş herhalde.

Enflasyonla mücadele, eğer ciddiyetle yapılacaksa, ekonomik büyümeyi kısa dönemde baltalayabilecek bir niteliğe bürünebilir. Şimdi, böyle bir aşamadayız. Bu nedenle de insanların kafası karışıyor. Dışarı karşı enflasyonla mücadeleyi önemsediğimizi söylüyoruz. İçimizden, "bırakalım enflasyonu, büyümeye bakalım" diyoruz. Başbakanı da böyle bir önemli konuda yanlış yönlendirmeye çalışıyoruz.

Eğer Başbakan başkaları tarafından yönlendirilmemiş de, gerçekten bildiği ve inandığını açıklamışsa, geçmiş olsun Türkiye’nin enflasyonla mücadelesine.
Yazının Devamını Oku

Sıcak para soğutulabilir mi

27 Haziran 2008
YABANCI yatırımlar da, yabancı yatırımcılar da belli bir süreçten geçerler. Hiç kimse ekonomideki hakim eğilimleri bilmeden, hukukunu öğrenmeden, vergi yapısını incelemeden ve siyasi konumunu irdelemeden bir ülkeye beş kuruş getirmez. Dolayısıyla da, yabancı yatırımlar zaman içinde nitelik değiştirirler. Yabancı yatırımcılar yaptıkları yatırıma göre değişik kişi ya da kurumlardır. Mali yatırımcılar genellikle bankalar ve fonlardır. Bu kurumların yatırımları genellikle tekrar satmak üzere hisse senedi ve bono piyasalarında olur. Yatırımlarının bir bölümü kendi sermayelerini çalıştırmak, bir bölümü de müşterilerinin paralarına nema kazandırmak amacıyla yapılır.

ŞİKAYET YERSİZ

Uluslararası yatırım yapılabilir ülke olma yolunda genellikle borçlanarak dış kaynak bulunur. Uluslararası yatırımcılar bir araya gelerek bir ya da daha çok bankanın ya da aracı kurumun (ülke hakkında oldukça fazla bilgisi olan) liderliğinde bir grup kurarak (sendikasyon) çok fazla bilinmeyen bir ülkenin en belli başlı kuruluşlarına borç verirler. Bu kuruluşlar başta devlet, daha sonra da bankalardır.

Bu süreçte yabancı yatırımcılar ülkeyi daha fazla tanımaya başlarlar. Tanıdıkça, önce kısa vadeli verilen borçların vadeleri uzamaya başlar. Yatırımcılar kendilerini görece daha rahat hissettikçe, yabancı yatırımcılar ülkenin hisse senedi ve Hazine bonosu piyasasına girerler. Doğal olarak, tüm amaçları ucuza alıp pahalıya satmaktır. Bir hisse senedini ucuz bulduklarında alırlar, fiyatı beklentileri doğrultuda arttığında satarlar. Yanlış yapıp fiyatların düşebileceğini düşündüklerinde de, "zararın neresinden dönülürse o kárdır" yaklaşımıyla yatırımlarından çıkmaktan da hiç çekinmezler. Yabancı yatırımcılar "yatırımlarına aşık" değillerdir. Yatırımlarının ortalama getirisini aldıkları riske paralel olarak artırmaya çalışırlar.

Bu çeşit yatırımlara "sıcak para" diyoruz. Bu yatırımların geldikleri gibi gitmeleri de çok kolay olur. Beklentiler iyi olduğunda gelirler, beklentiler kötüleştiğinde giderler. Kısa vadeli düşündüklerinden korkaktırlar.

Sıcak paranın soğutulması bu çeşit yabancı yatırımlar yerine doğrudan yabancı sabit sermaye yatırımları çekmek anlamına gelir. Bu mümkün müdür? Hayır. Uluslararası sermaye hareketleri serbest olduğu sürece, bu çeşit yatırımlar hep olacaktır. Çünkü, trilyonlarca dolar değerinde fon işleten bu çeşit yatırımcılar hep olacaktır. O nedenle, sıcak paradan şikayet etmek uluslararası sermaye hareketlerinin serbest olmasından şikayet etmekten öteye gitmez.

BİZ DE PARÇASIYIZ

Yabancı yatırımcılar almak istedikleri risklerin düzeyine göre de kendi aralarında farklı gruplara ayrılırlar. Bazıları az riskli çalışmak isterlerken, bazıları çok daha fazla risk alıp çok daha yüksek getirilerin peşinde koşarlar. Gelişmekte olan piyasalara yatırım yapan sıcak paracı yabancı yatırımcılar genellikle "yüksek risk, yüksek getiri" peşinde koşanlar olduklarından, diğerlerine göre çok daha korkak hareket ederler. Bizde aynı davranışları YTL’den dövize ya da dövizden YTL’ye geçerken göstermiyor muyuz? Bu anlamda, bizler de sıcak paranın bir parçasıyız.

Sıcak paranın gazabından kurtulmak mümkün müdür? Elbette. Ülkeye yatırım yapanların yelpazesini genişletebildiğimiz sürece sıcak paranın olumsuz etkisi azalacaktır. Bir grup yabancı yatırımcı çıkarken, bir başka grup yabancı yatırımcı giriyorsa, bazılarının çıktığı belli bile olmayacaktır. Bunu başarabilmenin yolu ülke riskini giderek azaltmaktır. Bir başka yazıda devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Bankacılıkta bilanço riskleri

26 Haziran 2008
Her hangi bir piyasada her türlü düzenleme potansiyel kárları düşüren bir olgudur. Bankacılıkta düzenleme genellikle sektörün sağlığına yöneliktir. Dolayısıyla, çoğu zaman kısa dönemde sektörün sağlığı ile kárlılığı arasında bir seçim söz konusudur. Otoriteler sektörün kısa dönemli kárlılığını değil, uzun dönemli sağlıklı yapının yaratacağı kárlılığı düşünmek zorundadır.

Çeşitli riskler alarak kısa dönemli kárlılığın nasıl silinip süpürüldüğünü bizler 2001 yılında gördü, şimdi de benzer bir olguyu gelişmiş ülkeler yaşıyorlar.

Banka idarecileri işlerinin gereği kısa dönemli kárlılığı önemserken, otoriteler uzun dönemli sağlıklı yapıyı oluşturmaya çalışmalıdır.

Zıtmış gibi görünen amaçlardan kabul edilebilir bir denge bulmak zorunludur.

DENGE ARAYIŞI

Likidite riski
, bilançolardaki vade uyumsuzluğunun neden olabileceği likidite sorunları ve piyasa risklerinin (örneğin, Hazine bonosu fiyatlarının oynaması) neden olabileceği sermaye yeterliliği konuları dünkü yazının konularıydı.

Bunların dışında bilançoda görülmeyen riskler de unutulmamalı.

İskoçlar Amerikalıların viski içmesini bilmediklerinden şikayetle, Amerikalılar için "viskiye yeteri kadar buz koymaları mümkün değildir" derler.

Bankacılıkta da, "bankaların yeterli sermayeleri olmaları mümkün değildir" denebilir. Bu yargı, otoritelerin işi bilmediklerinden kaynaklanmaz. Sorun, bankalar battığında ya da zor duruma düştüklerinde, yükün çok önemli bir bölümünün otoritelerin üzerine yıkılmasındandır. Bu olguyu 2000’li yıllarda biz de yaşadık, Northern Rock bankası örneğinde İngiltere de yaşadı.

Sermaye yeterliliğini yüksek tutmak elbette potansiyel karların azalması anlamına gelir. Halbuki, işin mantığı açısından, en az sermaye ile en fazla kárı elde etmek esastır. Bankacılıkta, sermaye yeterliliği ile kár arasında bir denge tutturulmak zorundadır. Bu dengede en önemli parametrelerden biri bankaların yükseldikleri bilanço içi ve dışı kredi riskleridir.

Kredi riski banka müşterilerinin aldıkları kredileri geri ödeyememe riskidir. Eskiden, kredi riski, doğrudan banka müşterilerinin işlerinin bozulması nedeniyle aldıkları kredilerini geri ödeyememe riskiydi. Üretilen mala talep düşebilir. İş yeri yanabilir. Uzun süren iş bırakmalar nedeniyle sermaye tükenebilir. Ekonomik durgunluk kurulu kapasite ile iş yerini karlı olmaktan çıkarabilir. Bütün bunlar kredi riskinin parametreleriydi.

GEÇİRGENLİK SORUNU

Şimdi yeni bir risk unsuru oluştu.

Şirketler güçlerinin çok ötesinde kur riski almaya başladılar.

Satışları YTL cinsinden olduğu halde, şimdilik daha az maliyetli olduğu için döviz üzerinden borçlanmaya başladılar.

Bugünkü konjonktürde, bazı iş kollarını kısa dönemde ayakta tutabilecek tek yaklaşım bu olabilir.

Ama, orta-uzun dönemde şirketlerin aldığı kur riskinin gerçekleşmesi hem şirketleri hem de bu şirketlerin çalıştığı bankaları, tüm bankacılık sistemini zorlayacaktır.

Bu çeşit risklerin önemli bir bölümü banka teminat mektupları karşılığı dış borçlanma ile gerçekleştiğinden, bankalarımız için bilanço dışı risktir.

Ama, gerçekleştiğinde, bilanço içi batık kredi olur.

1990’ların ikinci yarısında Güneydoğu Asya ekonomilerindeki kriz şirketleri de, bankaları da silip süpürdü.

Asya Kaplanları’nın kağıttan olduğu ortaya çıktı.

Sorun, bankacılık sektörlerinin zayıflığına bağlandı.

Bankacılık sektörünün pek sağlam olmadığı doğruydu.

Ama, sektörler arasındaki geçirgenliği azaltabilecek düzenlemelerin de zayıflığı bir başka etkendi.

Çünkü, bu çeşit gelişmelerde "sağlam bankacılık sektörü" diye bir kavramdan söz etmek genellikle mümkün olamıyor.
Yazının Devamını Oku

Bankacılık her zaman potansiyel bir sorundur

25 Haziran 2008
BANKACILIK sektörünün sağlığı her zaman önemlidir. Çeşitli nedenlerle ekonomi büyür ya da küçülür. Enflasyon düşer ya da yükselir. Ama, bankacılık her zaman sağlıklı olmak zorundadır. Sağlıksız bir bankacılık sektörü ekonominin damarlarının tıkanması anlamına gelir. Hiçbir ekonomi politikası kendinden bekleneni veremez. 2001 yılı ve öncesiyle karşılaştırıldığında, bankacılık sektörü çok daha sağlıklı bir konuma gelmiştir. Konunun bu yanını tartışmak gereksizdir. Ama, "sağlıklı olmak" da göreli bir kavramdır. Bankacılık sektörü bir ekonomi için her zaman potansiyel bir sorundur.

Bankacılık konusunda örnek aldığımız gelişmiş ülkelerde bankacılığın ne hallere düştüğünü ibretle izliyoruz. Dersler çıkarmalıyız.

BONO YATIRIMLARI

2001 yılında bankacılık sektörünü çökerten yüksek kur riski bugün söz konusu değil gibi görünüyor. Ama, kur riskini azaltan mekanizmaların, riskler gerçekleştiğinde, gerçekten bankalarımızı kur riskinden koruyabileceği konusu iyi araştırmalıdır.

Bankalarımızın bilançoları küçümsenmeyecek vade uyumsuzluğu içinde. En önemli kaynak olan mevduatların ortalama vadesi üç ay ya var ya yok. Buna karşılık, bankalarımızın verdiği kredilerin ortalama vadesi giderek uzuyor. Bu çeşit vade uyumsuzluğu işler karıştığında, bankalarımızın likidite sıkıntısına girebileceğine işaret eder. Geçenlerde bankacılık otoritesi bu yönde önlemler aldı. Yeterli olup olmadığına iyi bakılmalıdır.

Toplam bilanço içinde payı azalmış olsa da, bankalarımız bilançolarında ciddi miktarlarda Hazine bonosu tutuyorlar. Kısa vadeli borçlarla uzun vadeli bonoları finanse ediyorlar.

Bonolar alındığındaki niyete göre, üç kategoride tutulabiliyorlar. Birincisi, yatırım için alınan bonolar. Bankalar bu bonoları vadesine kadar tutmak için alıyorlar. Bono fiyatlarının değişmesi bankaların getirilerini değiştirmiyor. Vade sonunda ne kadar para alacakları zaten belli.

İkincisi, satılmaya hazır tutulan bonolar. Aslında, bunlar da genelde uzun dönemli yatırım için alınıyorlar. Ama, sıkışıldığında satılabilirler de. Bu bonoların fiyatlarının artması bankaların öz kaynaklarını artırıyor. Fiyatlar düştüğünde ise, öz kaynaklar azalıyor. Bugünlerde Hazine bonolarının faizlerinin artmasıyla fiyatları düşüyor. Yani, satılmaya hazır tutulan bonolar yoluyla bankaların öz kaynakları azalıyor.

Üçüncü tip bono yatırımı alım-satım yapmak için yapılıyor. Bu bonolar bazen aynı gün alınıp satılırken, bazen de aylarca elde tutulabiliyor. Bu bonolardaki fiyat değişimleri bankaların kar-zararını etkiliyor. Bono fiyatları arttığında (faizler düştüğünde), ek kar elde ediliyor. Fiyatlar düştüğünde (faizler arttığında), zarar yazılıyor.

SERMAYE YETERLİLİĞİ

Bankalar karlarını yüksek gösterme ve karlarının dönemsel fiyat hareketlerinden etkilenmesinin önüne geçmek için bilançolarındaki bonoların önemli bir bölümünü satılmaya hazır tutulan kategoride gösteriyorlar. Yani, bugünkü haliyle, bono fiyatlarındaki oynamalar çoğunlukla kar-zararı değil, öz kaynakları etkiliyor.

Son dönemlerde Hazine bonosu faizlerinin artmasıyla bankalarımız öz kaynaklarının bir bölümünü yitirdiler. Buna karşılık, bono fiyatlarının oynamasından kár-zararları o denli etkilenmedi. Bu nedenle bankalarımızın sermaye yeterliliği düştü, ama hala izin verilen sınırın oldukça üzerinde.

Bankacılık sermaye işidir. Sermaye yeterliliğin ölçülmesinde ve sermaye yeterliliğinin düzeyinin tespitinde dikkatli olmak zorundayız. Hiçbir şirket sermayesi az olduğu için batmaz, likidite (para) bulamadığı için batar. Ama, sermayesi az olanın likidite (para) sıkışıklığına girme olasılığı çok daha yüksektir.

Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Alternatifsizlik

24 Haziran 2008
FIRTINALI sularda dümensiz gitmenin tek kelime ile açıklaması alternatifsizlik. Dümeni kullanmak gerçekçi olmadığı için fırtınanın sandalı devirecek kadar güçlü olmamasını ummaktan başka çare yok gibi görünüyor. Dış açıklar artıyor. Dış açıkları kontrol altına almanın kısa dönemdeki tek yolu ekonomik büyümenin durması, hatta ekonomik küçülme.

Hiçbir hükümet bu yöndeki bir politikayı bir alternatif olarak düşünemez.

Özellikle, yerel seçimlerin yaklaştığı, işsizliğin artma eğiliminde olduğu bir dönemde bunu düşünmek dahi "abesle iştigal" olarak algılanır.

Enflasyon artma eğiliminde.

Enflasyonu kontrol altına almanın yolu kamu maliyesinde ve para politikasında hissedilir bir sıkılaştırmaya gitmek.

İkisi de ekonomik büyüme düşmanı politikalar.

Birincisi hükümetin elinde, ama siyasi nedenlerle uygulanabilir değil. İkincisi kağıt üzerinde işlevsel bağımsızlığı olan Merkez Bankası’nın elinde.

Ama, o da bu konumunu nasıl kullanacağı konusunda henüz kurumsal bir karara varabilmiş değil.

Kaldı ki, maliye politikaları ile aynı yönde hareket etmeden para politikasının neler başarabileceği de büyük bir soru işareti.

LÜKS ARAYIŞI

Döviz kurlarının ne yönde gideceği iç ekonomik beklentilerden çok, yurtdışındaki yatırımcıların beklentileriyle ilişkili.

Böyle bir mekanizmada, enflasyon artma eğilimine girse dahi, döviz kurları düşme eğilimine girebiliyor.

Yurtiçinde beklentilerin bozulduğu dönemlerde dahi Türk parası reel olarak daha da değerli hale gelebiliyor.

Bazı hükümet üyelerinin düşündüğü gibi, böyle dönemlerde Merkez Bankası daha fazla döviz alarak döviz kurlarının artan enflasyon paralelinde artmasını sağlayabilir.

Yani, basar parayı, alır dövizleri. Bu kez, zaten artma eğiliminde olan enflasyon daha da artacak.

Dolayısıyla, bu da çözüm değil.

İstiyoruz ki, ekonomik büyüme olsun, hem de yüksek olsun.

İstihdam artsın.

Enflasyon düşsün.

Bu arada, cari işlemler açığı da "risk" diye nitelendirilmeyecek düzeylerde gerçekleşsin.

Döviz kurları ihracatı engelleyen değil, teşvik eden bir biçimde oluşsun.

Böyle bir lüks yok.

Bu lüksü yaratacak bir politikalar demeti de yok.

Eskisi gibi, yurtdışından para geldiği sürece dış açıkların artması paralelinde ekonomik büyümenin devamı ve enflasyonun kabul edilebilir düzeylerde oluşması arzulanabilir.

Bu arzu, içinden geçtiğimiz konjonktür içinde de gerçekçi olmaktan çıktı.

"Kabul edilebilir enflasyon düzeyi" kavramından ne anlaşıldığı kişiden kişiye değişse de, ekonomik büyümede bugünkü düzeylerin korunması dahi enflasyonun artmasını gerektirecek bir oldu haline geldi.

YENİ PROGRAM

Geriye bir tek şey kalıyor:
Dışarıdan para gelsin de, ne olursa olsun.

Kör-topal biraz büyürüz.

Enflasyonun 3-5 puan artması da dünyanın sonu değildir.

Yurtdışından para gelmeyip duvara toslamamızdan daha iyidir.

İşte, bu yaklaşım alternatifsizliktir.

Alternatifsizlik olgusunun birinci riski korkulanın başa gelmesi olasılığının giderek yükselmesidir.

İkincisi, alternatifsizlikten zaman kaybedildikten sonra çıkılmasının maliyetinin giderek yükselmesidir.

Alternatifsizlik olgusu bazılarımıza gerçekçi gelmeyebilir.

Görüntünün böyle olduğu düşünülebilir.

O nedenle de, "yeni bir program" gibi yaklaşımlarla içinde yaşanan çaresizlik görüntüsünden çıkılabilir. O takdirde, "yeni program" ekonomik birimlerin gözünde ancak IMF gibi belli bir "çapa" gerektirecektir.

Programın yeni olması da zaten buradan gelecektir.
Yazının Devamını Oku

Enflasyon korkusu

23 Haziran 2008
BUGÜNLERDE en çok konuşulan iktisadi olguların başında "enflasyon" geliyor. Dünyanın belli başlı ekonomilerinde enflasyon yüksek ve yükselmeye devam ediyor. Merkez bankaları her yerde tedirgin. Petrol fiyatlarındaki tırmanma yeni değil. Gıda fiyatları da uzun süredir artma eğiliminde. Ne oldu da, iki yıl evveline kadar petrol ve gıda fiyatlarındaki artış enflasyona o denli yansımıyordu? Şimdi enflasyon neden her yerde bir sorun oldu?

BOŞ BULUNDULAR

Bu soruların yanıtları hem o denli basit değil, hem de birkaç nedenle açıklanabilecek kadar dar değil. Önümüzdeki dönemde bu konu ayrıntılarıyla araştırılacaktır. Ama, birkaç önemli olgu sayılabilir.

Birincisi, küreselleşmenin derinleşmesiyle birlikte sermaye maliyetinin neredeyse sıfıra düşmesi. Oldukça uzun bir süre, uluslararası piyasalarda paranın maliyeti çok düşüktü. Petrol fiyatlarının artmasıyla üstlenilen üretim maliyetlerindeki artış finansman maliyetlerinin çok düşmesiyle bir anlamda dengelendi. Finans sisteminin yaratıcılığı çok büyük bir rol oynadı. Yaratılan olumlu hava ileride karşılaşacağımız sorunların tohumlarını ekti.

İkinci olgu, bu dönemde dünyanın büyük ekonomilerinde para politikalarının oldukça gevşek olmasıydı. Petrol fiyatları arttığı halde, enflasyonda bir kıpırdanma yaşanmadı. Para politikalarının enflasyon önceliği geri planda kalırken, ekonomik büyüme öne çıktı.

2006 yılının ikinci yarısından sonra durum değişti. Finansman maliyetleri de artmaya başladı. Petrol ve diğer hammadde fiyatlarındaki artışlar hızlandı. Özellikle 2007 yılının ikinci yarısında gelişmiş ülkelerin finans sisteminde yaşanan çalkantılar nedeniyle para politikaları gerekli tepkiyi yeterli ve zamanında veremedi. Finansal sistemin istikrarı ve ekonomik büyümenin korkutucu boyutlarda darbe yememesi merkez bankalarının önceliği oldu. Farklı ülkeler, aynı kaygılarla farklı gibi görünen tepkiler verdiler.

Amerika’da kısa vadeli faizler hızla indirilip para politikası olabildiğince gevşetildi. Avrupa yükseltmekte olduğu kısa vadeli faizleri bir anlamda dondurdu, düşürmekten çekindi. Aynı olgu Japonya’da yaşandı. Sonuç benzerdi. Bazıları para politikasını çok gevşetti. Bazıları yeteri kadar sıkamadı.

Finansal sitem göreli istikrara kavuştukça "enflasyon korkusu" yayılmaya başladı. Son aylarda, herkes enflasyonla beraber ekonomik durgunluğu, "stagflasyon" olgusunu konuşmaya başladı. Bu arada, önce petrol ve gıda fiyatlarındaki izole artışlar gibi görünen olgu şimdi daha geniş bir alana yayılmaya başladı.

Bu alanda merkez bankaları boş bulundu denilebilir. İkincil etkilerin gerçekleşmesi olasılığı yeterince ciddiye alınmadı. Ortalama enflasyon artma eğilimine girdi. Hepsinden daha tehlikelisi, ortalama enflasyonu göz önüne alan fiyatlandırmalar yoluyla ekonomilere daha kalıcı enflasyon olgusu aşılanmaya başlandı. Ücret artışlarında hızlanma gündeme geldi. Türkiye de benzer yanlışları yaptı.

RAKAMLAR

Üretici fiyatları artışındaki hızlanma artık dikkat çekici boyutlara geldi. Son veriler üretici fiyatlarının Amerika’da yüzde 7.2, Euro Bölgesi’nde yüzde 6’nın üzerinde arttığını gösteriyor. İngiltere’de üretici fiyatları yüzde 9 civarında artıyor. Tüketici fiyatları Amerika’da yüzde 4.2, Euro Bölgesi’nde yüzde 3.7, İngiltere’de yüzde 3.3 artıyor. Amerika ve İngiltere belli bir süre bu düzeydeki enflasyona müsamaha gösterecekmiş gibi dururken, Alman Bundesbank ekolünden gelen Avrupa Merkez Bankası’nın bu enflasyonu kabul edebilmesi zor görünüyor.

Yakın zamanda galiba bütün ülke merkez bankaları Bundesbank gibi davranmak zorunda kalacak. Türkiye bunu becerebilir mi, bilmiyorum. Ama, geldiğimiz noktada o şekilde davranmak zorunda olduğu bir gerçek. Çünkü, "enflasyon ile büyüme arasında kabul edilebilir bir denge" bulmak diye bir olgu yok. Bulunabilecek tek denge, kısa dönemde enflasyonu yenerek orta dönemde büyümenin önünü açmaktır.
Yazının Devamını Oku

Bize de bu yakışır

22 Haziran 2008
HUKUKUN üstünlüğü ya da hukuk devleti gibi kavramların sıkça kullanıldığını görürüz. Ama, gerçekten bu kavramların ne olduğunu bildiğimiz tartışmalıdır. Madem ki, hukukun üstünlüğü vardır, kamunun verdiği kararlar için yargı yolu açık olmalıdır. Buraya kadar güzel. Sonra saçmalamaya başlıyoruz.

Bu kavramları yozlaştırıyoruz. Son örneğini geçenlerde gördük. Birileri çıktı ve dedi ki, Merkez Bankası’nın uyguladığı politikalar da, uygulanan politikaların içerdiği kararlar da yargının denetiminden geçmelidir! Geçenlerde böyle bir komikliğin yaşanacağı yönünde gazetelerde haberler vardı.

Gazetenin ekonomi sayfasında çıkan bir pazar yazısında bundan daha komik bir konu bulunamaz herhalde.

PARA BASMANIN HUKUKU

Habere göre, Merkez Bankası’nın faiz artırımlarına yargı yoluyla itiraz edilecekmiş. Faiz artırım kararlarının yürürlülüğünün durdurulması ve iptali talep edilecekmiş. İtiraza gerekçe olarak Amerikan Merkez Bankası (FED) gösteriliyormuş. FED, enflasyon riskine rağmen faizleri indiriyormuş. Piyasalar rahat etsin diye bolca para basıp piyasaya sürüyormuş. Bizim Merkez Bankası niye FED’in tam tersini yapıyormuş? Aslında, bazı hükümet üyeleri de böyle düşünüyor.

Müthiş bir yaklaşım. Ama, bu kadarla da yetinilmemeli!

Merkez Bankası’nın faiz artırımı ile artan kredi faizleri yüzünden finansman maliyeti artan şirketler de Merkez Bankası’nı mahkemeye vermeli! Tazminat talep etmeli! Bu yolla Merkez Bankası’nın basmamakta dirediği para yargı yoluyla elde edilebilir. Ekonomi rahatlar! Hukukun üstünlüğü tesis edilmiş olur. Bir hukuk devleti olduğumuzu bütün dünyaya göstermiş oluruz!

Bir kamu kurumunun başına buyruk istediği gibi faizlerle oynamasının önüne geçilmeli! Merkez Bankası’nın topluma verdiği zararlar yalnızca faiz kararları ile sınırlı değil. Suni olarak döviz kurları bastırılıyor! Türk parasına değer kazandırılıyor. İhracatçı mağdur ediliyor. Milyarlarca dolar yabancılara gidiyor. İhracatçılarımız da Merkez Bankası’nın bu tavrı karşısında yargıya gitmeli! Tazminat istemeli. Merkez Bankası bu yolla da para basmaya zorlanmalı.

Tüketiciyi koruma dernekleri de devreye girmeli. Belli başlı gelişmekte olan ülkelerde yıllık enflasyon yüzde 4-5 civarındayken, Türkiye’de enflasyonun yüzde 10’un üzerinde olması tüketicileri mağdur ediyor. Madem ki, yasa Merkez Bankası’na fiyat istikrarını sağlama ve kollama görevi vermiştir, Merkez Bankası bu görevini yerine getirmemektedir. O halde, yargı yoluyla tüketiciler de haklarını aramalıdır!

HUKUKU ARKAMIZA ALALIM

Hep beraber Merkez Bankası’nın para basması için bir bahane bulup yargıya gitmeliyiz! Ama, yanlış yapmayalım. Davaları hem ceza, hem asliye hukuk mahkemelerinde, hem de Danıştay’da açalım. Ola ki, birinden biri görevsizlik kararı vermesin. Gereksiz zaman kaybetmeyelim.

Bize de bu yakışır. Hukukun üstünlüğü olan bir ülkede iktisadi geleceğimizi vatandaşların ve iş aleminin ekonomik durumunu bir kamu kurumunun iki dudağı arasından çıkacak kararlara bağlayamayız!

Hukuk gereğini yapmalı. Daha fazla enflasyon için hukuku arkamıza almalıyız! Kazara ekonomik istikrarı yakalarsak, o takdirde de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gideriz.

Trajikomik bir ruh halindeyiz.

İyi pazarlar.
Yazının Devamını Oku