20 Ekim 2004
<B>DÜN </B>konsolide bütçede artık esneklik kalmadığından, <B>faiz dışı fazla</B> hedefinin tutturulmasında yükün giderek <B>bütçe dışı kamu sektörünün</B> üzerine yıkıldığını belirttim. Bunun anlamı, belediyelerin harcamalarını kısıp gelirlerini artırmaya çalışmalarıdır. Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin (KİT) zararlarını asgariye indirmeleri demektir.
Türkiye’de geleneksel olarak zarar eden KİT’ler vardır. Örneğin, devlet kömür ticaretinden hep zarar eder. Devlet Demir Yolları daima zarar eder. Sorun kronikleşmiştir. Elektrik İdaresi borç içinde yüzdüğünden hep zarardadır. Kurlar arttığında, zararları daha da büyür. Ürün iyi olduğunda ve hükümetler popülist davrandığında Toprak Mahsulleri Ofisi’nin iki yakasını bir araya getirmesi olanaksızdır.
Bazı KİT’ler devletten yardım almasalar, bırakın diğer masraflarını karşılamayı, elde ettikleri cirolarla çalıştırdıkları insanların ücretlerini ödeyecek durumda değillerdir. Bu alanda bir şeyler yanlıştır.
VERİMLİLİK
Ayrıntıya inildiğinde, zararların elbette çok haklı nedenleri vardır. Örneğin, Elektrik İdaresi’nin zarar etmesinin arkasında kaçak elektrik kullanımının önemli bir payı vardır. Elektriğin üretimi için maliyet yüklenilmekte, ama tahsilat yapılamamaktadır. Bu İdare’nin tüm yatırımlarını borçla yapmış olması nedeniyle çok ciddi borç yükü altında ezilmesi bir başka etkendir.
TMO zarar eder, çünkü, ürün bol olduğunda, 200 dolardan çiftçiden aldığı buğdayı 100 dolardan ihraç eder. Hatta, bazı yıllar iç piyasaya dahi zararına satış yapabilir. Görev zararlarını yıllar boyu boşuna mı oluşturduk?
Demir yolları ya da kömür işinin karlı olması söz konusu olamaz. Bu alanlarda zarar etmek artık hükümet politikası olmaktan çıkıp devlet politikası haline gelmiştir.
Böyle bir yapıda, bütçe dışı kamu sektörünün önemli bir ayağı olan KİT’ler hedeflenen faiz dışı fazlaya ulaşabilmek için daha fazla yükü nasıl taşıyabileceklerdir? İki yol vardır: KİT’ler, bir çoğu tekel konumunda da olduklarından, maliyetlerini sabit tutarken ürünlerine zam yaparak cirolarını artırmayı deneyebilirler ya da verimliliklerini artırarak zam yoluyla cirolarını artırma ihtiyacı duymadan maliyetlerini düşürebilirler.
Enflasyonu tek haneye indirmeye çalışan bir ülkede kamu sektörünün zam yoluyla verimsizliklerin maliyetini çıkarması tutarlı ve çıkar bir yol değildir. Doğru yaklaşım, kamu sektöründe verimsizliği azaltmaktır. Verimsizliği azaltmanın istihdam boyutu olduğu gibi, üretim boyutu da vardır. Kısacası, kamu sektöründe verimliliği artırmaya çalışmak siyasi açıdan çok sevimli bir girişim değildir.
ÖZELLEŞTİRME
Verimlilik artışı kısa dönemde elde edilebilecek bir olgu da değildir. Dolayısıyla, bütçe dışı kamu sektörü faiz dışı fazla konusunda kendinden bekleneni gerçekleştirecekse, gelecek ciddi bir zam yapma baskısı altında kalabilecektir.
Bütün bunlar üç yıl önce de biliniyordu. Ama, konuya gereken önem verilmedi. Şimdi bir başka tehlike ile karşı karşıyayız. IMF’nin de zorlamasıyla, özelleştirme hızlandığında, kamu sektörünün konsolide bazda içler açısı durumu daha da fazla görünür olacaktır. Çünkü, karlı şirketler özelleştirilecektir. 1980’li yıllarda İngiltere de benzer bir deneyim yaşamıştı.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2004
<B>BÜTÇE </B>açığı devam ediyor. Yani, <B>ekonomik istikrarın temeli olan kamu finansmanı dengesi hala yerine oturmuş deği</B>l. Kamu sektörünün borç yükünün azalması anlamına gelen <B>toplam kamu borçlarının milli gelirimize oranı</B> düşüyor. Bu sevindirici bir gelişmedir. Kamu borç yükünü düşüren 2001 yılından bu yana kamu sektörünün finansman dengesinde yüksek oranlı faiz dışı fazla verilmesidir. Yani, devlet borçlarının ana parasını ödemek için yeniden borçlanmakta, ödeyeceği faizin ise tümünü değil, bir kısmını borçlanmak durumunda kalmaktadır.
ESNEK OLMAYAN BÜTÇE
Mutlak olarak kamu sektörünün borcu artmaya devam etmektedir. Ama, kamu borçları milli gelirimizden daha yavaş büyüdüğü sürece kamu borçlarının milli gelir içindeki oranı düşmektedir. 2001 yılından bu yana böyle bir gelişme söz konusudur.
IMF ile yapılan standby düzenlemesi çerçevesinde, faiz dışı fazla milli gelirimizin yüzde 6.5’i olması gerekmektedir. 2002 yılı da dahil olmak üzere, şimdiye kadar bu hedefin hep altında kaldık. 2002 yılı için seçim bahanemiz vardı. 2003 yılında yeni hükümetin işbaşı yaptığı gibi bir bahanemiz vardı. Bu yıl ise, mutlak olarak faiz dışı fazla hedefini tuttursak dahi, milli gelirimiz çok hızlı arttığından, faiz dışı fazlanın milli gelire oranı yüzde 6.5’in altında kalacaktır.
Her yıl hükümet faiz dışı fazla hedefini düşürmeye çalışsa da, IMF’yi ikna edememektedir. Çünkü, kamunun borç yükünü mümkün olan en kısa zamanda makul sınırlar içine çekmek gerekmektedir. Milli gelirin yüzde 80’ine yaklaşan kamu sektörü borç yükü makul sınırların çok üzerindedir.
Faiz dışı fazla hedefini düşürmek demek devletin faizler haricinde daha fazla para harcaması demektir. İzin verilmeyen de budur. Böyle bir gelişmeye izin verilmemesinin arkasında konsolide bütçede giderek hiçbir esnekliğin kalmaması da vardır.
Dikkat edilirse, her yıl toplam kamu sektörü için faiz dışı fazlanın milli gelire oranı sabit, yüzde 6.5 olarak hedeflense de, hedefleme bazında, konsolide bütçenin vereceği faiz dışı fazlanın milli gelire oranı her yıl düşmektedir.
ZAM BASKISI
2002 yılında konsolide bütçedeki faiz dışı fazlanın milli gelire oranı yüzde 6’ya yakın hedeflenmişti. Geri kalan kısın bütçe dışı kamu sektörünün, KİT’ler ve mahalli idarelerin, vereceği faiz dışı fazla ile tamamlanacaktı. Bütçe tuttu. Ama, diğer kamu beklenen performansı gösteremedi.
2003 yılında bütçedeki faiz dışı fazlanın milli gelire oranı yüzde 5.4’e düşürüldü. Hedefleme bazında, bütçe dışı kamu sektörünün yükü daha da arttı. Bütçe de tutmadı. Diğer kamu sektörü de kendinden bekleneni gerçekleştiremedi.
Bu yıl ki bütçenin vereceği faiz dışı fazlanın milli gelire oranı yüzde 5.2 olarak hedeflendi. Mutlak olarak bütçe dışı fazla tutsa da, milli gelire oranı büyük bir olasılıkla daha düşük olacak. Diğer kamunun durumunu ise bilmiyoruz.
Gelecek yıl daha da ilginç olacak. Bütçenin faiz dışı fazlasının milli gelire oranı yüzde 5’e düşürülüyor. Yine de, gelecek yıl faiz dışı fazlanın reel olarak artması hedeflenmek zorunda. Diğer kamu milli gelirin yüzde 1.5’i kadar faiz dışı fazla verecek. Yani, hedefler doğrultusunda hareket edilirse, kamu sektörü üzerinde zam yapma baskısı gelecek yıl daha fazla olacak.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2004
<B>ASLINDA </B>bir sigorta şirketi gibi çalışması gereken <B>Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu</B>’nun (TMSF) işi gereği bir parçası olduğu <B>Bankacılık Düzenleme ve Düzenleme Kurumu</B>’ndan (BDDK) ayrılıp <B>bir tahsilat idaresine</B> döndürülmesinin çeşitli sakıncaları olduğunu daha önce yazmıştım. Şimdi bu sakıncalar ortaya çıkmaya başladı. Bankacılık, yapması da, denetlenmesi de, gözetlenmesi de, idaresi de zor bir iştir. İnsanın ahlakının bozulması ve yaptığı işte doğru perspektifi kaybetmesi için milyarlarca neden vardır. Bu nedenle, bankacılıkta tahrik ve teşvikten kaçınmak gerekir. Bunlardan kaçınılmamasının maliyetini Türkiye çok ağır ödemiştir ve ödemeye de devam etmektedir.
Bankacılıkta denetim ve gözetim otoritesi tek olmalıdır. Gözetim ve denetimin sonuçlarının üzerine yıkılabileceği mevduat sigorta fonu da aynı çatı altında iş görmelidir. Aksi taktirde, iki ayrı kurum halinde gözetim ve denetimle sigorta fonu kendi hedeflerine birbirinden bağımsız ulaşmaya çalışacaklardır. Halbuki, bankacılık ile düzenlemelerin tek hedefi vardır: Bankacılığın sağlıklı olması ve tüm kamuoyuna ve yurt dışındaki muhataplarına güven veren bir şekilde çalışması.
TMSF, BDDK’dan ayrılınca bu hedefler birbirine karıştı. TMSF tahsilatı hedefliyor. BDDK bankacılığın sağlığını düşünüyor. Bazen bu hedefler birbiriyle çelişebilir. Çelişki çok çabuk ortaya çıktı.
Çukurova Grubu’nun borçlarını zamanında ödemediğinden ortaya hem hukuki, hem de uygulamaya yönelik soru işaretleri çıktı. Herkesin kafası karıştı. Ne olacağını herkes birbirine sormaya başladı. Soruların asıl muhatapları elbette BDDK ve TMSF idi. Bu kurumlar tek bir ağız olarak konuşmalıydılar. Öyle olmadı.
Bu iki kurum sanki iki ülkenin farklı kurumlarıymış gibi, herkesin kafasını karıştıran açıklamalar yaptılar. Biri, BDDK, borcun zamanında ödenmemesiyle bir takım hakları olduğunu iddia ederken, diğeri, TMSF, ‘önemli değil, bir sonraki taksitle beraber geçmiş borcunu da öder’ türünden bir açıklama yaptı.
Bizim gibi kamuoyunda görünen kişilere ‘Yapı Kredi Bankası’na bir şeyler mi olacak’ türünden sorular yağmaya başladı. Çünkü, bankalarla iş yapan yatırımcılar geçmişte acı deneyimler yaşamışlardı.
Yapı Kredi’ye bir şey olmaz. Olmaması için her şey yapılır. Çünkü, Yapı Kredi’ye bir şey olması tüm bankacılık sistemine bir şeyler olması anlamına gelir. Bu risk hiçbir biçimde hiç kimse tarafından alınamaz. Konu, mikro bir olay değil, sonuçları nereye gideceği bilinmeyen makro bir olaydır. Mali sistemin istikrarı söz konusudur.
Gereksiz bir biçimde bir kurumdan iki kurum çıkardık. Biri, ben tahsilatımı yapar geçer giderim derken, diğeri, aman kafalar karışıp bankacılık sektörü zarar görmesin telaşı içindedir. İki kurumun ayrılması toplu çıkarı azamiye çıkarmak yerine kurumlar bazında bireysel çıkarların azamiye çıkarılmasını gündeme getiriyor. Bu iki yaklaşım hiçbir zaman aynı anlama gelmiyor. Çünkü, iki kurum arasında karşılıklı etkileşimler var.
Nobel Ödülü sahibi Kenneth Arrow bu gerçeği bizlere yıllar önce öğretmişti.
Piyasalar direniyor
İLERİYE dönük olumlu beklentilerin oluşması yönünde birçok neden olmasına rağmen faizler ve döviz kuru düşmekte direniyor. Reel faizler yüksek kalmaya devam ediyor. Merkez Bankası yardım etmeye çalıştığı halde, mali piyasalarda belli bir direnç gözleniyor.
Mali piyasalarda gözlenen denge iki yönde yorumlanabilir:
1.İleriye dönük olumlu beklentileri haklı kılabilecek yapısal reformların yapılmasını mali piyasalar beklemektedirler. Bu konuda kaygıları vardır.
2.Sütten ağzı yandıktan sonra yoğurdu üfleyerek yiyen mali sektör yayınlanan olumsuz olarak algılanan çeşitli makro ekonomik verilere aşırı hassastır. Olumlu gelişmeler zaten satın alınmıştır.
Galiba, ilk seçenek doğruyu daha fazla yansıtmaktadır. İleriye dönük bazı kaygılar yaratabilecek makro ekonomik veriler varsa da, hükümetin yapısal reformlar konusunda sessizliğini koruması bazı kaygılar yaratmaktadır.
Örneğin, özelleştirme konusunda atılacak kararlı adımlar piyasaların direncini çok çabuk kırabilecektir. IMF ile yapılacak yeni düzenlemelerin daha da netleşmesi piyasaların moralini yükseltebilecektir. Bu bağlamda, yapısal reformların izlenebilecek bir tarihe bağlanması piyasaları rahatlatacaktır.
Eğilim, dövizin de, faizlerinde düşmesi yönündedir. Ama, gözlenen hareket çok temkinlidir. Faizlerin düşmesini isteyip döviz kurlarının artmasını arzulasak da, sonuç değişmemektedir. Güçlü bir yapısal reform programının devreye girdiği izlenimi piyasalar tarafından satın alındığında, faizler de, döviz kurları da düşmeye devam edecektir.
Böyle bir gelişme, bir anlamda Merkez Bankası’nın enflasyonu düşürme yönünde işini kolaylaştıracaktır.
Hükümet iyi direndi
KAMU çalışanlarının maaşları ortalama yüzde 11’e yakın artırılacak diye bir haber çıktı. Doğruysa, hükümetin kamu çalışanlarının akıl almaz taleplerine iyi direndiğini söyleyebiliriz.
Konu gülünç bir düzeye taşınmıştı. Enflasyonun yüzde 10 civarında olduğu bir ortamda, bir sonraki yıl için enflasyonun yüzde 8 olarak hedeflendiği bilindiği halde, enflasyonun çok üzerinde ücret artışı istemek sorumsuzluktu. Yeni Türk Lirası’na geçileceği için ulufe ister gibi, yüzde 5 ek ücret zammı istemek gülünç kaçmaya başlamıştı. Böyle bir ortamda, hükümetin kamu sektöründe ücret artışlarını yüzde 11’lerde tutması başarıdır.
Ekonomik büyüme bu yıl yüzde 10 civarında olacaktır. Gelecek yıl da ekonomik büyümenin yüzde 5 olacağı hedeflenmektedir. Hedeflenen büyümeyi bir kenara bıraksak da, yalnızca bu yıl büyümenin yüzde 10 civarında gerçekleşmesi ücret artışlarının hedeflenen enflasyondan bir miktar fazla olabileceğini haklı çıkarmaktadır.
Ortalama enflasyonu makul düzeylerde tutabilmek için her hükümet gibi, bu hükümet de düşük ücretlilere yüksek ücret artışı, göreli olarak yüksek ücretlilere düşük ücret artışı vermeyi planlamaktadır. Bu yaklaşım yanlıştır.
İlk bakışta, düşük ücretlilere daha yüksek ücret artışları vermek sosyal adalet ilkesiyle tutarlı gibi görünmektedir. Ama, çalışanlar arasında yetki ve sorumlulukları paralelinde ücret farklılığı oluşturulmayan bir yapıda çalışma şevki de kalmamaktadır. Sorumluluk almamak için yetki de kullanılmamaya başlamaktadır.
Hükümetler bu sorunu dolaylı yoldan çözmeye çalışıp yüksek ücretlilerin düşük ücretlilerle aralarındaki farkın kapanmaması için ‘ek gösterge’ ya da ‘makam tazminatı’ gibi kamu sektöründe ücret yapısını daha da bozan farklılıklar getirmeye çalışmaktadır. Sonuç aynı yere gelmektedir.
Bir genel müdür bir çaycıdan üç-beş misli ücret almalıdır. Bu ilke değiştirilemez. Değiştirildiğinde, orta dönemde çaycı nitelikli genel müdürlerle çalışmak zorunda kalırsınız. Bu da çözüm değildir.
Asgari refah düzeyi gibi bir kavramdan hareket ediliyorsa, bunun da sonu yoktur. Çünkü, refah denen kavram da görelidir. Ücret düzeyine göre yüksek ücretlilerin aleyhine ücret artışı farklılaşması yaratmak bir aldatmacadan başka bir şey değildir.
Konu, kamu sektöründeki ücret artışları olduğu için bu yaklaşımın yalnızca kamu sektöründe olduğunu sanmayalım. Özel sektörde de bu çeşit yaklaşımlar geçerli olabilmektedir. Zaten, kamu sektörü doğru yaklaşımları bulamazken özel sektörün doğru yaklaşımlar içinde olması beklenmemelidir.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2004
<B>GEÇEN </B>hafta söz ettiğim, <B>Sanayi Devrimi</B>’nden sonra bazı düşünürlerce gözlenen ‘<B>İki Kültür</B>’ olgusunun sorun olarak kendini gösterdiği en önemli alan <B>eğitim</B>dir. Küreselleşmenin sonuçlarını tartışırken eğitim önemli yer tutacaktır.
Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesinin önüne geçilemediği (çeşitli gruplarca büyük muhalefet yapıldığı halde) gibi küreselleşmenin de önüne geçmek ya da derinleşmesini engellemek mümkün değildir. Hatta, biraz daha ileri gidip Sanayi Devrimi’nin kendi iç dinamiği değiştirilebildiği halde, ‘küreselleşmenin iç dinamiğini değiştirebilmek mümkün olamayabilecektir’ denebilir.
Sonuçları açısından da durum farklı değildir. Sanayi Devrimi başkaları için çalışan bir işçi sınıfı oluşturdu. Toplumsal şekillenme bunun etrafında oldu. Sendikalaşma başladı. Sanayi devrimi bir anlamda kendi kurumlarını yarattı. Sanayi Devrimi’nin insani boyuttaki sonuçlarını etkileyebilmek mümkün olabildi. Küreselleşme konusunda benzer şeylerin söylenebileceği konusunda çok ciddi kuşkularım var.
BALIK TUTMAYI ÖĞRETMEK
Aynı Sanayi Devrimi’nde olduğu gibi, küreselleşme sürecinde de ülkeler arasındaki gelir dağılımı bozuluyor. Varlıklılarla yoksullar arasındaki uçurum artıyor. Uluslararası terörü bu uçurumun bir sonucu olarak değerlendirebiliriz. Ama, terörle mücadelenin bir boyutunun uçurumun kapanmasına yönelik somut adımlar olmasını beklemek çok fazla iyimserlik olacaktır. Bireysel çıkarlar toplumsal çıkarların önünde olduğu sürece, bu konuda fazla bir ilerleme olmayabilecektir.
Zengin ülkeler fakir ülkelere para vererek aralarındaki uçurumun kapanması gibi bir çaba içinde değiller. Dillendirmeseler de, bu yaklaşımı doğru da bulmuyorlar.
Son yirmi yıldır gündemde olan, çok borçlu, çok fakir ülkelerin borçlarının silinmesi projesi hala bir sonuca ulaştırılabilmiş değildir. Bu konu bu yıl da IMF-Dünya Bankası Yıllık Toplantıları sırasında ele alındı. Hiçbir sonuca ulaşılamadı. Tatminkar bir sonuca ulaşılması da olanaksız gibi görünüyor.
Çinlilerin bir sözü vardır: Fakire balık verme, balık tutmayı öğret. Galiba, küreselleşmenin neden olduğu varlıklılarla yoksullar arasındaki uçurum ancak varlıklıların yoksullara balık tutmasını öğretmesiyle hafifleyecektir.
Yoksul ülkelerin balık tutmayı öğrenebilmeleri için zengin ülkelerin bu ülkelere eğitim götürmeleri gerekmektedir. Yalnızca öğretmek değil, eğitim sistemlerini kurmaya kadar yoksul ülkeler eğitim ihtiyacı içindedirler. Yeni eğitim sisteminde, rekabetçi, bilinçli ve teknolojik gelişmelerden haberdar, duyarlı dünya vatandaşları yetiştirmek zorunluluğu vardır. Bu ihtiyaç bizim ülkemizde de vardır.
HİNDİSTAN ÖRNEĞİ
Yoksul ülkeler yalnızca varlıklı ülkelerin daha da varlıklı hale gelmesiyle göreli olarak daha da yoksul hale gelmiyorlar, kapılarını dış dünyaya kapatarak küreselleşmenin olumlu nimetlerinden de yararlanmamakta direniyorlar. Bu sorunun da bir boyutu yine eğitimdir. Yoksul ülkeler de, ancak kendi ekonomilerini uluslararası rekabete açtıkları taktirde, küreselleşmenin nimetlerinden yararlanabilecektir.
Hindistan bu konuda çok çabuk davrandı. Göreli olarak eğitimli bir tabaka kapalı Hindistan ekonomisini biraz olsun açarak küreselleşmenin nimetlerini de toplamaya başladı. Ama, Hindistan’ın yanı başındaki Pakistan ve Bangladeş aynı atağı yapamadılar. Çünkü, ekonomilerini uluslararası rekabete açma cesaretini gösteremediler. Her şeyden daha önemlisi, bu ülkeler, küreselleşmeden nasibini almayan diğer ülkeler gibi, eğitimde çok ciddi sorunlar yaşamaktadırlar.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2004
<B>AVRUPA Birliği </B>(AB) <B>Komisyonu</B>’nun hazırladığı raporun bizler açısından dikkatle okunması gereken yerleri var. <B>Avrupalılaşma</B> sürecinde, <B>dünya ekonomileriyle bütünleşme</B> sürecinde bu konuları ihmal edemeyiz. Şimdiden çalışmaya başlamak zorundayız. Önce önemli bir ilkeden başlayalım. Ekonomik alanda yurtiçindeki düzenlemeler yerli ile yabancıyı ayıramaz. Yerliyi yabancının yanında imtiyazlı hale getiremez. Rekabet şartları hem yerli hem de yabancılar için aynı olmak durumundadır. Bu ilkeyi çiğneyen ya da görmezden gelen tüm düzenlemeleri değiştirmemiz gerekmektedir. Bir de bunlara devleti özel sektör yanında kayıran düzenlemeleri eklemek gerekecektir.
AYRIMCILIK KALKACAK
Nelerdir bunlar?
1. Sivil havacılık, denizcilik, radyo ve televizyon yayıncılığı, madencilik ve enerji sektörlerinde yabancıların girmesini engelleyen ya da girmesini geciktiren düzenlemeler.
2. Ulusal muhasebe standartlarının uluslararası muhasebe standartları düzeyine getirilmesi.
3. Devletin şirketlere verebileceği desteğin gelişigüzel değil, bir kurala bağlanması.
4. Gümrük Birliği çerçevesindeki yükümlülüklerimizin yerine getirilmesi, dış ticarette teknik engellerin kaldırılması ve mal standartlarının tespiti konusunda bürokrasinin azaltılması.
5. Vergi sisteminin Avrupa standardına getirilmesi.
6. Rekabet hukukunun Avrupa ile uyumlu hale getirilmesi.
7. Devleti özel sektör yanında kayıran düzenlemelerin kaldırılması.
ZOR SEKTÖRLER
Sektörler bazında baktığımızda, AB ile müzakere edilecek en önemli sektörler otomotiv, enerji ve tarım sektörü gibi görünmektedir. En azından, bu sektörler Türkiye’nin uyum sağlamada en çok zorlanacağı sektörler olacaktır.
Eğitim, para politikası ve istihdama yönelik yapısal değişiklikler gibi konular zaten Türkiye’nin AB dışında da dünya ekonomileriyle bütünleşme çabası içinde yapması gerekenleri içermektedir.
Eğitim doktriner hüviyetten çıkıp pratik ve istihdama yönelik bir hüviyete bürünmek zorundadır. Şimdiye kadar eğitime çok az kaynak ayırabildik. Bundan böyle, eğitim en çok kaynak ayırmamız gereken sektörlerden biri olacaktır. Büyük bir olasılıkla, Avrupa Birliği de Türkiye’ye kullandıracağı kaynakların önemli bir bölümünün projeler bazında bu sektörde kullanılmasını talep edecektir.
Tarım, Avrupa’nın kendisi için de sorunlu bir sektördür. Tarım sektörünün korunması ve desteklenmesi Avrupa’da yapıldığı şekliyle Amerika’dan çok ciddi eleştiriler almaktadır. Üyelik sürecinde bu çeşit eleştirilerden biz de etkileneceğiz.
Bugünkü yapımızla yeni yapılara uyum sağlamamız hem güç hem de maliyetli olacaktır. Büyük bir olasılıkla, uyum için en fazla zamanı bu sektörde harcayacağız.
Türkiye ekonomisi çok daha rekabetçi olmak durumundadır. Davos Toplantıları’nı düzenleyen Vakıf’ın hesaplamalarına göre rekabet endeks sıralamasında Türkiye ekonomisi yaklaşık 100 ekonomi arasında 70’inci sıraya yakın. Avrupa Birliği ülkeleri ile karşılaştırıldığında, en az rekabetçi ekonomi bizimki. Rekabetçiliği kurlarda değil, verimlilikte aramak zorundayız.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2004
<B>AVRUPA Birliği </B>(AB) <B>Komisyonu</B>’nun hazırladığı raporun önemli bir bölümü Türkiye ekonomisine ayrılmış. Ekonomideki sorunlara dikkat çekiyorlar. <B>Raporun bazı yerlerinde ise kısa dönemde kendi işleri olmayan konulara dalıyorlar</B>. Rapor, Türkiye ekonomisinin bugünkü görünümü ile üyeliğe yönelik olarak uygulamaya geçirmemiz gerekli yapısal değişiklikleri biraz karıştırmışa benziyor. Bugünkü görünüme yönelik olumsuzluklar sanki üyeliğe yönelik olumsuzluklar olarak yansıtılmış. Bu bakış açısı yanlıştır. Basınımız da konuyu kamuoyuna bu şekilde takdim etti.
DÜZELTİLECEKLER
AB ile ilişkilerimizde bundan sonra iki konuyu birbirinden ayırmak zorundayız: Kısa dönemli (konjonktürel) sorunlar ve yapısal eksikliklerimiz. Avrupa’yı ilgilendiren, bu aşamada, Türkiye ekonomisinin yapısal eksiklikleri olmalıdır. Müzakerelerin on ya da on beş yıl süreceği düşünülürse, Türkiye ekonomisinin kısa vadeli (konjonktürel) sorunları AB’nin üyeliğimize yönelik endişesi olmamalıdır. En azından, olmaması için çalışmalıyız.
AB, Türkiye’nin cari işlemler açığının yüksek ve artmakta olduğunu vurgulamaktadır. Doğrudur. Ama cari işlemler açığı kısa vadeli bir endişedir. Kaldı ki, Avrupa’nın yeni üyeleri arasında kronik olarak cari işlemler açığı göreli olarak bizden daha büyük ülkeler vardır. Konuyla IMF’nin ilgilenmesi doğaldır. Ama AB’ye bu aşamada laf düşmez.
AB Komisyonu, Türkiye’de devletin hálá bankacılık sektöründe olduğunu vurgulayıp yeterince bu sektörde yabancı sermaye olmadığını söylemektedir. AB’nin burnunu sokmaması gereken konulardan biri de budur. Bankacılık sektöründe yabancı sermayenin olması ya da olmaması AB’nin konusu değildir. AB üyeliği yabancı sermaye zorunluluğu getirmez. Piyasanın yabancılara açıklığı önemlidir.
Kamu bankacılığı ise şimdiki AB üyelerinde de vardır. Hatta, durumları ve işletiliş biçimleri bizdekilerden daha da kötü oldukları dahi iddia edilebilir.
Türkiye’deki işsizlik oranı ve işgücüne katılma eğiliminin düşüklüğü eleştirilmektedir. Sorun yapısaldır. Ama kısa ve orta vadede çözümü kolay olmayan sorunlardır. Benzer sorunlar hálá İspanya gibi ülkelerde de yaşanmaktadır. Almanya birleştikten sonra bu sorunlarla yeni tanışmaya başlamıştır.
DEĞİŞECEKLER
Hükümet düzeyinde ekonomi politikalarının birden fazla bakanlığın yetkisine girmesi ciddi yapısal sorunlarımızdan biridir. Ama çözümü göreli olarak çabuk bulunacak bir sorundur.
Devlet borçlarının yüksekliği, borçların kur ve faize karşı aşırı duyarlı olması ve devletin özel sektörü kredi piyasasından kovması Türkiye’nin uzun vadede çözmesi gereken sorunlarındandır. Bu konularda Türkiye’nin doğruları yapması için IMF görev başındadır.
Kayıtdışı ekonominin büyüklüğü, kısa ve orta vadede ciddi sorunlar yaratan olgulardır. AB haklı olarak bu konuyu vurgulamaktadır.
Enerji sektöründe devletin fiyatlamada söz sahibi olması, yıllar önce terk edilmesi gereken bir olgudur. Ama hálá devlet bu konudaki otoritesini bırakmak istememektedir. Kurları serbest bırakan devlet hálá elektrik fiyatlarını tespit etmek istemektedir. AB haklı olarak Türkiye’yi bu konuda eleştirmektedir.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2004
<B>Dün </B>enflasyonu yaratan etkenlerin hoşumuza giden taraflarını vurguladım. Hoşumuza giden her şeyi istiyoruz, ama sonuçlarını istemiyoruz. Enflasyon da öyle bir şey. Bir slogan halinde, toplumun çoğu kesimi enflasyondan kurtulmak istiyor. Ama, enflasyon yaratan davranışların da devamını istiyor. Çelişkinin farkında olup olmadığımızdan da emin değilim. Bunun en güzel örneği bugünlerde kamu çalışanlarına verilecek ücret artışında yaşanıyor.
ÖZVERİ
Kamuda çalışanların ücretleri enflasyonun çok üzerinde artsın, ama enflasyon da dizginlensin. Kamu çalışanı zaten çok az ücret alıyor. Haklı olarak, gelirlerinde reel bir düzeltme bekliyorlar.Enflasyon inecekse, özveri başkalarından gelmelidir. Zaten kamu çalışanı yıllardır özveri içindedir.
İhracatçı enflasyon kadar döviz kuru düzeltmesi beklemektedir. Onlar da bu ekonominin motoru görevi görmektedirler. Ülkeye döviz kazandırmaktadırlar. Onların getirdiği dövizler olmasa bu ekonomi çökecektir. Dolayısıyla, ihracatçılarımızı zora sokacak gelişmeleri önlemeliyiz.
Tarım kesiminin durumu daha da içler acısıdır. Ürünleri para etmemektedir. Bu arada, mazotun fiyatı artmaktadır. Gübre daha da pahalılaşmıştır. Bu reel faizlerle borçlarını ödeyemez hale gelmişlerdir. Tarımda bıçak kemiğe dayanmıştır.
İthalata dayalı birkaç sanayi kolu dışında, işler iyi gitmemektedir. Piyasa fiyata hassas bir hale gelmiştir. Fiyatı artırmaya kalksanız, satış yapamıyorsunuz. Bu fiyatlarla da, para kazanmak mümkün değildir.
Bunca büyümeye rağmen, istihdam doğru dürüst artmamaktadır. İşsizlik rakamları göreli olarak düşüktür, çünkü işgücü piyasasında olması gerekenler piyasadan çekilmiş gibi bir izlenim vermektedirler. Buna karşılık, trafik sıkıştığında, kağıt mendil, cep telefonu kulaklığı, pil doldurucusu ve su satanların sayısı giderek artmaktadır.
Özetlersek, şikayetçi çevrelerin de gayet iyi bildiği gibi, şikayetlerimizin kaynağı uygulanan para ve maliye politikalarıdır. O politikalar da enflasyonun indirilmesine odaklanmıştır. O halde, bu politikalardan şikayet etmek enflasyonun düşmesinden şikayet etmekle aynı anlama gelmektedir.
MUHALEFET
Enflasyonun inmesine örtülü bir muhalefet vardır. Ama, her kesim enflasyonun inmesinden yanadır. Özveri yapma görevi kendimize değil, komşumuza aittir!
Enflasyon daha da düşüp düşük düzeylerde kalacaksa, muhalefet örtülü olmaktan da çıkabilecektir. Çünkü, bir sonraki aşama, şimdi tarım sektöründe görüldüğü gibi, göreli fiyatların değişmesindeki katılık olacaktır.
Yüksek enflasyonda gerçekleştirilebildiği gibi, düşük enflasyon düzeylerinde, uluslararası rekabete açık bir ortamda, bir malın diğerlerine göre fiyatının aniden ve yüksek oranda değişmesi (tarım ürünleri hariç) mümkün olmayacaktır. Sorun bu alanda daha da derinleşecektir.
Sonuçta, enflasyonla yapılan mücadelede en önemli etkenlerden biri verimlilik artışı olacaktır. Verimliliklerini artırabilenler enflasyonun düşmesiyle mücadele edebileceklerdir. Verimlilik artışı gerçekleştiremeyenler muhalefete devam edeceklerdir. Muhalefetin derecesi enflasyonla mücadelenin başarısını belirleyecektir.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2004
<B>ENFLASYONUN </B>Türkiye ekonomisine çok ciddi tahribatlar yaptığı aşikardır. <B>Gelir dağılımı</B> bozulmuştur. <B>Üretimde verimlilik</B> düşmüştür. Ürerim potansiyeli tam olarak devreye sokulamamıştır. Ekonomik beklentiler çarpıtılmıştır.
Enflasyonun verdiği zararları rakamsallaştırmak o denli kolay bir iş değildir. ‘Enflasyon olmasaydı, şimdi nerede olurduk?’ sorusunun yanıtı o denli kolay verilemez. Şimdi sahip olunan bir çok şey de enflasyon sayesinde gerçekleşmiştir. Bazen, göreli fiyatların değişmesine dayanan yapısal değişikliklerin enflasyon ortamında daha çabuk gerçekleştiğini kabul etmek gerekir.
SORULAR
Enflasyonu yaratan nedenlere bakarak bazı çıkarımlar yapabiliriz. Bonkörce verilen teşvikler olmasaydı, acaba sanayimiz bu durumda olur muydu? Enflasyon yüzde 50’lerdeyken, Merkez Bankası yüzde 20’den sekiz yıl vadeli krediler vermeseydi, Akdeniz kıyısında kaç tane tatil köyü olurdu? Onca teşvike rağmen, çoğu tatil köyü batıp el değiştirmedi mi? Kredi aldıkları diğer bankaların üzerine yıkılmadılar mı?
Emeklilik yaşını düşürmeyip çalışan emeklilere maaş bağlamasaydık, acaba ne olurdu? Çalışanlardan yapılan emeklilik kesintilerini artırmayıp emekli maaşlarını artırarak halka kıyak geçiyor görüntüsü verilmeseydi ne olacaktı?
Enflasyonla beraber herkes fiyatlarını artırabilme lüksüne sahip olmasaydı, ekonomik durum ne olurdu? Devlet istihdam deposu olarak kullanılmasaydı, işsizlik ne olurdu? Kamu İktisadi Teşebbüsleri zarar etme pahasına ürünlerini ucuz tutmasaydı, özel sektör üretimi ne denli karlı olurdu?
Tarım sektöründe devlet ürünü çiftçiden dünya piyasasının iki katı fiyattan alıp bazı yıllar zararına ihraç etmez durumunda olmasaydı, tarım kesiminin geliri hangi düzeyde olurdu? Tohumu ve mazotu devlet köylüye ucuza vermeseydi, tarım üretimi hangi düzeyde olurdu?
Otoyollar yapılmamış olsaydı, Atatürk Barajı’na başlanmamış olsaydı, ticaret, enerji üretimi ve inşaat sektörü ne durumda olurdu? Sanayici olmaya çalışan kesimlere banka kurdurulmasaydı, o kesimlerin sanayi şirketleri olacak mıydı? O şirketler istihdam sağlayabilecekler miydi?
Bütün bunları yaparak enflasyon yarattık. Sonuç, devletin borcu devlet gelirlerini katladı. Hatta, devletin borcu tüm ülkenin gelirine eşit hale geldi. Enflasyon yüzde 100’lere fırladı. Sanki, devlet bizim dışımızda, bizimle alakası olmayan bir kurummuş gibi, devletten yeni yardımlar talep etmeye devam ettik. Hala da devam ediyoruz. Hangi sektör söz alsa, devlet teşvikinin gerekliliğin den söz etmiyor mu?
SONUÇLAR
Gelinen noktada enflasyon içinde yaşayabilmenin olanağı kalmadı. Deniz bitti. Denizin bitmesi geçmişte çeşitli yollarla kıyak geçen devletin hüviyet değiştirmesiyle çok daha görünür hale geldi.
Devlet artık avanta dağıtamıyor, aksine çeşitli yollardan vergileri artırarak geçmişte verdiği avantaları geri almak durumunda kalıyor. Tek farkla. Kıyak geçilen kesimler farklıydı, şimdi vergi ödemek durumunda olanlar genelde toplumun farklı kesimleridir.
Bütün bunlara rağmen, enflasyonsuz yaşayamayacak kesimler Türkiye’de hala mevcuttur. Enflasyonun düşürülmesi bir slogan haline gelmiştir. Ama, enflasyonun düşmesinin sonucundan memnun olacakların sayısı Türkiye’de hala çok azdır.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku