11 Ekim 2004
<B>AVRUPA Birliği </B>üyeliğine yönelik sürecin başlamasına çok yaklaştık. Komisyon raporunun orasına burasına itiraz edilebilir, burun kıvrılabilir. Satır aralarından çeşitli anlamlar çıkarılabilir. Ne olursa olsun, üyeliğe yönelik önemli bir aşama geçilmiştir. Bunun gibi daha çok aşama bizleri bekliyor.
Üyelik müzakerelerinin sonuçlanmasına yönelik bir tarih hedefi verilebilirdi. Bu kez de tarihi beğenmeyecektik. Çok uzun bir süre hedeflendiği gerekçesiyle bozulacaktık.
Serbest dolaşım konusunda çok sert olunmayıp Türkiye ekonomisinin ortalama gelir açısından Avrupa ekonomilerinin ortalamasına yaklaşması serbest dolaşım için bir kriter olabilirdi. Böyle bir kriteri de serbest dolaşımın olmayacağı anlamında yorumlayacaktık.
Müzakerelerin kesilebileceği ya da müzakerelerin mutlaka bir üyelikle sonuçlanmayabileceği bu denli açıkça belirtilmeyebilirdi. Böyle bir yaklaşım bizleri memnun ederdi, ama gerçeği değiştirmezdi. İki taraf da müzakereleri her zaman kesme iradesine sahiptir. Bunu 1970’lerin sonunda göstermedik mi?
Raporun içinde olumsuzluklar arayacağımıza, olumsuzlukları olumluya çevirebilecek girişimlerde bulunmamız uzun dönemde çok daha yapıcı bir tutum olacaktır. Herkesin beklentileri farklı da olsa (çoğumuzun kafasından AB’den kaç para geleceği geçmektedir), amaç, Türkiye’nin, insanıyla, hukukuyla, ekonomisiyle, çevresiyle, havasıyla ve genel görünümüyle Avrupalılaşmasıdır. Bu yolda yürüdüğümüz taktirde, Avrupa Birliği’ne üyeliğin gerçekleşmesi amaç olmaktan çıkıp sonuç olacaktır. Ama, Avrupalı olmak sonuç değil, süreçtir. İşe bir Türk gibi başladık. Önümüze çıkan engellere takılarak konudan soğumamamız gerekiyor. Avrupa Birliği üyeliğini hep gündemde tutmamız gerekiyor. Yaptığımız her şeyde Avrupa Birliği perspektifini gözden kaçırmamamız gerekiyor. Bu konuda en büyük görev sivil toplum örgütlerine, piyasalara, yazılı ve görsel basına düşüyor.
Nasıl ki, IMF ile ilişkilerde piyasalar çok önemli bir rol oynamaktadır, aynı şekilde, piyasalar, AB’ye yönelik reformlarda siyasetçiler üzerinde en büyük baskı unsuru olacaklardır. Piyasanın sopasından daha iyisi icat edilmemiştir.
Avrupa Birliği’nin genişlemesi doğal olarak uzun bir süre yavaşlayacaktır. Son dönemde Birlik çok hızlı genişledi. Romanya ve Bulgaristan’ın da katılımıyla 2007’de 27 üyeli bir Birlik olacaklar. Yeni girenlerin hepsi göreli olarak fakir ülkeler. Bu ülkeleri Avrupa Birliği’nin hazmetmesi her açıdan sorunlu ve zor olacak.
Her şeyden önce, Avrupa Birliği’nin büyük ülkelerinde sorunlar var. Avrupa ekonomilerinin çoğunda üretimde verimlilik artmıyor, azalıyor. 1960’lı ve 70’li yıllarındaki ‘refah devleti’ anlayışıyla, bu ülkeler sosyal güvenlik sistemlerini iflasa sürükledi. Çok güçlü yapısal reformlar yapmak durumundalar. Ama, siyasi gerekçelerle reformlar erteleniyor. Ertelendikçe, sorunlar daha da fazla büyüyor.
Kıta Avrupa’sında ekonomik büyümeye bir türlü geçilemiyor. Motor ateşlemiyor. Bütçe açıkları Avrupa Birliği kriterlerinin üzerine çıkmış durumda. Kriterleri gevşetmeyi kriterlere uymaya çalışmaya tercih eder bir tavır takınıyorlar. Bu ülkeler zora girince Avrupa Birliği’nin kendisi de zora giriyor. O kadar ki, İngiltere’nin Birlik bütçesinden alması gereken 4 milyar Euro’yu almaması için İngiltere’ye ricacı olunuyor.
Birlik bu zorluklarla boğuşurken, üzerine Türkiye’yi hazmetme zorunda kalması çok gerçekçi değildir. Kaldı ki, Türkiye tek başına, son katılan ülkelerin neredeyse tümüne eşit büyüklüktedir. Yani, Türkiye çok büyük bir lokmadır.
Bu aşamada, Türkiye için tarihten çok sürecin başlaması çok daha önemlidir. Odaklanmamız gereken yer Türkiye’yi düzlüğe çıkaracak Avrupalılaşma sürecinde kararlılıkla ilerlemek olmalıdır. Kafayı tarihe taktığımızda, zorlu süreci ıskalama olasılığımız çok fazladır.
Borçlanabilme tek çözüm değil
AĞUSTOS ayı itibariyle son on iki ayda cari işlemler açığı 13 milyar dolar oldu. Türkiye’ye giren yabancı sermaye (doğrudan yatırımlar ve borçlanmalar) 16.5 milyar dolara yaklaştı. Gelen paraların 4.2 milyar doları borçlanma değildi. Gerisini borçlandık. Merkez Bankası ve bankaların döviz rezervleri 4.6 milyar dolar arttı, gelen paraların gerisini yedik.
Bu yılın kalan kısmında 2.4 milyar dolar cari işlemler açığı verirsek, 2004’ü 13 milyar dolar civarında cari işlemler açığı ile kapatırız. Gelecek yıl da Türkiye’nin borçlanma kapasitesi bu yılki kadar, hatta daha fazla olabilir.
Avrupa Birliği üyeliğine yönelik olumlu gelişmeler Türkiye’nin borçlanabilme kapasitesini olumlu etkileyecektir. Dolayısıyla, döviz açığı ekonomik büyüme üzerine 2005’te bir kısıt olmayabilir. Saçmalamazsak, ülkenin uluslararası piyasalardan borçlanabilme kapasitesi artacaktır, ama kısa dönemde doğrudan yabancı sermaye girişinde bir patlama beklemek gerçekçi değildir.
Ekonomik büyüme üzerindeki kısıt, üretimde verimlilik artışının eskisi kadar olmaması nedeniyle, iç talep büyümesinin enflasyon üzerindeki olası olumsuz etkisidir. Türkiye fiyat istikrarını tesis etmek yönünde ciddi bir tutum takınacaksa, ekonomik büyümeyi daha makul sınırlara çekmek zorundadır.
Bundan önceki ekonomik istikrar çabaları siyasetçilerin ‘tutmayın elimizi, ne kadar hızlı büyürsek o kadar iyi’ anlayışına takıldı. Bu kez de aynı anlayışa takılırsak, yazık olur. Neyse ki, bu kez bizi gözleyen IMF ve AB var.
Belki de, tarihimizde ilk kez gelecek yıl, borçlanabilme olanaklarımız arttığı halde, borçlanma iştahımızı engelleyip ekonomik büyümeyi düşüreceğiz. ‘Büyüyebildiğimiz sürece büyüme’ formülü ancak fiyat istikrarını bozmadığı dönemlerde geçerli olabilir. O noktadan şimdilik uzaklardayız.
2005 daha zor bir yıl olacak
İŞLER iyiye gittikçe, işimiz zorlaşmaktadır. Yüksekte kalmak yükselmekten daha zor olduğu gibi, beklentiler ne kadar olumlu olursa olsun, işlerin daha iyi gitmesi için 2005’e dönük daha kararlı ve disiplinli olmak zorundayız.
Enflasyon yüzde 10’lara indi, ama tek haneli rakamlara inip oralarda kalması çok daha büyük çaba isteyen süreçtir. Petrol fiyatları işimizi zorlaştırıyor. İç talep büyümesinin ciddiye alınmaması fiyat istikrarına büyük tehdittir.
Bu yıl üretimde verimliliğin beklentilerin çok üzerinde artması hem enflasyon, hem de ekonominin uluslararası rekabetçi konumu açısından çok büyük sorun yaratmadı. Ama, her yıl üretimde verimliliğin aynı hızda artmasını bekleyemeyiz. Verimlilik artışı sonsuza kadar devam edebilecek bir süreç değildir.
Son üç yıldır, verimsizliğin köpüğü alındı. Gidilecek biraz daha yol vardır. Ama, verimlilik artışı artık hızını keserek devam edecektir. Bu taktirde, hem uluslararası rekabet açısından hem de fiyat istikrarını tesis etme açısından zorlanacağız. Merkez Bankası raporu bu riske haklı olarak yer veriyor.
Bu zorlanma 2005 yılını ekonomik birimler için 2004 yılından daha zor bir yıl yapabilecektir. Bu yıl yüzde 10 civarında büyüyoruz. Hala hayatımızdan şikayetçiyiz. Gelecek yıl büyüme düşebilecektir. Borç bulamadığımızdan değil, enflasyonla mücadele etmek zorunda olduğumuzdan, büyümeden feragat etmek zorunda kalabiliriz.
Fiyat istikrarı içinde yaşamak bizi zorlayacaktır. Şimdiden zorlanıyoruz.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2004
<B>SANAYİ Devrimi</B>’nin 19. yüzyılın ortalarında İngiltere’de başladığı kabul edilir. Sanayi Devrimi sayesinde <B>evde basit üretim</B> modeli terk edilmiş <B>fabrikalarda toplu üretim</B> modeline geçilmiştir. Toplumda kendisi için değil, bir sermayedar için çalışan ücretli kesim artmıştır. Toplumun çeşitli kademelerinde sınıflaşma belirginleşmiştir.
Üretim modelinin değişmesi teknolojiyi ve teknolojik değişmeyi önemli hale getirmiştir. O döneme kadar genellikle teorik fen bilimleriyle uğraşan bilim adamları uygulamaya dönük çalışmaları başlatmışlardır. Bu yönde öğrenci yetiştirmeye başlamışlardır. Üretimin artması için ‘buluş’ önemli hale gelmiştir. Evreni anlayabilmek kadar, günlük yaşantıyı da kolaylaştırmak önemli hale gelmiştir.
Okullar eğitim sistemlerini değiştirmek zorunda kalmışlardır. Klasik eğitime yeni bir rakip çıkmıştır: uygulamalı fen bilimleri eğitimi.
C.P. SNOW
Sanayi Devrimi’nden bir asır sonra C. P. Snow İngiltere’deki prestijli Rede Konferansı’nda yaptığı konuşmada İngiliz toplumunu bir asır önce gerçekleşen Sanayi Devrimi’ni ve sonuçlarını anlayamamış olmakla suçlar. Klasik bilimlerle (edebiyat da dahil disiplinlerle) fen bilimlerinin iki ayrı kamp halinde yaşamlarını devam ettirdiğini, bu iki kampın birbirini anlamadığını, anlamaya da çalışmadıklarını söyler.
Snow bu konuşmasına çok büyük tepkiler alır. Olumlu tepkilerin yanında, olumsuzlar çoğunluktadır. İngiltere’nin eğitim sistemini yerden yere vurur. Sanayi Devrimi’nin, sonuçlarından azami faydanın sağlanması açısından, bu iki kampı birleştirmesi gerektirdiği halde, İngiltere’nin seçkinlerinin ve bir bütün olarak toplumun bu sürece direndiğini iddia eder. 1950’lerde, soğuk savaşa rağmen, Amerika ve Rusya’nın bu konularda çok daha başarılı olduğunu söyler.
Sanayi devrimi klasik disiplinleri bilen fen bilimcilerine, fen bilimlerinden haberdar klasik disiplinlerde yetişmiş insanlara ihtiyacı vardır. Devrimi başlatan ülke bu gereksinimin farkında değildir. Biraz da aşırıya kaçarak, Snow, termodinamiğin ikinci yasasını bilen kaç edebiyatçı vardır diye sorar.
C. P. Snow eğitimine ve iş hayatına bilimci olarak başlamıştır. 1930’ların Cambridge Üniversitesi’nde Bertrand, Keynes, Hardy, Littlewood, Ramajuan gibi matematikçiler, iktisatçılar ve felsefecilerin yanında uygulamalı fen bilimlerinde bilim adamı olarak çalışmıştır, dersler vermiştir. 1940 yılında ünlü matematikçi H. G. Hardy’nin kaleme aldığı, Türkçe’ye de çevrilip TÜBİTAK tarafından basılan Bir Matematikçinin Savunması (A Mathematician Apology) kitabına Hardy’nin ölümünden sonra önsöz yazan da C. P. Snow’dur.
Başarılı bir bilim adamıyken, bir arkadaşıyla beraber geliştirdiği A vitaminin yapay yollarla elde edilebileceği konusundaki tezi başkalarınca yanlış olduğu gösterilince, yaptığı işten soğur. Kısa bir süre sonra bilimi bırakıp edebiyat ile uğraşmaya başlar.
Başarılı bir edebiyatçı olur. 1940’ların sonu ile 1950’lerin başında çok başarılı hikaye ve romanları basılır. Kendi deyimiyle, iki kampta da bulunmuştur. O dönemin İngiltere’sinde bilimin de, klasik disiplinlerin de kaymak tabakasıyla tanışmıştır. Kampların birbirleri hakkındaki bilgilerinden ve birbirleri hakkındaki düşüncelerinden haberdardır.
İKİ KÜLTÜR
Snow’un ‘İki Kültür’ adını verdiği tezi bugün dahi İngiltere’de tartışılmaktadır. ‘İki Kültür’ tezinin ilk ortaya atılmasından kırk beş yıl sonra, Sanayi Devrimi’nden yüz elli yıl sonra Sanayi Devrimi’nin Sanayi Devrimi’ni gerçekleştiren ülkede iyi anlaşılıp anlaşılmadığı konuşulmaktadır.
Küreselleşme göreli olarak çok yeni bir olgudur. Acaba bizler küreselleşmenin ne olduğunu ve sonuçlarını anlamaya çalışıyor muyuz?
Gelecek pazar devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2004
2001 Krizi’nin getirdiği yüklerden biri bir takım kamu borçlarının parasallaşmasıydı. Yani, Merkez Bankası Hazine bonosu karşılığında bir takım kamu kurumlarına nakit para verdi.Bu şekilde, bazı kamu kuruluşlarının piyasaya olan borçları azaltıldı. Para piyasası bu yolla rahatlatıldı.Bazı kamu borçlarının parasallaşması sonucunda, Merkez Bankası uzun vadeli Hazine bonolarını portföyünde taşımak zorunda kaldı. Kamuya yeni kredi açmış oldu. Piyasanın talep etmediği bir likiditeyi piyasaya vermiş oldu. Para piyasası talep etmediği nakit parayı bir şekilde değerlendirmek zorundadır. Normal ticari ya da bireysel krediler yoluyla elindeki likiditeyi eritemeyen bankacılık sistemi parayı yine Merkez Bankası’na vermeye çalışır. Yani, Merkez Bankası piyasadaki fazla likiditeyi borç alarak emmeye çalışır. 2001 yılından beri bunu yapmaya çalışmaktadır.ETKİN PARA POLİTİKASIMerkez Bankası’nın para piyasasından borç alması aslında trajikomik bir olaydır. Parayı borç alacaksa, bir merkez bankası neden para basar ki? Bizde olduğu gibi, parayı başka nedenlerle basmak zorunda kalır. Bastıktan sonra da, çarpıklığı asgariye indirmek için bastığı parayı borçlanmaya çalışır.Merkez Bankası’nın bilançosundaki uzun vadeli ve getirisi piyasa getirisinin altındaki Hazine bonoları bir anlamda faiz kazanan, ama aslında kötü kredi niteliğindedirler. Merkez Bankası istediği zaman, gerekli gördüğü zaman bu bonoları elinden çıkaramaz. Çıkardığında, faizleri yükseltmekle suçlanır. Hazine’nin tekerleğine taş koymakla itham edilir.Zaten bu bonoları elinden çıkarabilse, bonoları piyasaya satıp borçlanmak zorunda kaldığı parayı maliyetsiz bir biçimde piyasadan çekebilecek duruma gelebilecektir.Para politikası Merkez Bankası’nın piyasadan borçlandığı durumda değil, Merkez Bankası’nın piyasaya borç verdiği durumda etkindir. Şimdiki haliyle, Merkez Bankası borçlanacağı paraya bir faiz biçmekte, piyasa istediğinde, Merkez Bankası’na borç vermektedir. İstemediğinde, piyasada kalacak başı boş para Merkez Bankası’na sıkıntı verebilecektir. Merkez Bankası’nın piyasadan alacaklı durumda olduğunda ise, ipler Merkez Bankası’nın elinde olacak, Merkez Bankası’nın belirlediği kısa vadeli faizlerin orta-uzun vadeli faizlerin belirlenmesinde de etkili olacaktır.KİMİNLE BÜTÜNLEŞECEK?Hazine, belli bir program dahilinde, ama çok uzun olmayan bir vadede, Merkez Bankası’nın elindeki Hazine bonolarını mümkün olduğunca çabuk itfa edip, yani Merkez Bankası yerine kendisi piyasadan borçlanarak, Merkez Bankası’nın piyasadan borçlanma durumunda kalmasına son vermelidir. Enflasyonla bu aşamadan sonra mücadele etmekte ve fiyat istikrarını korumakta bu önemli bir strateji olacaktır.Yakın zamanlara kadar kamu sektörü Merkez Bankası ile bütünleştirilerek ekonomik analiz yapılır ve sorunlara çözüm aranırdı. Eğer fiyat istikrarını bir hayat tarzı olarak seçeceksek, Merkez Bankası’nı kamu sektörüyle değil, bankacılık sektörüyle bütünleştirerek sorunlara çözüm aramayı alışkanlık haline getirmeliyiz.Bütün olumlu beklentilere rağmen, 2005 yılı enflasyonla mücadele açısından çok zor bir yıl olacaktır. Dolayısıyla, Merkez Bankası’nın elinin güçlendirilmesi özel bir önem taşımaktadır.
button
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2004
<B>GELİŞMEKTE </B>olan ekonomilerde <B>dalgalı kur rejimi</B> altında fiyat istikrarını sağlamak ve korumak kolay bir iş değildir. Bu çeşit politikaları öneren IMF gibi kuruluşlar da bu gerçeğin farkındalar. O nedenle kur değişmeleri ile enflasyon ilişkisi (pass through) son dönemde iktisatçıların kafasını en fazla meşgul eden konulardan biri olmuştur.
Gelişmiş ekonomilere bakarak kur değişmeleri ile enflasyon arasında önemli bir ilişki yoktur demek çok mümkün değildir. Örneğin, Amerikan doları son üç yıl içinde yüzde 50’ye yakın değer kaybetmiştir. Ama, son üç yıldaki toplam enflasyon Amerika’da yüzde 10’dan fazla değildir.
FARKLI YAPILAR
Amerika için doğru olan gelişmekte olan ekonomiler için de doğrudur anlamına gelmiyor. Her şeyden önce, döviz kurları gelişmekte olan ülkelerde fiyatlama açısından bir çapa görevi görüyor. Dolayısıyla, beklentiler açısından, döviz kurlarının artması, dış ticaretle ilgisi olsun olmasın, diğer fiyatların da artması gerektiği anlamına geliyor.
Gelişmekte olan ülkelerde üretim genelde ithalata bağımlıdır. Döviz kurlarının değişmesi yalnızca ithal edilen tüketim mallarının fiyatlarını etkilememekte, üretimin maliyetini de doğrudan etkilemektedir.
Gelişmekte olan ülkelerin çoğunda ya fiyat istikrarı yoktur ya da fiyat istikrarı altında yaşanmış süre göreli olarak çok kısadır. Bu ülkelerde, döviz mali yatırımların hatırı sayılır bir bölümünü oluşturmaktadır. Daha da önemlisi, döviz kurları, faizlerle birlikte gelişmekte olan ülkelere giden yabancı mali sermayenin en önemli parametrelerinden biridir.
Gelişmekte olan ülkelerde döviz kuru değişmeleri genellikle keskin ve yüksek oranda olmaktadır. Dolayısıyla, yüzde 50 oranında yerli paranın yabancı paralara karşı değer yitirmesi üç-beş yıla yayılmamakta, üç-beş ayda, hatta çok daha kısa bir sürede gerçekleşmektedir. Döviz kurularındaki değişme bir eğilim değil, bir şok niteliği almaktadır. Dolayısıyla, gelişmekte olan ülkelerde sert döviz kuru değişmeleri genellikle beklenmedik bir olay niteliğindedir.
Bu yapı altında, döviz kurlarında göreli bir istikrar yaşandığı dönemlerde döviz kuru değişmeleri ve enflasyon arasındaki ilişkinin çok fazla olmadığını iddia etmek çok gerçekçi olmamaktadır. Çünkü, döviz kurlarında bir şok yaşandığında, kurlardan enflasyona geçiş hem çok çabuk olmaktadır hem de neredeyse bire bir olabilmektedir.
ŞOKTAN KAÇINMA
Döviz kurlarında göreli istikrar yaşandığı dönemlerde ise geçişin çok azaldığı ve olan geçişin de giderek daha fazla zaman aldığı gibi bir görüntü çıkmaktadır. Ama, bu görüntü aldatıcıdır.
Örneğin, Brezilya’da döviz kurlarındaki değişmenin enflasyona yansıması Haziran 1999’dan sonra yüzde 15 gibi hesaplanmıştır. Yani, her yüzde 10’luk devalüasyon ortalama enflasyonu yüzde 1.5 artıracakmış gibi görünmüştür. En azından geriye dönük gözlemlerden elde edilen tahminler bu yönde olmuştur. Ama, Ağustos 2002’den sonra yaşanan devalüasyon deneyimine bakıldığında, Brezilya’da kurlardan enflasyona geçişin yüzde 60’ın çok üzerinde olduğu görülmüştür.
Eğilim ile şoklar arasında yapısal çok büyük farklılıklar vardır. Bu gerçek Türkiye için de çok farklı değildir. Dolayısıyla, fiyat istikrarını oluşturup korumaya çalışırken, döviz kurlarında şoklara neden olabilecek gelişmeleri durdurmanın yollarını aramalıyız.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2004
<B>AVRUPA Birliği</B>’ne gireceğimiz için Adalet Bakanı Cemil Çiçek ‘A<B>rtık herkes kendi çıkarına göre kuralları değiştirmeyecek ya da kural koyamayacak</B>’ demiş. Dediği doğru da, hukuka uysun ya da uymasın, kendine göre kural koyan, koyduğu kuralları duruma göre değiştiren asıl bizim devletimizin kendisidir.
Bunun en iyi örneği de Bankalar Yasası’nda son dönemde yapılan ve yakında yapılması planlanan değişikliklerdir. Hukukta ‘yasalar çıktığı günden itibaren geçerlidir, geçmişe uygulanmaz’ denir. Bizde uygulanır. Bir yasayla af çıkarılır. Bir başka yasayla affa giren bir eylem yeniden suç sayılır. Geçmişte suç olmayan olaylar bir yasayla geçmişe uygulanarak suç haline getirilir. Bütün herkes de bu uygulamaya alkış tutar.
İLERİYE ODAKLANMAK
Bankacılıkta her önüne gelene bankacılık lisansı verilmiştir. Parası olana bankacılık yaptırmak yerine, bankacılık yoluyla para kazandırılmaya çalışılmıştır. Daha sonra, işi yüzümüze gözümüze bulaştırınca, hortumcu avına çıkılmıştır. Halbuki, geçmişte hortumculuk devlet eliyle özendirilmiştir.
Geriye uygulanan yasalara Adalet Bakanlığı katında itiraz edildiğinde, ‘Konuyu biz getirmedik, BDDK böyle istiyor’ denmektedir. BDDK’ya sorulduğunda, ‘IMF istedi’ deniyor. IMF’ye siz ne istiyorsunuz dendiğinde, ‘Biz yasaların geriye işletilmesini değil, hukuki boşluk olmasın diye BDDK’nın alacağı eylemlerin yasaya konmasını istiyoruz’ diyorlar. Acaba, Türkiye’de yasaların geriye doğru işletilmesini kim istiyor?
Bankacılığın bunca sorunları dururken, ileriye değil, geriye odaklanmış bulunuyoruz. Sanki, geçmişte yapılan hataların cezası verildiğinde bankacılık sektörünü adam etmiş olacağız. Suçlular evrensel hukuka uygun yasalar çerçevesinde cezalarını bulmalıdırlar. Ama, bankacılık gibi bir sektörün geleceği ihmal edilmemelidir.
FARKLI KURLAR
Bankaların haziran 2004 bilançoları incelendiğinde, her bankanın kendine göre bir döviz kuru uyguladığı görülecektir. Ne tesadüftür ki, dövizde açık pozisyonu olan bankalar genellikle düşük kur uygulamakta, dövizde kayda değer bir pozisyon tutmayan bankalar Merkez Bankası’nın açıkladığı kurlar civarında bilançolarındaki döviz kalemlerini değerlendirmektedirler.
Haziran sonu itibariyle Merkez Bankası dolar kuru 1 milyon 485 bin lirayken, bilançosunu 1 milyon 445 bin liradan değerlendiren bankalar vardır. Serbest kur rejimi bankalar arasında yüzde 3’e varan farklı kur uygulamaları değildir. Serbestlik, anarşi ile bir tutulmamalıdır. Herkes kendine göre farklı kurlar uyguladığında, bankaları aynı bazda değerlendirmek mümkün olamaz. BDDK bu konuda ne yapmayı düşünüyor?
Eylül sonunda bankaları dolaşıp döviz bozdurdum. Yine bankalar arasında yüzde 3’e varan farklar vardı. İşin daha da komiği, bir banka müşterisi olmadığım için dövizimi bozmadı. Halbuki, bankalar müşteri ayırımı yapamazlar. İlan ettikleri fiyatlardan herkese hizmet vermek zorundadırlar. BDDK bu konuları hiç düşünüyor mu?
Bu çeşit konuların üzerine eğilip bankaları bundan sonra soyguncu değil de, itibarlı kuruluşlar hale getireceğimize geçmişin hesaplarından kurtulamayıp kendimize çok kolayca içine düşebileceğimiz yeni kuyular açmakla meşgulüz.
Avrupa Birliği’ne üye olduğumuzda birçok şeyi şimdi yaptığımız gibi yapamayacağız. Ama, kafalarımız yine şimdiki gibi çalışmaya devam edecek. Çünkü, alışmışız bir kere. Yasaları değiştirmek kolaydır. Ama, kafaları değiştirmek nesiller alabilir.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2004
<B>ÖNÜMÜZDEKİ</B> bahar aylarına kadar ortalama enflasyonun tarım fiyatlarındaki artıştan kaynaklığını söyleyeceğiz ve yazacağız. Tıpkı, yaz aylarındaki enflasyonun eksi çıkmasının arkasında tarım fiyatları olduğu gibi, şimdi de, ortalama enflasyonun beklentilerin üzerinde gerçekleşmesi tarım fiyatlarından kaynaklanıyor.
Tarım fiyatları mevsimsel hareketliliği çok olan fiyatlardır. Yazın üretilen ürünler piyasaya çıktığında ucuzluk olur. Yaz mevsimi sonunda ürünler pahalılaşmaya başlar. Bir de kuraklık olduğu zaman tarım fiyatları daha da olumsuz etkilenirler.
FİYAT REKABETİ
Tarım fiyatlarının mevsimsel oynaklıklar göstermesi olağandır. Ama, mevsimden mevsime tarım fiyatlarının bu denli oynak olması biraz da Türkiye’ye özgü bir olaydır. Çünkü, fiyat açısından Türkiye’de uluslararası rekabete en az açık sektörlerden biri tarım sektörüdür.
Gelir yerine fiyat yoluyla tarım sektörünün desteklenmeye çalışılması tarım sektörünü uluslararası rekabetten soyutlamıştır. Tarım sektörünün desteklenmesi adına yurt içinde dünya fiyatlarının iki katına varan fiyatlar oluşturulurken, çeşitli yollarla ithalat engellenmektedir. Ürün fazlası olduğunda da, devlet sübvansiyon vererek ürün fazlası ihraç edilmektedir.
Tarım fiyatları düşme eğilimindeyken devlet tarafından bir şekilde müdahale edilmektedir. Fiyatlar fırlarken alkış tutulmaktadır. Bir tarım ürününde üretim fazlası olduğunda, ilgili grupların devletin piyasaya girerek üretim fazlasını almasını talep ettiklerini çok görmüş ya da duymuşsunuzdur. Şimdi olduğu gibi, tarım fiyatları fırladığında, devletin ithalatı açıp fiyat artışlarını engellemesi gerektiğini söyleyeni hiç duyup gördünüz mü?
Diğer mal ve hizmetlerde olduğu gibi, tarım fiyatlarının da belli bir istikrara kavuşabilmesi için sektörün uluslararası rekabete açık olması en önde gelen koşullardan biridir. Sektörün rekabete açık olması tarım sektörünün desteklenmemesi anlamına gelmemektedir.
OYNAKLIĞIN BOYUTU
Yıllık bazda enflasyonun yüzde 10’lar civarında olan bir ekonomide bir ay içinde tarım fiyatlarının ortalama yüzde 5-6 değişmesi normal karşılanabilecek bir olgu değildir. Yakın geçmişe baktığımızda, ilginç bir manzara görmekteyiz.
2003 yılında toptan eşya fiyatları bazında enflasyon yüzde 31’den yüzde 14’e inmiştir. Buna karşılık yılın ilk beş ayında tarım fiyatları yüzde 38 artıp mayıs ayı ile eylül ayı arasında yüzde 15 düşmüştür.
2004 yılı başında enflasyon yüzde 14 iken, ağustos ayı itibariyle aynı bazda enflasyon yüzde 12.5’e gerilemiştir. Yılın ilk beş ayında ise tarım fiyatlarındaki artış yüzde 21’e ulaşmış, mayıs-ağustos ayı arasında ise tarım fiyatları yüzde 18 düşmüştür.
Tarım fiyatlarının yılın dört ayında düşüp sekiz ayında yükselmesi ve sonuçta ortalamanın diğer sektörlerdeki fiyat artışlarına yaklaşması sorunu çözmemektedir. Enflasyonsuz bir ortamı kalıcı olarak sağlayacaksak, bu denli oynaklığında önüne geçilmelidir. Bunun tek yolu da tarım sektörünün fiyatlandırma açısından uluslararası rekabete açılmasıdır. Bunun adı yapısal reformdur.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2004
<B>BÖLGESEL </B>farklılıklar gösterse de, dünya ekonomisindeki büyüme bu yıl şaşırtıcı derecede yüksek. Uluslararası kuruluşlar <B>dünya ekonomisinin bu yıl yüzde 5 civarında büyüyeceğini</B> tahmin ediyorlar. Şimdi, ekonomi politika yapıcıları açısından marifet bu denli yüksek büyümenin kalıcılığını sağlamaktır.
Gelişmekte olan piyasalarda ekonomik durum daha da iyi. Gelişmiş ekonomilerden gelişmekte olan piyasalara giden sermaye akımı tarihi rekorlar kırıyor. Sermaye akımları yılda 200 milyar doları aştı. Olumlu havanın büyük bir kısmı da bu nedenden kaynaklanıyor.
Ekonomik büyüme, Türkiye, Rusya, Tayland, Arjantin, Brezilya, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Malezya, Polonya, Slovakya ve Güney Kore gibi ülkelerde yüzde 5’in çok üzerinde seyrediyor. Bu ülkelerin hemen hepsinde döviz rezervleri artıyor. Enflasyon düşüyor.
Rusya’da enflasyon yüzde 10’un altına düşmekte zorlanıyor. Türkiye’nin enflasyon konusundaki performansı çok başarılı. Bu ülkelerin arasında enflasyonu çift haneli olan tek ülke yine Türkiye.
Kısacası, dünya ekonomileri genelde iyi bir performans gösterirken, gelişmekte olan ülkelerin uçuşa geçtiğini söylemek çok fazla abartılı olmayacaktır. Ekonomi politikaları yapıcıları açısından şimdi önemli olan yakalanan bu ivmenin korunması ve ekonomik büyümeyi kalıcı hale getirmeye yönelik önlemlerin oluşturulmasıdır.
Riskler elbette vardır. Petrol fiyatlarının çok yükselmiş olması dünya ekonomilerinin büyümesine ve fiyat istikrarına yönelik önemli bir risk teşkil etmektedir. Gelişmiş ülkelerdeki faizlerin artış eğiliminde olması ve gelişmekte olan piyasalarla arasındaki faiz farkının düşmesi sermaye hareketlerinde bir yavaşlama riskini gündeme getirmektedir. Ters yöndeki sermaye akımları gelişmekte olan ülkeleri zorlayacaktır.
Venezuela ve Arjantin dünya ekonomileri için bir risk teşkil etmeye devam etmektedir. Petrol fiyatlarının artması Venezuela’nın biraz toparlanmasına yardım ettiyse de, enflasyon hala yüzde 20 civarındadır. Ciddi bir devalüasyon yaşamışlardır. Arjantin ise hala IMF ile bir program üzerinde tam anlaşmaya varamamıştır. Alacaklılarla masaya oturmamıştır. Borçlarını ödememekte direnmektedir.
Gelişmekte olan ülkelerin çoğunda şimdi bir bayram havası vardır. Aynı paralelde, riskler de piyasaları tedirgin etmektedir. Geçen hafta sonu toplanan G-7 ülkelerinin Maliye Bakanları ve Merkez Bankası Başkanları’nın gündeminde de kesintisiz ekonomik büyümenin önündeki riskleri azaltmanın yolarlını aramak vardı.
Her zaman olduğu gibi, konu gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yapısal reformların hızlandırılmasına gelmektedir. Gelişmekte olan ülkelerdeki yapısal reformlar bu ekonomilerdeki kırılganlıkları azaltırken, gelişmiş ülkelerdeki yapısal reformlar dünya ekonomisini çeken lokomotiflerin duraklamasını önleyecektir.
Bu aşamada, Türkiye’nin ertelediği yapısal reformlara ciddiyetle yaklaşıp kararlılıkla uygulamaya koyması dünya kamuoyunda çok büyük sükse yapacaktır. Bu yaklaşım yabancı sermaye akımı açısından Türkiye ekonomisini çok özel bir yere koyabilecektir.
Ekonominin kırılganlığı azaldı mı?
BU sorunun yanıtı ‘kırılganlık’ nitelemesinin tanımına bağlıdır. Cam kırılgan bir maddedir. Aldığı darbenin şiddetine göre kırılabilir ya da kırılmayabilir. Daha yüksek bir şiddette bir darbede kırılabilir olması camı kırılgan olmaktan çıkarmaz. Gelişmekte olan ülke ekonomileri gelişmiş ülkelere göre daima daha kırılgandırlar. Çünkü, gelişmekte olan ülkelerde kurallar ve kurumlar henüz yerine oturmamıştır. Piyasalar çok daha fazla spekülatiftir. Her şeyden önce, gelişmekte olan ülkeler yabancı mali fonlar ithal eden piyasalardır.
Bu ekonomilerin kırılgan olup olmadıkları ya da kırılganlıklarının azalıp azalmadığı ancak bir darbe oluştuğunda anlaşılacaktır. Örneğin, 1997 Asya ve 1998 Rusya Krizleri’nde Türkiye ekonomisi o dönemde çok da kırılgan olmadığını ispatladı. Ekonominin kırılganlığı daha da azaldı diye düşünülürken, 2001 yılında ekonomi yerle bir oldu.
Brezilya para politikasında enflasyon hedeflemesine geçtikten sonra, döviz kurlarındaki her yüzde 10 artışın enflasyona yıllık bazda yüzde 1.5 kadar bir etki yaptığı hesaplanıyordu. Bu hesaplama yapıldığında döviz kurları göreli olarak oldukça istikrarlıydı. Beklentiler genelde olumluydu. Beklentiler bozulup Brezilya parası yüzde 50 değer kaybettiğinde, enflasyon yüzde 7.5 değil, yüzde 30 oldu. Kur oynamalarının enflasyon üzerindeki yansımasının boyutları değişti. Kırılganlığın azaldığı düşünülen bir dönemde ekonomi yıkılmadı, ama çok ciddi bir darbe yedi. Kırılganlığın gerçek anlamda azalabilmesi için ekonominin şok yaşaması olasılığının azaltılması gerekmektedir. Şok yaşamayı azaltacak etkenler ekonomide ve ekonomik yönetiminde kurumsallaşmanın tamamlanması ve uzun süre her açıdan ekonomik istikrarın yaşanmasıdır. Gelişmekte olan piyasalar ve Türkiye henüz bu noktadan uzaktır. Ekonomi yönetimleri kırılganlığın azaldığı varsayımı ile rehavete düşmemeli, ekonomik birimler de kırılganlığın azaldığı varsayımıyla hesaplayamadıkları riskleri almamalıdırlar.
Bazı ekonomik veriler
DIŞ ticaret açığı ağustos ayı itibariyle son on iki ayda 32 milyar dolar civarına geldi. Toplam dış ticaret hacmi (ithalat ve ihracatın toplamı) aynı dönemde 140 milyar doları geçti. Milli gelirimizin yarısı kadar bir dış ticaret hacmine ulaştık. Ekonomi giderek daha fazla dışa açılıyor. Ama, dışa açılma daha çok ithalattan geliyor.
Sanayi üretimi hız kesmeye niyeti yokmuş gibi görünüyor. Bu yılın ilk yedi ayında on iki aylık bazda imalat sanayi üretimi yüzde 13’e yakın bir artış gösterdi. Yılın geri kalan kısmında imalat sanayi üretimi geçen yıla göre hiç artmasa dahi, yıllık bazdaki üretim artışı bu yıl yüzde 8 olacak.
Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) yılın ilk yarısında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 13.5 arttı. Yılın ikinci yarısında GSMH geçen yılın aynı dönemine göre hiç değişmese dahi, 2004 yılında yıllık bazda ortalama GSMH artışı yüzde 5.8 olacak. Yılın ilk yarısındaki eğilimlerde radikal bir değişiklik olmazsa, yıllık bazda ekonomik büyüme bu yıl yüzde 10’u geçebilir.
Enflasyonda zor bir döneme girdik. Tarım fiyatlarının mevsimsel olarak düşmesi eylül ayı itibariyle durdu. Aksine, tarım fiyatları mevsimsel olarak artmaya başladı. Dolayısıyla, aylık enflasyonda bu gelişmeyi çok daha net görmeye başladık. Petrol fiyatlarının artmaya devam etmesi enflasyon üzerinde bir başka olumsuz baskı yaratacak. Yıl sonu hedefini tutturmak bir sorun değil. Ama, gelecek yıl için konulan yüzde 8 enflasyon hedefini yakalayabilmek için çok ciddi bir çaba gerekecek. Sorun, kira ya da eğitimde fiyatların artması değildir. Her zaman bazı fiyatlar ortalamanın üzerinde artacaktır. Sorun, ekonomide yapısal reformlarda yeterli mesafeyi alamamamızdadır.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2004
<B>YÜKSEK </B>enflasyondan düşük enflasyona geçerken en önemli engellerden biri <B>enflasyon beklentilerinin</B> katılığıdır. Bu dönemlerde, ekonomik birimler enflasyonun ineceğine inanmadıklarından beklentilerini yüksek tutma eğilimdedirler. Bu eğilim de enflasyonun düşmesinde önemli bir engel teşkil eder.
Enflasyonist beklentileri, uygulanan anti-enflasyonist politikalar paralelinde etkileyebilmek için ekonomik birimlerin önüne bir ‘çapa’ koymanın yararlı olduğu düşünülmektedir. Bu çapa, gözlemlenebilen, mümkünse günlük takip edilebilen, ama mutlaka kısa dönemlerde takip edilebilen ve enflasyonu doğrudan ya da dolaylı etkileyebilen bir değişken olmalıdır.
Örneğin, 2000 yılında uygulanan programda önceden açıklanmış kur değişmeleri bir ‘çapa’ olarak kullanılmıştı. Çapa inandırıcılığı olduğunda, ileriye dönük enflasyon beklentileri, uygulanan politikalarla tutarlı hale getirilebilmektedir. Enflasyonu indirme işi kolaylaşmaktadır.
MERKEZ BANKASI TEPKİSİ
Dalgalı kur sisteminde döviz kurlarının bir ‘çapa’ olarak kullanılabilmesi söz konusu değildir. Aksine, çok değişkenlik gösterebilen döviz kurları enflasyon beklentilerini daha da kötü hale getirebilir. Dolayısıyla, bir başka çapaya ihtiyaç vardır.
Ekonomiden ekonomiye değişmekle birlikte, para politikası yapıcılarınca para arzı, Merkez Bankası bilançosundaki bazı kalemler ve kısa vadeli faiz oranları gibi bazı değişkenler çapa olarak kullanılmıştır. Bu çeşit değişkenlerin para politikasını yönlendiren değişkenler olduğu açıklanarak ekonomik birimler beklentilerini bu yolla şekillendirmeleri yönünde ikna edilmeye çalışılmıştır.
Geçen gün düzenlenen, Brezilya deneyimini konu alan konferansta konuşmacı olan Brezilya Merkez Bankası eski Başkan Yardımcılarından Ilan Goldfajn (iktidar değişmeden önceki ekonomik çalkantıda görevde olanlardan biri) çok önemli bir konuya parmak bastı. Kendi deneyimlerinden yola çıkarak dalgalı kur rejiminde hiçbir değişkenin ekonomik birimlerce itibarlı bir çapa olamayacağını, tek çapanın Merkez Bankası’nın çeşitli ekonomik gelişmelere (şoklara) tepkileri (reaction function) olduğunu beyan etti. Çok doğru bir konuya parmak bastı.
Bizde de, Merkez Bankası uygun bir zamanda para politikasında enflasyon hedeflemesine geçileceğini söylüyor. Enflasyon hedeflemesi bir anlamda çapa olarak kullanılacak. Ama, asıl çapa, Merkez Bankası’nın piyasadaki gelişmelere ve farklı makro ekonomik değişkenlere olan farklı tepkileri olacak.
UZUN YOL
Şimdi örtülü olduğu söylenen enflasyon hedeflemesinde, ekonomik birimler Merkez Bankası’nın tepki yelpazesinin henüz genişliğini ya da darlığını anlayabilmiş değil. Çünkü, şimdiye kadarki tepkiler hep faizleri indirme yönünde oldu. Faizlerin yükseltilmesi gerektiğinde Merkez Bankası’nın ne kadar kararlı, ne kadar hızlı ve ne kadar inandırıcı olacağı büyük önem kazanacaktır. Kısacası, gerçek ‘çapa’ ve çapanın inandırıcılığı bir şok sırasında belli olacaktır.
Bu konuda ekonomik birimler Merkez Bankası’nın yalnızca enflasyona odaklandığını gördükçe, para politikasının işi de kolaylaşacaktır. Henüz gerçek sınavdan geçilmiş değil. Ama, enflasyonu tek haneli rakamlara indirip kalıcı bir fiyat istikrarını yakalama konusunda daha çok işimizin olduğu çok açık.
Yazının Devamını Oku