Ercan Kumcu

Merkez Bankası bilançosu

29 Ekim 2004
<B>PARA </B>piyasalarında ne olup bittiğini daha iyi anlayabilmek, geleceğe yönelik <B>beklentileri şekillendirebilmek</B> ve fiyat istikrarının kalıcı ya da geçiciliği konusunda fikir sahibi olabilmek için <B>Merkez Bankası</B> bilançosunu iyi takip etmek gerekir.Merkez Bankası bilançosu, ekonominin bir anlamda aynasıdır.

Merkez Bankası da bir bankadır. Borçlanarak yükümlülük yaratır. Yarattığı yükümlülükleri çeşitli varlıklara yatırır. Bir ticari bankadan farkı, Merkez Bankası’nın kendi parasını basarak da yükümlülük yaratabilmesidir.

Bu fark çok önemlidir. Çünkü, kendi parasını basabilen bir kurum para basarak yükümlülük yaratabilir, kendi parası cinsinden farklı borçlanma araçlarını kullanmasına ihtiyacı yoktur. İstediği şekilde yatırım yapabilir. Bastığı paranın miktarı, fiyat istikrarını bozmayacak bir düzeyde olabilir.

EMİSYON YERİNE

Tabloda 22 Ekim 2004 tarihi itibarıyla Merkez Bankası’nın analitik bilançosunun
bir özeti veriliyor. Bankanın bilanço büyüklüğü 80.4 katrilyon lira. Yani, Merkez Bankası 80.3 katrilyon lira değerinde yatırım yapmış. Aslında, toplam yatırım yapılan dış varlıklar ve Hazine bonosu portföyünün toplamı olan 82.7 katrilyon lira. Normal bilançoda yükümlülükler kısmında görünmesi gereken kár gibi kalemler varlıklar bölümünde gösterildiğinden, diğer kalemi eksi değer almakta ve iç varlıklar iç yatırımlardan az görünmektedir.

Merkez Bankası’nın basıp piyasaya verdiği banknotlara emisyon denir. Tablodan da görüldüğü gibi, emisyon Merkez Bankası’nın yükümlülüklerinin küçük (yüzde 17.7’si) bir parçasıdır (Bu oran eskiden daha da küçüktü. Giderek emisyonun toplam yükümlülükler içindeki payı artmaktadır). Merkez Bankası yaptığı yatırımların büyük bir kısmını, emisyon yaratarak değil, yurtdışındaki ve yurtiçindeki müşterilerinden borçlanarak yapmaktadır.

Merkez Bankası borç aldığı dövizlerin tümüyle döviz varlığı yaratmış durumdadır. Üstüne, Türk Lirası borçlanarak yaklaşık 5.21 katrilyon lira değerinde döviz borçlanmalarının üzerinde döviz varlığına yatırım yapmıştır. Döviz yükümlülüklerinin büyük bir bölümü yurtdışında çalışan Türk vatandaşlarından toplanan perakende döviz mevduatlarıdır (yaklaşık 25.3 katrilyon lira).

Türk Lirası yatırımları (23,8 katrilyon lira) toplam yatırımlarının yalnızca yüzde 29’u civarındadır. Yurtiçi yatırımlarının tamamı Hazine bonosudur. Yani, Merkez Bankası başka hiç kimseye kredi vermeyip Hazine’ye kredi vermiştir. Hazine’ye verdiği 23.8 katrilyon liralık kredinin 14.2 katrilyonunu banknot basarak karşılamış, diğer bölümünü ise bankalardan borçlanmıştır. Yani, bastığı parayı geri borçlanmak zorunda kalmıştır.

BORÇLANMA

Merkez Bankası’nın bankalardan borçlanması iki türlü olmaktadır: Doğrudan bankalardan mevduat almak ve açık piyasa işlemleri yoluyla bankalardan doğrudan borçlanmak. Bu iki kalemin toplamı 10.7 katrilyon lira olmuştur.

Özet olarak, Merkez Bankası bilançosunun iki önemli hastalığı vardır: Bilançonun üçte ikisinden fazla yer tutan döviz yükümlülükleri ve yurtiçindeki bankalardan borçlanmak durumunda kalması.

Gelecek hafta devam edeceğim. Cumhuriyet Bayramı hepimize kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku

Gelişen piyasalar dolara boğuldu

28 Ekim 2004
<B>AMERİKAN </B>doları dünyanın belli başlı paralarına göre değer yitirmeye devam ediyor. Amerika’dan sonra <B>Amerikan dolarını</B> elinde tutan ülkelerin başında gelişmekte olan piyasalar (<B>emerging markets</B>) geliyor.Amerika’da iç tasarruflar çok düşük. Bütçe açığı hızlanarak artıyor. Yani, özel sektör tasarruf yapmıyor. Devletin tasarruf açığı var. O halde, Amerikan ekonomisi dış tasarrufları çekerek dengeyi sağlıyor. Dış ticaret açığı ve cari işlemler açığı büyüyor.

Amerika dış borçlanmaya gidiyor. Bizden farklı olarak, aldığı dış borçları başkasının parası cinsinden değil, kendi bastığı para cinsinden yapıyor. Dolayısıyla, Amerika’ya borç verenlerin döviz rezervleri artıyor. Amerika’ya borç veren ülkelerin başında da gelişen piyasalar geliyor.

DOLARIN GELECEĞİ

Tabloda ülke ve bölge bazında döviz rezervleri ve milli gelir rakamları veriliyor. Mutlak olarak da, göreli olarak da en fazla döviz rezervi tutan ülkeler Asya’nın gelişmekte olan piyasaları
. Asya ülkeleri milli gelirlerinin yüzde 30’una yakın kısmı kadar döviz rezervlerine sahipler.

Döviz rezervlerinin tümü elbette Amerikan doları cinsinden tutulmuyor. Ama, genelde döviz rezervlerinin yarısının Amerikan doları üzerinden tutulduğunu varsaysak (bu varsayımı tutucu olarak niteleyebiliriz), gelişmekte olan piyasaların döviz rezervlerinin, bu ülkelerin milli gelirlerine oranla yüzde 10’undan fazlası Amerikan dolarındadır diyebiliriz. Bu oldukça büyük bir rakamdır.

Son dönemlerde Amerikan dolarının değerinin uluslararası piyasalarda düşmesi büyük çapta dolara yatırım yapmış gelişmekte olan piyasaları çok yakından ilgilendirmektedir.

Amerikan dolarının değer yitirmesiyle bu ülkelerin dolar varlıklarının reel değeri düşerken, ihraç ettikleri malların rekabet gücü azalmaktadır. Amerika’nın dış ticaret açığı artış eğiliminde olduğuna göre, bu ülkelerin ihracattaki kar marjları (eğer varsa) azalmaktadır.

Amerikan dolarının uluslararası piyasalardaki değerinin ne olacağı biraz da bu ülkelerin rezervlerini nasıl idare edeceği ile yakından ilgili olmaya başlamıştır.
Yazının Devamını Oku

Bu tabloda bir yanlışlık var

27 Ekim 2004
<B>DEVLET </B>bütçeleri <B>toplumun ihtiyaçları</B> yönünde ve iktidarın bazı <B>ekonomik hedeflerine</B> ulaşabilmek için şekillendirilir. Çeşitli nedenlerle bütçeler geçmişin hatalarının faturası haline geldiğinde, devletin de etkinliği azalır. Devletin ürettiği hizmetlerin kalitesi düşer. İktidarın öncelikleri kalmaz. Öncelikler geçmişin esiri olurlar.

Türkiye’de de bütçe konusunda ciddi bir kısırdöngü yaşanmaktadır. Geçmişten gelen yüklerle bütçe faiz ve sübvansiyon bütçesi haline gelmiştir.

Toplumun ihtiyaçları yönünde bütçe yapmaya kalktığınızda, bütçe dengesini bozduğunuzdan, ilerideki yıllarda daha büyük faiz ve sübvansiyon bütçesi hazırlamak durumunda kalıyorsunuz. Bugünlere zaten böyle geldik.

KOMİKLİK

Aşağıdaki tablo devlet bütçesinin geldiği yeri gayet iyi özetlemektedir. Meclis’e verilen teklife göre, gelecek yılki bütçe harcamalarının yüzde 36.3’ü faiz ödemeleri olacaktır
. Faiz dışı harcamaların yüzde 22.2’si sosyal güvenlik sisteminin açıklarını karşılamaya gitmektedir.

Türkiye nüfusunun ortalama yaşı otuzun altındadır. Normal emekli yaşında olanların toplam nüfus içindeki payı yüzde 10’lardayken, faiz dışı harcamaların neredeyse dörtte biri bu nüfusu beslemek için kurulan mekanizmanın kendisine değil, yalnızca açıklarına gitmektedir. Bu komikliği kimseye anlatabilmek mümkün değildir.

Türkiye’de yaklaşık 17 milyon kişi eğitim görmektedir. Yani, nüfusun yaklaşık dörtte biri okuldadır. Son yıllarda arttığı halde, eğitim için devletin harcadığı para faiz dışı harcamaların ancak yüzde 15’ine erişebilmiştir. Eğitimde korkunç bir çarpıklık söz konusudur. İlköğretimde, özel okullar devlet okullarına göre öğrenci başına ortalama üç kat daha fazla para harcamaktadırlar. Özel okulların harcamaları da dünya ölçeğinde azdır.

Türkiye’nin en büyük sorunu nedir dendiğinde ilk akla gelen alanlar eğitim, sağlık ve adalettir. Bu üç alana bütçeden giden toplam pay sosyal güvenlik sisteminin açıklarına gidenden daha düşüktür. Böyle komiklik olur mu?

Komiklik, Türkiye’yi giderek içinden çıkılmaz bir kısırdöngüye götürmektedir
. Kısırdöngünün kırılması toplumun ihtiyacı olan alanlarda daha fazla para harcayıp diğer alanlardaki harcamaların otomatik artışlarını seyretmek değil, diğer alanlardaki harcamaları kısmaya çalışıp ihtiyaç duyulan alanlara para aktarmaktır. Bunun adı da yapısal reformlardır.

Bu tablodaki yanlışı değiştiremediğimiz sürece ekonomik istikrarın kalıcı olmasını bekleyemeyiz. Birileri mutlaka istikrarı bozmaya yönelik bir programla iktidara gelirler. Bunu da geçmişte yaşadık.
Yazının Devamını Oku

Okumadan fikir sahibi olmak

26 Ekim 2004
<B>TEK kelime ile okumuyoruz. </B>Bu ülkede 70 milyon insan yaşıyor. Gazetelerin tirajı gülünç düzeyde. <B>Kitap basımı da az, okuyanı da az.</B> Ama okumadan her konuda fikir sahibi olan bir milletiz.İçki sofralarında bu ülkeyi bizden daha iyi hiç kimse kurtaramaz. Hepimiz iktisatçıyızdır. Memleketin nasıl kalkınacağını çok iyi biliriz de, ah şu idarecilerimiz olmasalar! Aynı zamanda, doktoruz, mühendisiz, mimarız, psikoloğuz, hatta uzay bilimciyiz. Bütün bunları okumadan yapıyoruz.

Okumanın ve bilginin olmadığı yerde dedikodu başlar. Kulaktan dolma bilgiler beğeni kazanmaya başlar. Konulara yüzeysel bakma alışkanlığı edinilir. Uzmanlık hor görülür. Kötü paranın iyi parayı kovduğu gibi, dayanaksız yargılar uzman görüşünü karalar.

Toplum okuma özürlü olunca, magazin öne çıkar. Olaylar magazinleştirilir. Magazin haberleri gündeme egemen olur.

TİRAJLAR KOMİK

Geçen hafta sonu İstanbul’da bir kitap fuarı
açıldı. İstanbul’da on üç milyona yakın insan yaşıyor. Nüfusla karşılaştırıldığında, fuarı ziyaret edenlerin sayısının tatminkár olduğunu söylemek çok zor. Kitap sayısı da az. Kitap üreticisi de az. Kitap yazan da az. Kitap okuyan yok gibi. 23. İstanbul Kitap Fuarı’nda ‘kendi çalar kendi söyler’ bir hava sezdim. Çok az okuyucu gördüm; ama yakın zamanda kitabı çıkmış çok yazar gördüm.

Ülkemizde on yedi milyon civarında insanımız eğitim görüyor. Yirmi milyondan fazla insanımız fiilen istihdam edilmiş durumda, bir yerlerde çalışıp para kazanıyorlar. Az ya da çok, bu insanlarımız kitap alıp okumuyorlar. Her şeyi gelirle açıklayamayız.

Genelde bir kitabın baskısı iki bin adet yapılır. Kitap iki bin sattığında, ikinci baskıya geçilip iki bin tane daha basılır. Onuncu baskı dediğinizde, kitap yirmi bin tane basılmış olur. Bu kitaba çok satılmış denir. Bir kitabın elli ya da yüz bin basılması rekordur. Bu aşamaya gelmiş kitapların korsan baskıları olur. Ne asıl yayınevine ne de yazarına beş kuruşluk faydası vardır.

Bu rakamlar gülünçtür. Amerika’da çok satan roman yazarlarından biri, yazdığı kitabın ilk bölümünü internet yoluyla bir dolara sattı. İlk bölüm beğenildiğinde, kitabın geri kalan kısmı 10 dolardan alınabiliyordu. İlk bölümü bir milyon kişi aldı. Ne mürekkep, ne káğıt, ne nakliye ne de perakendeci kárı olmadan dünyada bir kitabın bir bölümünden bir milyon dolar kazanılabiliyor.

Gazetelerimizin tirajları komiktir. Dergilerimizin tirajları daha da komiktir. Tüm Türkiye’de günde dört milyon gazete satıldığı söylenir. Moralimiz bozulmasın diye Türkiye’de bir gazetenin dört ya da beş kişi tarafından okunduğu iddia edilir. Ama, bir kişinin on tane gazete aldığı gerçeği de vardır.

Altı yüz bin nüfuslu Boston kentinin en büyük gazetesi Boston Globe, Boston’un dışında bir milyondan fazla tiraj yapabilmektedir. New York Times da böyledir.

OKUMA SAATİ

Kitap
okumuyoruz, gazete okumuyoruz. Ama her konuda fikrimiz var. Çözüm yollarını herkesten daha iyi biliyoruz.

Kendimizi kandırmayalım. Çocuklarımızın her gün bir saat kitap okumalarını sağlayalım. Okullarda, dersler arasındaki teneffüslerden birini okuma zamanı ilan edelim. Tüm öğrencilerin o teneffüste bir kitap okumasını sağlayalım. Çocuklarımıza okumayı sevdirip okumanın bir alışkanlık olmasına çalışalım.

Kitap fuarı yirmi iki yıldır yapılıyor. En fazla ziyaretçisi 360 bin kişi olmuş. Geçen yılki ziyaretçi sayısı 260 bin civarında. İstanbul gibi bir kentte, bir kitap fuarının ziyaretçisi 3-4 milyon kişi olabilmeli.
Yazının Devamını Oku

Rüzgarlar arkamızdan esiyor

25 Ekim 2004
<B>AVRUPA Birliği </B>(AB) Komisyonu raporu önemli bir dönüm noktasıydı. Siyasi açıdan, <B>AB</B>, Türkiye için bir ‘<B>çapa</B>’ olma işlevine fiilen başlamış oldu. Ardından yayınlanan OECD raporu Türkiye ekonomisinin geldiği noktayı çok olumlu değerlendirerek iktisadi açıdan dünya kamuoyunda Türkiye ekonomisinin görünümünü yükseltti.

Çeşitli çevrelerde Türkiye konuşulur oldu. Eskiden de Türkiye konuşulurdu. Ama, şimdi konuşmalar hem olumlu hem de ileriye dönük olarak umut verici. Dikkati çeken bir ülkeyiz. Bu konumumuzu korumak durumundayız.

Geldiğimiz yere sevinip çoğu zaman yaptığımız gibi ‘dereyi görmeden paçaları sıvamak’ gibi bir tuzağa düşmememiz gerekiyor. Boş yere beklentileri şişirmek gibi bir hatadan kaçınmak gerekiyor. Çünkü, Türkiye hakkında olumlu konuşanların kafalarında hala ‘acaba yine saçmalarlar mı?’ diye bir soru işareti yok olmuş değil.

Dikkat edilirse, Türkiye hakkında konuşanlar ve yayınlanan raporlar olumlu gelişmeleri överken riskleri de sıralamayı ihmal etmiyorlar. Ev ödevimizin henüz tamamlanmadığını ima ediyorlar. Örneğin, OECD raporu ileriye dönük olarak Türkiye’nin iyi yönetişim (good governence), kayıt dışı ekonominin büyüklüğü gibi konularda ilerleme göstermesi gerektiğini vurguluyor.

Daha da ileri giderek, Türkiye, çeşitli alanlarda devletin rolünü yeniden tanımlamak zorundadır denebilir. Bu tanım içinde Türkiye’nin ekonomik alanda, en geniş anlamıyla teşvik ve sübvansiyon mekanizmalarını yeniden yapılandırmak zorundadır. Bu alanda üç önemli konu vardır: tarım sektörünün desteklenmesi, sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması ve kayıt dışılığa müsamaha göstermemek.

Bugünkü yapıda tarım sektörüne devlet tarafından verilen desteği kuruşlandırmak mümkün değildir. Yani, devlet tarıma verdiği desteğin tam olarak maliyetini bilmemektedir. Maliyeti bilinmeyen desteğin amacına ulaşması mümkün değildir.

Sosyal güvenlik sisteminin açıklarının karşılanması için bütçeden verilen mali destek toplam bütçe açığının yüzde 57’sine gelmiştir. Gelecek yıl bu oranın yüzde 75 olması planlanmaktadır. Faiz dışı giderlerin yüzde 20’sinden fazlası sosyal güvenlik sisteminin desteğine gitmektedir. Bu oran her yıl hızlanarak artmaktadır. On beş yıl önce, nakit açığı vermeyen bu sistem bugün vergi gelirlerinin yüzde 20’sini götürmektedir. Kısacası, altından kalkılamayacak bir yük söz konusudur.

Kayıt dışılık Türkiye’de bir norm olmuştur. Açıkçası, müsamaha edilmektedir. Hatta, korunmaktadır. Siyasi açıdan da hassas bir konudur.

Rüzgar arkamızdan esmektedir. Yelkenleri şişirip daha hızlı gitmek zorundayız. Rüzgarın arkamızdan esmesi reformları yavaşlatmamalı, aksine hızlandırmalıdır. Çünkü, acı verecek reformlar zor günlerde değil, ancak rüzgarın arkaya alındığı dönemlerde çok daha rahat yapılabilir.

Rüzgarı arkamıza almak hemen yabancı sabit sermaye yatırımlarının ülkemize gelmek için sıraya gireceği anlamına da alınmamalıdır. Yabancı sermaye Türkiye’ye daha yakından bakmaya başlayacaktır. Türkiye’nin haritadaki yerini çok daha iyi bileceklerdir. Dış borçlanma kapasitemiz artmaktadır. Ama, yabancı sabit sermaye yatırımlarının Türkiye’ye gelmesi Türkiye’nin yapısal reformları uygulamadaki başarısına bağlı olacaktır.

Hazine’nin eli rahatlıyor

İŞLER
iyi gittikçe, ileriye dönük beklentiler düzeldikçe ekonomik birimlerin güveni artıyor. Ekonomide güven artışının en önemli yansımalarından ikisi Hazine’nin borçlanma maliyetinin düşmesi ve borç vadesinin uzamasıdır. Geçen hafta, Hazine’nin üç yıl vadeli sabit faizli borçlanmayı çok rahat yapabilmesi Hazine borçlanmasında önemli bir dönüm noktasıdır.

Gelinen noktada, para piyasasında bazı yapısal değişiklikleri düşünmenin zamanı gelmiştir. Artık Hazine üç-beş yıl vadeli borçlanmaları daha sık denemelidir. Uzun vadeli borçlanmalar, sabit faiz esası üzerine olacağına, altı aylık borçlanma ihalelerinde oluşan ortalama faizlere endeksli kuponlu senetlere baz edilebilmelidir.

Bu çerçevede, Hazine şimdi üç aylık yaptığı referans ihalelerini altı ay vadeye çekmeli, üç aylık borçlanma piyasasından belli bir program dahilinde çıkabilmelidir. Üç aylık borçlanma piyasasına Hazine arızi durumlarda girebilmelidir. Ama, bu uygulama bir sistemin parçası olmamalıdır.

Hazine’nin para piyasasındaki faaliyetleri çeşitli açılardan en fazla Merkez Bankası’nı ilgilendirmektedir. Merkez Bankası para piyasasının kısa vadeli bölümünde işlem yapan bir kurumdur. Hazine’nin borçlanma vadesi uzayıp piyasanın kısa vadeli bölümünden çıktıkça Merkez Bankası’nın işleri kolaylaşacaktır. Yani, Hazine’nin eli rahatladıkça, Merkez Bankası’nın misyonuna yönelik eli daha da rahatlayacaktır.

Bugün, Merkez Bankası para piyasasından yüklü miktarda borç alma durumunda olan bir para otoritesidir. Para piyasasının fiyat istikrarı yönünde etkili bir biçimde yönlendirilebilmesi açısından Merkez Bankası’nın borç alan değil, borç veren bir para otoritesi durumuna dönüşmesi şarttır.

Bu amaca yönelik olarak, Hazine eli rahatladıkça Merkez Bankası’nın bilançosundaki uzun vadeli ve piyasası olmayan Hazine bonolarını geri satın alması para politikasının etkinliğini artıracak en önemli stratejilerden biri olacaktır. Etkin bir parasal kontrol vadeye göre faizlerin de ayrışmasına (getiri eğrisinin düz değil, eğimli olması durumu) neden olacaktır.

Enflasyon düştükçe enflasyonu tek haneli rakamlara indirip ‘fiyat istikrarı oluştu’ diyebilmek giderek zorlaşan bir projedir. Para piyasalarındaki bu çeşit yapısal değişiklikler fiyat istikrarını tesis etme projesini göreli olarak kolaylaştırıcı unsurlardandır.

Piyasalara orta vadeli perspektif vermek gerekiyor

IMF
ile yapılacak üç yıllık bir program üzerindeki mutabakat ekonomik birimlere orta-uzun vadeli bir perspektif vermesi açısından çok büyük bir önem taşımaktadır. Böyle bir program hem hükümetin niyetini ortaya koyacaktır hem de ekonomik istikrarın devam edeceği konusunda ekonomik birimleri biraz daha fazla ikna edecektir.

Orta-uzun vadeli perspektif inandırıcı olduğu sürece ekonomik birimlerin vade tercihleri uzayacaktır. Kalıcı fiyat istikrarı ve sürdürülebilir büyüme ancak ekonomik birimlerin vade tercihleri yeterince uzadığında gerçekleşebilir.

Geçenlerde Başbakan’ın ‘2008 yılına kadar kamu sektöründe faiz dışı fazlanın milli gelirimizin yüzde 6.5’i civarında tutulması hedeflenmektedir’ yönündeki beyanatı birçok açıdan çok önemlidir. Her şeyden önce, böyle bir stratejiyle, Türkiye’de kamu sektörünün üzerindeki borç yükünün radikal bir biçimde indirilmesi hedeflenmektedir.

Kamu sektörünün borçluluğu bir risk faktörü olmaktan çıkarılmaktadır. Bu kararlılığın beyanı, uygulamalarla birleştiğinde, ileriye dönük beklentileri çok daha olumluya döndürecektir. Şikayet ettiğimiz reel faizler Merkez Bankası’nın üzerine nominal faizleri indirmesi için baskı yapmakla değil, ekonomik birimlere bu çeşit orta-uzun vadeli bir perspektif vermekle düşebilecektir. Ortaya üç yıl vadeli bir perspektif konmaktadır.

Şimdi önemli olan, bekleyen yapısal reformların içeriği ve uygulamaya geçirileceği takvimin kamuoyu ile paylaşılmasıdır. IMF ile bu konularda varılacak mutabakat çok büyük bir önem taşımaktadır. Ekonomik istikrarın geçici ya da kalıcılığı yönünde, yabancılar da dahil olmak üzere, ekonomik birimlerin ikna edilmesi bu yolla olacaktır.

Orta-uzun vadeli bir perspektifin kamuoyu ile paylaşılması riskleri öne çıkaran Moody’s gibi kredi derecelendirme kuruluşlarının bakış açısını da olumlu yönde şekillendirecektir.
Yazının Devamını Oku

Nasıl bir Rekabet Kurumu?

24 Ekim 2004
<B>UZUN </B>bir süre pazar günleri <B>rekabet</B> üzerine yazılar yazdım. Amacım, okuyucuları genel olarak <B>rekabet</B> konusunda aydınlatmak ve ülkemizde <B>rekabet bilincinin</B> oluşturulmasında küçük bir katkı yapmaktı. Genel değerlendirmelerin yanında, ülkemizdeki rekabetin sağlanması konusundaki yapılaşmanın tartışılması da önemlidir.

Ekonominin çeşitli sektörlerinde rekabetin oluşması, korunması ve geliştirilmesi görevi Rekabet Kurumu adında hükümetlerden bağımsız bir kuruma verilmiştir. İhtiyaç duyduğumuzdan değil, Gümrük Birliği nedeniyle Avrupa Birliği’nin bizi zorlaması nedeniyle böyle bir kuruma sahip olduk.

Türkiye’de Rekabet Kurumu’nun oluşturulması Avrupa ve Amerika’daki örneklerden esinlenerek gerçekleştirilmiştir. Bir anlamda, Batı kültürlerinden esinlenilmiştir. Uygulamada elbette kültür farklılıklarından da kaynaklanan farklar vardır.

BİRÇOK ŞAPKA

Bir rekabet otoritesinin en önemli özelliği siyasetten bağımsız, teknik bir kurum olmasıdır. İşlev gördüğü alan gereği, hem hukuk, hem de iktisat bu kurumun dayandığı iki önemli disiplindir. Hukuki temeli olmayan iktisadi yaklaşımların bir anlamı olmayacağı gibi, iktisat kurallarına aykırı hukuk düzenlemelerinin de bir anlamı olmayacaktır.

Dolayısıyla, rekabet otoritelerinde çalışanların bir kısmı hukukçu bir kısmı iktisatçı olacaktır. Zamanla, kurum içindeki hukukçular iktisat öğrenecekler, iktisatçılar da hukuk öğreneceklerdir. Üniversitelerimiz bu iki disiplini bir arada veren lisans üstü programlar geliştirip okuttuklarında, ülkemizdeki rekabet bilinci üç-beş adım daha ileri gitmiş olacaktır.

Dünyadaki genel eğilime bakarsak, rekabet otoriteleri, alışılmışın tersine, kendi alanlarına giren konularda hem yargıçtırlar, hem savcıdırlar, hem de polistirler. Bu nedenle, konulara yaklaşımları ve bağlantısız olmaları çok büyük önem taşımaktadır.

Kendi iradeleriyle ya da bir şikayet üzerine rekabet otoritesi en yüksek karar organı (Kurul) yoluyla piyasadaki bir olay ya da uygulamanın rekabet hukuku açısından incelemeye değer olup olmadığına karar verir. Bu aşamada, otorite, gözlenen olgunun ya da yapılan şikayetin rekabet açısından ciddiyetine bakar. Yeterince kanıt bulunduğunda, konunun incelemeye alınması kararlaştırılır. Bu aşamada, rekabet otoritesinin çeşitli organları arasındaki ilişkiler çok hassas bir noktaya gelmiştir.

İncelemeyi yapacak olanlar Rekabet Kurumu’ndaki çalışanlardır. Kurum’un en yüksek karar organı olan Kurul’dan aldıkları yetkiyle şirketlerde araştırma yapabilirler. Şirketin mahrem sayılabilecek dosyalarına ulaşabilirler. Yani, polislik yaparlar.

İnceleme sonuçlandığında, Kurum çalışanları savcı rolüne soyunurlar, Kurul üyeleri yargıç durumundadırlar. Konuyu ilgilendiren şirketler kendilerini avukatları yoluyla savunurlar. Aynı rekabet otoritesi içinde, savcılar ve yargıçlar aynı çatının altındadırlar. Hatta, yargıç durumdakiler en geniş anlamda bir çok açıdan savcı rolündekilerin amirleri durumundadırlar. Yani, ortada birçok şapka vardır. Şapkaların karıştırılması olasılığı çok fazladır.

HASSAS DENGE

Kısacası, hassas bir denge söz konusudur. Yargıçların doğru ve adalet ilkesine sağdık kalarak bir karara varabilmeleri için incelenmiş konu karara bağlanana kadar yargıç konumundakiler görev ve sorumluluklarını birbirine karıştırmamaları gerekir.

Bu yaklaşımın başında, Kurul üyelerinin konu hakkında kamuoyu ile paylaşılmayan hiç kimseyle hiçbir ilişkiye, sohbete, yazışmaya, kısacası iletişime girmemeli ilkesi gelir.

Tüm kültürler buna izin verirler mi diye sorulabilir. Örneğin, bir Başbakan Rekabet Kurulu Başkanı’nı arayıp siyasi sonuçları olan ve Kurum tarafından incelenmekte olan bir konu hakkında bazı sorular sorsa, ne olur?

Gelecek hafta devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Halka açılmak halkı çarpmak olmamalı

22 Ekim 2004
<B>ŞİRKETLERİN </B>halka açılması, <B>sermayenin tabana yayılması</B> iyi şeylerdir. Sermaye piyasasında böyle bir yapılanma teşvik edilmelidir. Ama, gerekli altyapı, sistemin hukuki temelleri de çok sağlam olmalıdır. Yani, halka açık şirketlerde azınlık hisselerinin hakları çok iyi korunmalıdır. Azınlığın hakları korunmadığında, hakim hissedarın azınlığı çarpması söz konusu olur.

Azınlık hisselerinin en önemli hakkı şirketin idaresi ve gidişatı hakkında doğru ve zamanında bilgi almaktır. Çeşitli nedenlerle şirket hakkındaki bilgiler doğru ya da zamanında azınlık hisselerini elinde bulunduranlarla paylaşılmıyorsa, kurulan yapı halka açılmak değil, halkı dolandırmaktır.

Bu çeşit durumları önlemek için Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) oluşturulmuştur. Bu Kurul’un en önemli işlevi şirketlerdeki azınlık hissedarlarının hakkını koruyacak hukuki altyapının oluşturulması ve uygulamanın denetimidir.

BİLGİLENDİRME

Yapı Kredi Bankası
halka açık bir bankadır. Banka, hakim hissedarından 2 milyar dolar kadar alacaklıdır. Borçlu, ödeme sıkıntısı içinde olduğundan, borçları İstanbul Yaklaşımı içine alınmıştır. Yani, hakim hissedarın borç geri ödemesi yeniden yapılandırılmıştır. Bu şekilde, Yapı Kredi Bankası bu alacaklarına tüm karşılık yazmaktan kurtulmuş ve zarar göstermek zorunda kalmamıştır.

Banka’nın en büyük alacaklısı olduğu hakim hissedarla yaptığı anlaşma azınlık hissedarlarını ilgilendiren en önemli konulardan biridir. Bu bilginin, doğru ve zamanında, azınlık hissedarlarıyla paylaşılması gerekir.

Aynı hakim hissedar, geçmişte sermayesinde ve idaresinde kendinin hakim olduğu, ama şimdi TMSF’nin mülkiyetinde olan bir başka bankaya da borçludur. Bu borçlar için de bir anlaşma yapılmıştır. Aynı kişinin bir bankayla yaptığı borç yapılandırma anlaşması bir başka banka ile yaptığı borçların yeniden yapılandırılmasının geleceği hakkında ışık tutacaktır. Dolayısıyla, doğrudan bankayla alakası olmasa da, bu anlaşma da Banka’nın azınlık hissedarlarınca bilinmek zorundadır. Yapılan anlaşmanın diğer tarafı özel bir kurum değil, devlettir.

Azınlık hissedarlarının hakkının korunmasında bekçilik görevini üstlenmesi gereken SPK, Banka’nın azınlık hissedarlarıyla paylaşmak üzere TMSF ve BDDK’dan bilgi talep ediyor. Gazetelerde yazılanlar doğruysa, gerekli bilgiler ‘bankacılık sırrı’ bahanesiyle verilmiyor. Bu konularda BDDK ve TMSF nasıl hareket edeceklerine kendileri karar verirler. Ama, SPK’nın halka açık olan bu Banka’nın hissedarlarına karşı sorumlulukları vardır.

ALET OLMAMALI

Gerekli ve yeterli bilgi akımını sağlayamıyorsa, SPK
, tatminkar bilgiler gelene kadar, bu çeşit şirketlerin hisselerinin Borsa’da el değiştirmesini durdurabilir. Daha da önemlisi, bankacılık ayrıcalıklı bir sektörse, ki öyle anlaşılıyor, o taktirde, SPK bankaların halka açılmalarına izin vermeyebilir. Çünkü, bilgi akışı sağlanamayan şirketlerde azınlık hissedarlarının haklarını korumak mümkün olamaz.

Daha önce de, eski Bankalar Yasası’nın 64. Maddesi kapsamında Hazine tarafından yakın takibe alınan bankaların durumları azınlık hissedarlarıyla paylaşılmamıştı. O bankalara TMSF el koydu. Durumdan habersiz azınlık hissedarlarının elinde o bankaların hisse senetleri tuvalet kağıdından daha değersiz hale geldiler.

SPK bu konuda bir tutarlı bir strateji belirlemelidir. Aksi taktirde, SPK da, halka açılmanın halkı çarpmak olduğunu doğrulayan bir mekanizmanın aleti haline gelecektir.
Yazının Devamını Oku

Özelleştirmeyle şapka düşüp kel görünecek

21 Ekim 2004
<B>ÖZELLEŞTİRME</B> ekonomideki yapısal reformların çok önemli bir ayağıdır. Özelleştirmeyle kamu sektörünün ekonomideki ağırlığı azalacaktır. <B>Ekonomide rekabet ve verimlilik artacaktır</B>. Özelleştirmeden elde edilen gelirlerle kamu borçları ödeneceğinden, kamunun borç yükü azalacaktır. Şikayet edilen yüksek orandaki faiz dışı fazla verme zorunluluğu göreli olarak hafifleyecektir.

Reel faizlerin arzulanan düzeylere inmesi kolaylaşacaktır.

IMF ile önümüzdeki üç yıla yönelik olarak yapılacak yeni stand-by düzenlemesinin en önemli konu başlıklarından biri hiç şüphesiz özelleştirme olacaktır. Büyük özelleştirmelerle, eğer akılcı bir strateji izlenirse, çok istediğimiz yabancı sabit sermaye yatırımlarının girişi hızlanacaktır.

KAMU DENGESİ

Özelleştirme ile bir başka şey daha olacaktır. Kamu sektöründeki kuruluşların toplam zararları artacaktır. Çünkü, şimdi konsolide kamu mali dengesine kar eden kamu kuruluşlarının da hesapları girmektedir. Kár eden şirketler özelleştirildiğinde, artılar eksileri götürmeyecek, çoğunluğu eksi olanlar toplanacaktır. Yani, özeleştirmeyle beraber konsolide bazda kamu sektörünün borçlanma ihtiyacı artmış görünecektir.

Bir anlamda, özelleştirmeyle şapka düşüp kel görünecektir. Kamu kuruluşlarının zararları daha da göze batacaktır. Kamu sektöründeki tasarruf gereği daha fazla önem kazanacaktır. İşlerin kamu kuruluşları arasında ‘havuz’ oluşturmakla çözülemeyeceği daha iyi anlaşılacaktır.

Uygulamada, kár eden kamu kuruluşlarının zarar eden kamu kuruluşlarına fon aktarması diye bir şey zaten söz konusu değildir. Kár edenler kendi yatırım programlarını finanse ederler. Zarar edenler zararlarını ya borçlanma yoluyla ya da devletten fon alarak finanse etmeye çalışırlar. Hazine’nin bir kamu kuruluşundan nakit bazda temettü aldığı tarihimizde çok ender rastlanan bir olaydır.

Dolayısıyla, özelleştirme yoluyla kar eden kamu kuruluşlarının devletin elinden çıkması devletin nakit akışını olumsuz etkilemeyecektir. Aksine, satışlardan yapılan hasılatla devletin borçlarını geri ödemesi ve borçlarını azaltması söz konusu olacaktır.

Böyle bir deneyimi 1970’lerin sonlarında ve 1980’li yılların başında İngiltere de yaşamıştı. İngiltere, geçmişte devletleştirdiği şirketleri göreli olarak hızlı bir şekilde özelleştirdi. Orada özelleştirme bir anlamda sancısız oldu. Çünkü, genelde şirketleri devletleştirme yoluyla elinden alınanlar yeniden şirketlerine kavuşmuş oldular.

İngiltere’deki toplam kamu finansman dengesine bakıldığında, kamu sektörünün borçlanma gereği arttı. Çünkü, kar eden şirketler elden çıkmış, zarar edenlerin ise özelleştirilmesi gecikmişti.

Daha önceden de tahmin edilen bu durum İngiltere’deki özelleştirme uygulamasını yavaşlatmadı, aksine, zarar eden şirketler ivedilikle yeniden yapılandırılarak özelleştirilebilir hale getirildiler.

1970’li yıllarda köhne diye nitelendirilen İngiltere ekonomisi birden bire dinamik bir hale geldi. Bugünlerde birçok kıta Avrupa ülkeleri ekonomik sıkıntı çekerken, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ile beraber, dünya ekonomisinin lokomotifi haline geldi. Fiyat istikrarını tehdit etmeden yüksek oranda ekonomik büyümeyi gerçekleştirebiliyorlar.

İngiltere’de kamu finansmanındaki çarpıcı iyileşme, diğer Avrupa Birliği ülkelerini İngiltere’nin AB’nin genel bütçesinden alması gereken katkıyı almaması için ricacı olmaya zorluyor. İngiliz ekonomisindeki verimlilik artışı kıta Avrupa’sına parmak ısırtıyor.
Yazının Devamını Oku