7 Kasım 2004
<B>REKABET</B>, Türkiye için yeni bir kavramdır diyebiliriz. Lafın gelişi, ‘rekabet’ kelimesini oldukça sık kullansak da, ne rekabetin gerçekten ne demek olduğu konusunda yerleşik bir görüşümüz var, ne de rekabeti önleyen etkenleri nasıl ortadan kaldırabileceğimiz konusunda iyi tasarlanmış bir stratejimiz var.
Avrupa Birliği’nin zorlamasıyla bir rekabet otoritesi oluşturduk. Ama, Rekabet Otoritesi’ni nasıl kullanacağımız konusunda çok fazla fikrimiz olduğunu sanmıyorum.
Rekabet Kurumu’na yönelik yapılabilecek çoğu eleştiriler ve öneriler belki zamansız olacaktır. Çünkü, Kurum göreli olarak daha çok yenidir. Kendi kültür ve geleneklerini oluşturmak için henüz yeterli zaman geçmemiştir.
Yine de, kurumlar yeni de olsalar, Kurum’un kültürünü ve geleneklerini şekillendirecek olan ekonomik ve idari yapının iç dinamiklerdir. İç dinamikleri doğru yönlendirmekle Rekabet Kurumu gibi yeni kurumların doğru temeller üzerinde olgunlaşması mümkün olabilecektir.
REKABET BİÇİMİ
Rekabet otoritesi olayları takip eden bir yapıda mı olmalıdır yoksa olayların üzerine giden (pro-aktif) bir kurum mu olmalıdır. Bir başka ifadeyle, Rekabet otoritesi ihbarlar üzerine hareket eden bir savcı mı, yoksa kendi araştırmalarıyla rekabeti engelleyen etkenleri bulup çıkaran bir yapıda mı olmalıdır?
Uygulamada mutlaka her ikisi de olacaktır. Ama, ihbarların yoğun bir biçimde öne geçtiği bir ortamda, Rekabet Otoritesi’nin işlevini yitirmesi de söz konusu olabilecektir. Her ihbarı ciddiye alan bir savcı bir süre sonra kendinden beklenen asıl işlevleri yerine getiremez olur. Rekabet otoritesini olur olmaz ihbarlarla kilitlemek Türkiye ekonomisinde rekabet şartlarının gözlenmesini sakatlayabilecek ciddi bir risktir.
rekabet otoritesinin elde ettiği her türlü delil, delil midir? Yani, nasıl elde edildiğine bakılmaksızın, rekabet otoritesinin elindeki dokümantasyona dayalı deliller ulaşılacak kararların en ciddi dayanakları olabilir mi?
Örneğin, elinde arama izni olan polis gibi şirket bürolarını basıp çeşitli dokümanlara el koyma yoluyla toplanan deliller bugün için hukuki açıdan doğru gibi görünse de, doğru mudur? İki şirket arasında fiyatların beraberce saptanması yolunda bir yazışma ele geçse, böyle bir delil iki şirketin piyasa fiyatlarını beraberce belirlediği anlamına mı gelecektir?
Bu soruların yanıtlarını vermek o denli kolay değildir. Çoğu kez, bu konularda sapla samanı karıştırmak çok kolay olmaktadır. Piyasaların rekabetten uzaklaşıp uzaklaşmadığının tespiti, hiçbir zaman yazılı delillerle değil, yalnızca katılımcıların piyasadaki hareketlerine bakarak olmalıdır. Önemli olan, ekonomik dengenin yansıttığı rekabet biçimidir.
Yazılı delillerin içerikleri piyasa hareketleriyle uyuşsa da Rekabet Otoritesi’nin kararlarının en ciddi dayanağı olmamalıdır. Aksi taktirde, rekabet otoritesinin kararlarının içeriği ekonomik yaklaşımdan uzaklaşıp polisiye yaklaşımlardan oluşacaktır. Halbuki, iktisadi içerikli konular ancak sağlıklı bir biçimde iktisadi kurallar içinde değerlendirilebilir.
DEVLET DESTEĞİ
Rekabet otoritesi, bir ülkede rekabet hukukunu oluşturan en önemli, belki de tek kurumdur. Bu kurumun görüşlerine özel sektör olduğu kadar devlet de saygı duymak zorundadır. Bu çerçeve de, Avrupa Birliği’nin üzerinde durduğu zordaki şirketlere devlet desteği verilmesinin rekabetin korunması adına şartlarını kim tespit edecektir? Rekabet otoritesi bu konuda devre dışı kalabilir mi? Konu (desteğin şartları), parayı veren devletin yöneticisi durumundaki siyasi otoriteyi mi yoksa rekabetin zedelenmemesini gözeten rekabet otoritesini mi daha çok ilgilendirir?
Bu çok önemli konuyu bir başka yazıda ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2004
<B>Genelde, </B>isteğe bağlı olan bireysel emeklilik programları çalışırken <B>kendi biriktirdiğin parayı emeklilik döneminde harcama</B> esasına dayanır. Devletin sunduğu emeklilik programı ise çalışanların emeklileri beslemesi ilkesiyle çalışır. Devletin idare ettiği sistemlerde hovardalık etmek kolaydır. Birçok ülkede bu sistemin iflas etmiş olmasının arkasında da bu gerçek vardır.
Bireysel emeklilik programlarını yaygınlaştırmanın geçiş dönemlerinde zorlukları vardır. Bireysel emeklilik programlarını zorunlu hale getirmek çoğu zaman mümkün olamamaktadır. Çünkü, bireysel emekliliği zorunlu hale getirmek devletin iflas ettirdiği eski sistemde devletin gelirlerini kesmek anlamına gelmektedir.
Birçok ülke bireysel emeklilik programlarını zorunlu tutmasa dahi, verilen teşvikler bireysel emeklilik programlarını çalışanlar için de, işverenler için de cazip hale getirmektedir.
İŞSİZLİK SİGORTASI
Bireysel emeklilik programlarıyla işsizlik sigortasını birleştirme olanağı da vardır.
İşsizlik sigortası çalışanın işsiz kalması durumunda yeni bir iş bulana kadar, ama azami bir süresi olan dönemde, çalışırken aldığı maaşın bir bölümünü maaş olarak verilmesi ilkesine dayanır.
Yürürlükte olan işsizlik sigortaları zorunlu emeklilikte olduğu gibi, başkasının parasını harcamaya dayanır. İşsizlik sigortasından yararlanma ile sigorta primleri arasında belirgin bir ilişki yoktur. Doğal olarak hovardalık yapılır. Dolayısıyla, birçok ülkede bu sistemde çökmüş durumdadır.
Belli bir süre bireysel emeklilik programına katkı yapan bir çalışan aynı fonu işsizlik sigortası gibi de kullanabilir. Örneğin, bireysel emeklilik programına girdikten beş yıl sonra, çalışan işsiz kaldığında bu fondan çalışırken aldığı maaşın yüzde 75’i kadar maaş alabilir. İşsizlik maaşının süresi azami üç ayla sınırlandırılabilir.
Sisteme on yıldır katkı yapan bir kişinin işsiz kalması durumunda, işsizlik maaşı altı ayla sınırlandırılabilir. Her durumda, işsizlik maaşı alan kişi kendi parasını yemektedir. Bugün işsizlik maaşı aldığı için yarın emekli olduğunda alacağı para daha azalmaktadır. Dolayısıyla, kendi parasını yemek durumunda kalanların acele olarak yeni iş bulmaya çalışması teşvik edilmektedir. Aksi taktirde, işsizlik sigortasının yeni iş aramayı cazip kılmadığı iyi bilinen gerçeklerdendir.
Birçok ülkede işsizlik sigortalarının batmış olması işsizlerin yeni iş bulmak için çok fazla teşvik edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Başkasının parasıyla hovardalık yapmak herkese kolay gelmektedir.
MALİYET DÜŞER
Bireysel emeklilikle işsizlik sigortasının belli şartlarda birleştirilmesi insanlara kendi parasıyla hovardalık etme imkanı sağlamaktadır. Kendi parasıyla hovardalık etmek ise birçok kişi için kolay olmamaktadır. Emeklilik ve işsizlik sigortası sistemleri bu şekilde daha sağlam temellere oturtulabilmektedir.
İşverenin işsizlik sigortasına yaptığı katkının çalışanların katıldığı bireysel emeklilik sistemine yapması, hem bir anlamda bireysel emekliliği yarı zorunlu hale getirecek, hem de sosyal güvenlik sistemimizi daha sağlam yapacaktır. Birçok açıdan da sosyal güvenlik sisteminin maliyeti azalacaktır.
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2004
<B>MECBURİ </B>emeklilik programları uzun dönemde <B>demografik değişmelere paralel olarak</B> batmaya mahkumdur dersek, abartılı olmaz. Nüfus yaşlandıkça, emeklilerin sayısı çalışanlara göre arttıkça, devlet tarafından idare edilen çalışanların emeklileri besleme ilkesine dayanan mecburi emeklilik programları devletin üstüne yıkılmaya mecbur kalırlar.
İsteğe bağlı emeklilik programlarında (Türkiye’de bireysel emeklilik deniyor) ise herkesin parası kendi hesabında tutulduğundan, sistemin başkalarının üzerine yıkılması diye bir şey söz konusu değildir. Bu sistemde, çalışırken çok katkı yapan, emekli olduğunda da çok gelir sağlar.
Bir çok ülkede, çalışanların emeklileri besleme ilkesine dayanan mecburi emeklilik programları yürürlüktedir. İşletmesi kolaydır. Başta büyük fonlar birikiyormuş gibi görünür. Yirmi yıl içinde sıkıntıların başlayacağı sinyalleri gelmeye başlar. Bu sistemin uygulandığı bütün ülkelerde, bizde olduğu gibi, bütçe sosyal güvenlik sistemine çalışır.
TEŞVİKLER
Bireysel emeklilik programları, kendi içinde tutarlı olsa da, ekonomiye küçümsenmeyecek uzun vadeli kaynak yaratsa da, sisteme insan çekmekte zorlanmaktadır. Özellikle Türkiye gibi nüfusun ortalama yaşının 30’un altında olduğu ülkelerde, genç nüfus emekliliği düşünmemekte, emeklilik için bugünden tasarruf yapmayı gereksiz bulmaktadır. Enflasyon bu görüşü daha da güçlendirmektedir.
Emeklilik kaygıları çoğunlukla yaş elliye dayandığında başlamaktadır. O aşamada bireysel emeklilik programlarına girmek çekici olmaktadır. Ama, çalışılacak sürenin azalması nedeniyle, emeklilikte tatmin edici maaş almak için bugünkü tasarruf miktarının da göreli olarak daha çok olması gerekmektedir. Yani, geç kalındığında, makul bir gelir düzeyi için gerekli tasarruf miktarı programın çekiciliğini önlemektedir.
O halde, bireysel emeklilik programlarının insanın çalışma hayatının başında, ama emekliliğin hiç de düşünülmediği zaman başlatılması sistemi çok daha işlevsel yapacaktır. Dolayısıyla, insanları bireysel emekliliğe yönlendirecek bir teşvikin olması şarttır. Bu teşvik mekanizmasının iki bacağı olmalıdır: devlet ve işverenler.
Devlet bireysel emeklilik programlarını vergi muafiyeti yoluyla destekleyebilir. Şahıslar adına fonlar biriktikçe ödenen primler vergi dışı kalabilir. Biriken fonlardan elde edilen gelirler vergi dışı tutulabilir. Fondan çekiş oldukça vergi tahakkuku başlayabilir. Devlet zaman içinde mecburi emeklilik programları yanında bireysel emeklilik programlarını da mecbur kılabilir.
İŞVEREN KATKISI
İşverenlerin vereceği teşvik işin en önemli kısmıdır. Artık verilen ücretler brüt üzerinden konuşulmalı ve brüt ücret bireysel emeklilik için işverenin yapacağı katkıyı da içermelidir. Ancak, işveren, ancak çalışan da katkı yapıyorsa, çalışanın adına bireysel emeklilik programına katkı yapmalıdır. İşverenin katkılarının kullanımı bazı şartlara tabi olmalıdır.
Çalışanın katkı yapmadığı zaman işverenin de katkı yapmaması çalışan adına çok ciddi bir gelir kaybıdır. Genç yaşlarda insanlara emekliliği düşündüreceksek, tasarruf eğilimlerini en geniş anlamda yeniden yapılandırmak zorunlu olmaktadır. Bireysel emeklilik sisteminin başarıyla uygulandığı birçok ülkede durum böyle olmuştur.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2004
<B>TASARRUF, </B>belli bir zaman diliminde <B>tüketilmeyen gelir</B> olarak tanımlanır. İnsanlar neden tüketmeyip gelirlerinin bir kısmını kenara koymak isterler? Tasarruf etme isteğini dönemlere ayırabiliriz. Bazen kısa dönemde tüketimi ileri kaydırmak için tasarruf yapılır. Örneğin, bir otomobil almak için para biriktirmeye çalışmak bu çeşit bir tasarruftur.
Bazen de, insanlar uzun dönem sonra tüketimlerini temin etmek için tasarruf yaparlar. Örneğin, emeklilik için tasarruf yapmak ya da işsizlik sigortasına prim ödemek bu çeşit bir tasarruftur.
FARKLI SİSTEMLER
Ekonomideki toplam tasarrufların birikimli değerine en çok katkı yapan tasarruf çeşidi uzun dönemli amaçlar için yapılan emeklilik dönemine yönelik tasarruflardır. Miktar fazladır. Vade uzundur. Demografik yapının bir uzantısı olarak, nüfusu genç ülkelerin bu çeşit tasarruflara sahip olma imkanı çok daha fazladır.
Çünkü, genç nüfuslu ülkelerde, emeklilik için tasarruf yapanların sayısı ve tasarruf miktarları, emekli olduğu için geliri olmadan (üretmeden) tüketenlerin sayısından ve aldıkları parasal yardımlardan çok daha fazladır.
Emeklilik dönemi için tasarruf yapmak iki farklı program içinde yapılabilir: mecburi ve isteğe bağlı programlar. Mecburi emeklilik programları devlet tarafından yönetilen ve genellikle çalışanların emeklilerin masraflarını karşıladığı programlardır.
Çalışanların katkısıyla, paralar bir havuzda toplanır. Aynı havuzdan aynı dönemdeki emeklilere maaşları ödenir. Havuzdaki para yetmezse, devlet bütçesinden bu havuza katkı yapar. Kimsenin ne kadar parası olduğu bilinmez. Devlet, ileride, çalışanlar emekli olduklarında, o dönemin çalışanların katkıları sayesinde maaş bir vereceğini garanti eder (garantinin reel ya da nominal bir rakamı yoktur).
İsteğe bağlı emeklilik programlarında ise çalışanın nam ve hesabında çalışırken yapılan katkılar toplanır. Emekli olunduğunda, çalışanın adına ne kadar para biriktiğine bakılır ve toplam birikime paralel bir maaş verilir. Yani, çalışan emekli olduğunda kendi biriktirdiği paraları yer.
BİREYSEL SİSTEM
Mecburi emeklilik programlarının ekonomideki toplam tasarruf miktarına hiçbir katkısı yoktur. Varsa çok azdır. Genellikle, bu çeşit emeklilik sistemleri bütün dünyada iflas etmiş olduklarından devletten yardım almaya mecburdurlar. Dolayısıyla, büyük bir olasılıkla, bu sistemin ekonomideki toplam tasarruflara net etkisi negatiftir. Biriktirilmeyen para harcanmaktadır. Avrupa’nın, Amerika Birleşik Devletleri’nin, Güney Amerika ülkelerinin ve Türkiye’nin bu konudaki sıkıntıları aynıdır.
İsteğe bağlı emeklilik programlarında ise, herkes kendi biriktirdiği paraları emekli olduklarında yemeğe başladığından uzun süre şahıslar adına tutulan ve giderek artan parasal meblağlar söz konusudur. Bu çeşit programların yaygın olduğu ülkelerde toplam tasarruflar hem toplam olarak büyüktürler hem de uzun vadelidirler.
Ortalama yirmi yaşında çalışıp para kazanmaya başlayan biri kırk yıl boyunca maaşının yüzde 10-15’ini bu çeşit bir fonda tutmaktadır. Bu fon kısa ve uzun vadeli çeşitli yatırımlar yapmaktadır. Nemalarıyla beraber, kişi atmış yaşına geldiğinde, reel faizler ve reel olarak kişinin kariyeri boyunca artan maaşına göre, çalışanlar 10 yıllık maaşlarına eşit bir birikim yapabilmektedirler.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2004
<B>GEÇEN </B>cuma günü <B>Merkez Bankası</B> bilançosunun genel görünümünden söz etmiştim. <B>Merkez Bankası</B>’nın varlıkları ve yükümlülüklerinin neredeyse üçte ikisi yabancı paralar cinsindeyken, ancak üçte biri kendi bastığı para cinsindedir. Kendi bastığı para cinsindeki yükümlüklerinin önemli bir bölümü yalnızca emisyon (piyasaya çıkarılan banknotlar) olmalıyken, Merkez Bankası piyasadan doğrudan borçlanarak bazı varlıklara sahip olmaktadır. Buna mecbur kalmaktadır.
Örneğin, Merkez Bankası’nın bilançosunda 23.8 katrilyon liralık devlet iç borçlanma senetleri mevcuttur. Yaşanan ekonomik kriz döneminde, Bu, Hazine borçlarının bir kısmının parasallaşmasından kaynaklanan bir olgudur. Portföyündeki bonoların dönemsel faizleri ödense de, Merkez Bankası’nın bilançosunda kötü aktif olarak durmaktadır. Bunun da finansmanın bir kısmı Merkez Bankası’nın çeşitli isimler altında bankacılık sisteminden aldığı borçlarla karşılanmaktadır.
Bu yapıdaki bir merkez bankası bilançosu, para otoritesinin uygulayacağı para politikasında, elinde bulunması bir takım esnekliklerin olmadığına işarettir.
ETKİNLİK VE ESNEKLİK
Merkez bankaları bilançoları esnek olmalıdır. Esneklik, para otoritesinin gerekli gördüğü dönemlerde bilanço yapısını değiştirebilmesi anlamına gelir. Bilançosunda esneklik arttıkça, Merkez Bankası’nın fiyat istikrarını tesis etmede korumadaki başarı şansı artacaktır.
Bilançoda esnekliğin korunması amacıyla merkez bankaları para piyasalarına daima çok kısa vadeli borç verirler. Gerektiğinde, borç vermeyi keserek parasal gelişmelerin enflasyonist olmamasını sağlanmaya çalışılır. Bu açıdan, para politikasının yönetimi kısa vadeli faizlerin yönetimi anlamına gelir.
Döviz kurları düşerken Merkez Bankası kurlara müdahale etmediği için eleştirilir. Merkez Bankası piyasadan daha fazla döviz alsa, kurlar düştükleri kadar düşmeyecektir. Merkez Bankası’nın piyasadan döviz alması, piyasaya Türk Lirası piyasaya sürmesi anlamına gelir.
Fiyat istikrarı kaygılarıyla, piyasaya çıkan paraları geri toplamak (sterilizasyon) Merkez Bankası’nın döviz dışı varlıklarının bir kısmını satmasını gerektir. Yani, döviz varlıkları artırılmak isteniyorsa, Türk Lirası varlıkları düşürülmelidir.
Halbuki, Merkez Bankası’nın satacak Türk Lirası varlığı yoktur. Donuk kredileri vardır. Esnekliğin olmaması Merkez Bankası’nın bilançosundaki büyüme eğilimlerini artırır. Sonuçta, fiyat istikrarına bir tehdit oluşturur.
Bilançosunun üçte ikisi döviz cinsinden olan bir merkez bankasının sağlıklı bir biçimde para otoritesi rolünü oynayabilmesi mümkün değildir. Mali piyasaların yüzde 40’ına yakın bir bölümünün de döviz cinsinde olduğu hatırlanırsa, Türk Lirası cinsinden fiyat istikrarını gerçekleştirmek ve fiyat istikrarını korumak çok zor bir iştir. Çünkü, ortada göreli olarak fazla Türk Lirası yoktur.
YAPISAL SORUNLAR
Sorun yapısaldır. Para piyasasının yapısı tasarrufçuların portföy tercihleriyle şekillenmektedir. Bu alanda yatırımcıların tercihlerini Türk Lirası’na doğru kaymasını teşvik edecek ortamın sağlanması kaçınılmazdır. Bunun şartlarından biri de yatırımcıları teşvik edecek düzeyde oluşacak bir reel faizlerdir.
Madalyonun diğer yüzünde, Merkez Bankası’nın bilançosuna esneklik kazandırılması varlıklarının çok kısa vadeli ve alıp-satılabilir olmasıyla gerçekleşecektir. Bu şartların sağlanması açısından Hazine’ye önemli görevler düşmektedir.
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2004
GEÇEN cuma günü Merkez Bankası bilançosunun genel görünümünden söz etmiştim. Merkez Bankası’nın varlıkları ve yükümlülüklerinin neredeyse üçte ikisi yabancı paralar cinsindeyken, ancak üçte biri kendi bastığı para cinsindedir.Kendi bastığı para cinsindeki yükümlüklerinin önemli bir bölümü yalnızca emisyon (piyasaya çıkarılan banknotlar) olmalıyken, Merkez Bankası piyasadan doğrudan borçlanarak bazı varlıklara sahip olmaktadır. Buna mecbur kalmaktadır.Örneğin, Merkez Bankası’nın bilançosunda 23.8 katrilyon liralık devlet iç borçlanma senetleri mevcuttur. Yaşanan ekonomik kriz döneminde, Bu, Hazine borçlarının bir kısmının parasallaşmasından kaynaklanan bir olgudur. Portföyündeki bonoların dönemsel faizleri ödense de, Merkez Bankası’nın bilançosunda kötü aktif olarak durmaktadır. Bunun da finansmanın bir kısmı Merkez Bankası’nın çeşitli isimler altında bankacılık sisteminden aldığı borçlarla karşılanmaktadır.Bu yapıdaki bir merkez bankası bilançosu, para otoritesinin uygulayacağı para politikasında, elinde bulunması bir takım esnekliklerin olmadığına işarettir.ETKİNLİK VE ESNEKLİKMerkez bankaları bilançoları esnek olmalıdır. Esneklik, para otoritesinin gerekli gördüğü dönemlerde bilanço yapısını değiştirebilmesi anlamına gelir. Bilançosunda esneklik arttıkça, Merkez Bankası’nın fiyat istikrarını tesis etmede korumadaki başarı şansı artacaktır.Bilançoda esnekliğin korunması amacıyla merkez bankaları para piyasalarına daima çok kısa vadeli borç verirler. Gerektiğinde, borç vermeyi keserek parasal gelişmelerin enflasyonist olmamasını sağlanmaya çalışılır. Bu açıdan, para politikasının yönetimi kısa vadeli faizlerin yönetimi anlamına gelir.Döviz kurları düşerken Merkez Bankası kurlara müdahale etmediği için eleştirilir. Merkez Bankası piyasadan daha fazla döviz alsa, kurlar düştükleri kadar düşmeyecektir. Merkez Bankası’nın piyasadan döviz alması, piyasaya Türk Lirası piyasaya sürmesi anlamına gelir. Fiyat istikrarı kaygılarıyla, piyasaya çıkan paraları geri toplamak (sterilizasyon) Merkez Bankası’nın döviz dışı varlıklarının bir kısmını satmasını gerektir. Yani, döviz varlıkları artırılmak isteniyorsa, Türk Lirası varlıkları düşürülmelidir. Halbuki, Merkez Bankası’nın satacak Türk Lirası varlığı yoktur. Donuk kredileri vardır. Esnekliğin olmaması Merkez Bankası’nın bilançosundaki büyüme eğilimlerini artırır. Sonuçta, fiyat istikrarına bir tehdit oluşturur.Bilançosunun üçte ikisi döviz cinsinden olan bir merkez bankasının sağlıklı bir biçimde para otoritesi rolünü oynayabilmesi mümkün değildir. Mali piyasaların yüzde 40’ına yakın bir bölümünün de döviz cinsinde olduğu hatırlanırsa, Türk Lirası cinsinden fiyat istikrarını gerçekleştirmek ve fiyat istikrarını korumak çok zor bir iştir. Çünkü, ortada göreli olarak fazla Türk Lirası yoktur.YAPISAL SORUNLARSorun yapısaldır. Para piyasasının yapısı tasarrufçuların portföy tercihleriyle şekillenmektedir. Bu alanda yatırımcıların tercihlerini Türk Lirası’na doğru kaymasını teşvik edecek ortamın sağlanması kaçınılmazdır. Bunun şartlarından biri de yatırımcıları teşvik edecek düzeyde oluşacak bir reel faizlerdir.Madalyonun diğer yüzünde, Merkez Bankası’nın bilançosuna esneklik kazandırılması varlıklarının çok kısa vadeli ve alıp-satılabilir olmasıyla gerçekleşecektir. Bu şartların sağlanması açısından Hazine’ye önemli görevler düşmektedir.
button
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2004
<B>YENİ </B>bir uygulama ile <B>Merkez Bankası Başkanı</B> belli dönemlerde <B>Meclis’in Bütçe ve Plan Komisyonu</B>’na ekonomik konularda brifing veriyor. Bu uygulama para otoritesinin görüşlerini açıklaması için çok iyi bir platform oluşturmuştur. Bu platformda dinleyiciler ve soru soranlar politikacılar da olsa, söylenenlerin muhatabı tüm ekonomik birimlerdir.
Geçen hafta verilen brifingde en çarpıcı konu faiz düşüşü ve faizlerin ekonomideki işlevi idi. Başkan, Merkez Bankası’nın faizleri düşürmesiyle reel faizlerin düşmesinin mümkün olamayabileceğini anlattı. Reel faizlerin düşmesi için çok başka etkenlerin devreye girmesi gerektiğini vurguladı.
Türkiye ekonomisinin istikrara kavuştuğunu iddia etmek için zaman henüz erken. Ekonomik istikrara ulaşmak için önemli adımlar atıldı. Önemli mesafeler alındı. Ama, daha atılacak çok önemli adımlar var. Alınacak çok büyük mesafeler var. Zafer şarkıları söylemek için henüz erken.
Söylenenleri herkes kendi yönünden yorumladı. Bazıları, bu lafları eden bir merkez bankasının kısa dönemde faizleri indirmeyeceğini düşündü. Diğerleri, söylenenler doğru ama, gelinen noktada birkaç puan faizlerin düşürülebileceği yönünde görüş bildirdiler. Merkez Bankası Başkanı’nın söylediklerine en ilginç tepki ‘Faizler iner, o politikacılara konuştu. Politikacılara konuşmak başka, piyasa gerçekleri başka’ şeklinde oldu.
Bu şekildeki bir tepki mali piyasalarda spekülatif dürtülerle yatırım yapma alışkanlığının henüz kırılmadığını göstermektedir. Mali piyasalarda her zaman spekülatif dürtülerle yatırım yapanlar olacaktır. Olmalıdır da.
Spekülatif dürtülerle hareket edenler de mali piyasaların dengelenmesi yönünde çok önemli bir işlev görürler. Ama, piyasanın çoğunluğu bizdeki gibi spekülatif dürtülerle hareket ettiğinde, dengesizlik ve oynaklık ekonominin diğer alanlarında da tahribat yapabilir. Söz konusu tepkilerin verdiği izlenim, Türkiye ekonomisinin bu alanda henüz kritik eğişi aşmamış olduğudur.
Aslında, Merkez Bankası Başkanı’nın ortaya koyduğu görüşlerin muhatabı yalnızca onu dinleyenler değil, Merkez Bankası’nın hareketlerinden etkilenebilecek herkestir. Bu söylenenlerden ders çıkarılamıyorsa, Türkiye’nin gideceği daha çok yol var demektir.
Konunun önemli bir boyutu bu çeşit yaklaşımların bankacılardan da gelmesidir. Bunca deneyimden sonra, bankalarımızın spekülatif eylemlerden kaçınması beklenir. Ama, görünen o dur ki, kár baskısı altında, bankalarımızın spekülatif iştahlarında henüz bir değişme gerçekleşmemiştir. Yalnızca bu gerçek ekonomide başlı başına bir risk unsuru olmaktadır.
Gerçeklere gözümüzü kapatamayız
EYLÜL ayı dış ticaret rakamları açıklandı. Herhalde, moraller bozulmasın diye gazetelerimiz dış ticaret rakamları konusunda ya hiç haber yapmadı ya da sayfanın gözden kaçabilecek bir köşesinde küçücük yer verdi. Bu verileri açıklayan kurum da benzer dürtülerle açıklamasını piyasalar kapandıktan sonra yapıyor.
Gerçeklere gözlerimizi kapamakla gerçekler değişmiyor. Dış ticaret verileri çok önemli bir riske işaret ediyor. Dış ticaret açığı arttıkça Türkiye ekonomisinin dış borçlanma gereksinimi artıyor. Dış borçlanma gereksiniminin artması bir risktir. Kısa süre sonra, ciddi önlemler alınmazsa, artan dış borçlanma ihtiyacı bir tehdit haline de dönüşebilecektir. Biz gözlerimizi yumuyoruz, ama IMF de bu gerçeğin farkındadır. O nedenle bir takım kısa vadeli önlemler alınmasında ısrar ediyorlar.
Bazılarımız ‘dış ticaret açığı hız kesti’ gibi yorumlarda bulunsa da, rakamlar riskin giderek arttığını söylememektedir. İthalat patlaması devam etmektedir. Aylık ve yıllık bazda, ithalat artışı ihracat artışının üzerinde seyretmektedir.
Bu yılın eylül ayı itibariyle, dış ticaret açığındaki artış aylık bazda yüzde 36, üç aylık bazda yüzde 75 ve yıllık bazda yüzde 62 olmuştur. Son on iki aydaki dış ticaret açığı 32.6 milyar dolar olmuştur. Yılın son üç ayında dış ticaret açığı geçen yılın aynı dönemini göre ortalama yüzde 10 artsa, bu yılın tümünde dış ticaret açığımız 33 milyar dolar olacaktır. Büyük bir olasılıkla, gerçekleşme bu rakamın oldukça üzerinde olacaktır.
Dış ticaret açığının hız kesip kesmediğini anlayabilmek için grafiğe bakın. Siz karar verin. Bu aşamada, artık dış ticaret açığının artış hızının azalması değil, artışın durması önem kazanmıştır.
Yatırım malları ithalatı aylık bazda yüzde 36, ara mallar ithalatı ise yüzde 30 artmaya devam etmektedir. Yıllık eğilim olarak, yatırım malları ithalatındaki artışta çok az bir düşüş varsa da, ara malları ithalatındaki artışta önemli bir değişme yoktur. Sorunun aslı da budur. İç talep artışı ile ilgilenmek zorundayız.
Hazine
Ekonomik olayları doğru yorumlayabilmek için ekonominin kurumlarını iyi tanımak gerekir. Ekonomi teorilerini bilmek önemlidir. Ama, ekonominin çalıştığı kurumsal yapıyı bilmediğinizde, ekonomik olayları salt ekonomi teorisiyle açıklamaya çalışmak havada kalan bir çabanın ötesine geçemez. Bizim gibi ülkelerde ders kitaplarının çoğu yabancı ya da tercüme olduğundan, ekonomi eğitiminin en eksik yönlerinden biri kurumsal yapının ihmal edilmesidir.
Liberal ekonominin devamlı takip edilmesi gereken en önemli iki kurumu Merkez Bankası ve Hazine’dir.
Üniversite yıllarında bizlere ekonominin kurumları diye Amerikan ekonomisinin kurumları ve bu kurumların yaptıkları anlatılırdı. Amerikan Hazinesi’nin borçlanma ihaleleri anlatılırdı. Halbuki, o yıllarda bizim Hazinemiz bankalardan zorla iç istikraz adı altında kol bükerek borçlanırdı. Merkez Bankası’nın Hazine bonosu üzerinden yaptığı açık piyasa işlemleri anlatılırdı. Halbuki, bizim Merkez Bankamızın portföyünde alıp satabileceği beş kuruşluk Hazine bonosu bulunmazdı. Kaldı ki, o dönemdeki Merkez Bankası Yasası ile açık piyasa işlemleri yapmak mümkün bile değildi.
Yıllarını Hazine’ye vermiş ve Hazine Müsteşarlığı’na kadar yükselmiş olan dostum Mahfi Eğilmez 1990’ların ortasında Hazine adında bir kitap yayınladı. Ekonomi değiştikçe, Hazine’nin işlevi ve hedefleri farklılaştıkça kitabı güncelleştirdi. Son olarak, Mahfi Eğilmez’in Hazine’si Remzi Kitabevi tarafından bir hafta önce güncelleştirilmiş olarak yeniden yayınlandı.
Kitap, Hazine’nin kurumsal yapılanmasından ekonomi içindeki rolüne ve uygulanan stratejilere kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Böyle bir önemli kurumu ve konuyu Mahfi Eğilmez’den başka bir kimse hakkıyla işleyemezdi. Ekonomi ile ilgilenenlerin ve en geniş anlamıyla ekonomi öğrencilerinin başucunda tutacakları bir kitap ortaya kondu.
Bütün bunları Mahfi çok iyi arkadaşım olduğu için değil, gerçeği yansıttığı için yazıyorum. Okuyunca, siz de bana hak vereceksiniz.
Keşke aynı nitelikte ve ayrıntıda bir kitap da bir başkası tarafından Merkez Bankası için yazılsa...
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2004
<B>BİR </B>olayın ya da uygulamanın <B>rekabet hukukuna</B> ters düşüp düşmediğinin incelenmesinden sonraki aşama <B>rekabet otoritesinin</B> en yüksek karar organının konuyu bir karar bağlamasıdır. Bu aşamada, <B>Kurul üyeleri yargıç rolündedirler</B>. Yargıç konumunda, Kurul üyeleri kamuoyunun bilgisi dışında (yani, konunun taraflarından gizli olarak) hiçbir kişiyle görüşme ya da fikir alışverişi yapmamalıdırlar. Yaptılarsa, konuşulanlar bir tutanakla tüm tarafların bilgisine açık olmalıdır. Bu ilke, yargının açıklığı ilkesiyle de tam olarak tutarlıdır.
Örneğin, ülke çıkarlarını ilgilendiren bir konuda bir Başbakan’ın Rekabet Kurulu Başkanı’nı arayıp yargı süreci hakkında ya da Kurul’daki genel eğilimler konusunda bilgi almaya çalışması söz konusu ilkeye terstir. Kurul Başkanı Başbakan ile yaptığı görüşmenin tutanaklarını kamuoyuna açıklamakla sorumlu olmalıdır. Böyle olduğunda, Başbakan böyle bir girişimde bulunup bulunmayacağı bir başka konudur.
Bütün bunları, Türkiye’de oluyor ya da olmuyor diye yazmıyorum. Yargıç, savcı ve polis rollerinin tümünü oynamak durumunda olan bir Kurum’un çalışma ilkelerini vurgulamak için gündeme getiriyorum.
ÇOK ŞAPKA
Çalışma ilkelerinin kamuoyuna tam olarak güven vermesi açısından rekabet otoritesinin Başkan’ına önemli bir görev düşmektedir. Güven vermeyen ve saygınlığı olmayan bir rekabet otoritesinin kendinden bekleneni vermesi mümkün değildir. Saygınlık ve güven, otoritenin en yüksek karar organının üyeleri ve başkanının davranışları ve yaklaşımlarıyla sağlanabilir.
Birçok bağımsız üst kurullarda olduğu gibi, Rekabet Kurumu’nda da Başkan’ın ilginç bir konumu vardır. Kurum’un Başkanı olarak, rekabet otoritesinde çalışanların amiridir. Yani, İdare’nin başıdır. Bu kapasitede, Başkan’ın önemli yetki ve sorumlulukları vardır. Bu sorumluluklarından biri kamuoyunun rekabet konusunda aydınlatılması ve toplumda rekabet bilincinin geliştirilmesidir. Bu kapasitede Başkan’ın söylevleri Anayasa Başkanı’nın hukukun üstünlüğü konusunda yaptığı konuşmaya eşdeğerdir.
Başkan, aynı zamanda Kurul’un da Başkan’ıdır. Bu kapasitede, yargıçların başıdır. Karar verecekleri konular hakkında tarafların bilgisi dışında ya da taraflara kapalı hiçbir bilgiye sahip olmamalıdır. Bir anlamda, kendini idari anlamda amiri olduğu Kurum’dan soyutlayabilmelidir. Çünkü, yargıçlar kurulunun başı olarak bir anlamda yasamanın başı konumunda görev yapmaktadır. Kararları başka olaylara ışık tutacak niteliktedir.
Bir benzetme yaparsak, Kurul’un Başkanı duruma ya da konun geldiği aşamaya göre, yargının, idarenin ve yasamanın başkanı durumundadır. Bu açıdan çok nazik bir konumdadır.
GELENEK OLUŞTURMAK
Bu nazik konum henüz ne siyasi kadrolarda ne de kamuoyunda iyi anlaşılmış değildir. Konunun anlaşılmaması yalnızca Rekabet Kurumu’nda değil, daha bir çok bağımsız denetleme ve düzenleme kurumunda da söz konusudur.
Bu kurumlar devlet idaresine daha çok yeni girdiler. Hiçbirisi ihtiyaç duyduğumuz için bizlerin iradesiyle oluşmadı. Çeşitli nedenlerle ve yollarla başkaları bizden bu kurumları oluşturmamızı istediler. Dolayısıyla, kuruluşunda da, oluşumunda da, bu kurumlarda çalışacakların atamalarında da çok acemilik çektik. Acemiliklerin bir kısmı hoş görülebilecek acemiliklerdi. Bir kısmı ise, siyasilerin dümeni kaybetme endişelerinden kaynaklandı.
Rekabet Kurumu ve bağımsız diğer kurumların kendilerinden beklenen işlevi yerine getirebilmeleri için idarecilerinin çok daha fazla çaba harcaması gerekmektedir. Geleneksel idareci tavrı içinde, önemli olan atayanlara hoş görünmek değil, işin gereğinin öne çıkmasıdır. Ancak bu şekilde, bu çeşit kurumlar içinde gelenekler oluşacaktır. Hükümetlerin gündemi bu kurumların gündemi olmamalıdır.
Yazının Devamını Oku